GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Tevhîd..

Etiketler:
Şunu bil ki; tevhid peygamberlerin davet ettikleri ilk husustur. Yoldaki aşamaların ilki ve yüce Allah’a doğru yol alanın ilk mevkiidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz Nuh’u kavmine gönderdik de: Ey kavmim Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur... dedi." (el-A’raf, 59) Hûd -Aleyhisselam- da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet ediniz. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’raf, 7/65) demiştir.

Salih -Aleyhisselam- kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’râf, 7/73) demiştir.

Şuayb -Aleyhisselam- da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur." (el-A’râf, 7/85) dedi.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tağut’tan kaçının diyen bir peygamber göndermişizdir." (en-Nahl, 16/36)

Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin." (el-Enbiya, 21/25)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahidlik edinceye kadar savaşmakla emrolundum."[1]



Mükellefin İlk Sorumluluğu: Şehadet Getirmek


İşte bundan dolayı doğrusu şu ki: Mükellefin ilk yükümlülüğü Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet etmektir. Yerilmiş kelâmcıların görüşlerinde ifade edildiği gibi düşünmek, yahut düşünmeye yönelmek ya da şüphe etmek değildir. Selef imamlarının tümü kulun emrolunduğu ilk şeyin iki şehadet (Allah’ın birliğine ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şahidlik etmek) olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ergenlik yaşına gelmeden önce bu şekilde şehadet getiren kimselerin ergenliğin akabinde bunu yenilemekle emrolunmayacağını da ittifakla kabul etmişlerdir. Bu durumda olan birisine buluğa erdiği vakit yahut ta -bu görüşte olanlara göre- temyiz çağına ulaştığında taharet (abdest) ve namaz kılması emrolunur. Onlardan hiçbir kimse böyle birisinin velisinin tekrar şehadet kelimesini yeniden getirmesini istemesi gerektiğini söylememişlerdir. Şehadet kelimesinin ikrar edilmesi müslümanların ittifakı ile vacib olup, onun vücubunun namazın vücubundan önce olduğunu söz birliği halinde kabul etseler dahi, o böyle bir görevi zaten buluğundan önce edâ etmiş olur.

Burada fukaha’nın söz konusu ettiği bir takım meseleler vardır: Bir kimse şehadet getirmemekle birlikte namaz kılsa yahut ta bunun dışında İslâmın özel bir takım fiillerini yerine getirecek olup şehadet kelimelerini diliyle söyleyemeyecek olursa bu kişi müslüman olur mu, olmaz mı? Doğrusu; böyle bir kimsenin İslâmın özelliklerinden olan herhangi bir şeyi yerine getirmekle müslüman olacağıdır.

Buna göre ilk olarak İslâm’a tevhid ile girilir ve dünyadan da son olarak onunla çıkılır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kimin söylediği son söz lâ ilâhe illallah olursa cennete girer."[2]

O halde tevhid hem ilk görevdir, hem son görevdir.



Tevhidin Türleri ve Anlamları


Tevhid işin başı ve sonudur. Bundan kastımız ise ulûhiyyet tevhidinin gereklerinin yerine getilmesidir. Tevhid üç türü ihtivâ etmektedir:

1- Sıfatlara dair açıklamalar

2- Rubûbiyyet tevhidi herşeyi yaratanın yalnızca Allah olduğunun açıklanmasıni içerir.

3- Ulûhiyyet tevhidi Yüce Allah’ın, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tek kendisinin ibadet olunma hakkına sahip olmasını kapsar.



Sıfatların Tevhidi


Allah’ın sıfatlarının olduğunu kabul etmeyenler, sıfatları kabul etmeyip nefyetmeyi tevhidin kapsamı içerisinde kabul ederler. Cehm b. Safvân ve onun görüşlerini benimseyenler gibi. Bunlar derler ki: Allah’ın sıfatları olduğunu kabul etmek vacib (varlığı zorunlu Allah)’in birden çok olmasını gerektirir.

Bu ise zorunlu olarak tutarsız olduğu anlaşılan bir görüştür. Çünkü hiçbir sıfata sahip olmayan, bütün sıfatlardan soyutlanmış bir varlığın kabulü dış dünyada tasavvur olunamaz. Ama zihin bazen imkânsız olan birşeyi varsayabilir ve tasarlayabilir. Böyle bir iddia ta’tilin (Allah’ın sıfatsız olduğunu kabul etmenin) en ileri derecesidir.



Rubûbiyyet Tevhidi


Tevhidin ihtiva ettiği ikinci husus rubûbiyyet tevhididir. Herşeyi yaratanın O olduğunu, kâinatta sıfat ve fiilleri birbirine denk iki (ve daha fazla) yaratıcı bulunmadığını kabul etmek, buna örnektir.

Âdemoğullarından bilinen herhangi bir kesimin, bu tevhidin aksine bir kanaate sahip olduğu bilinmemektedir. Aksine kalpler, fıtrî olarak O’nun varlığını diğer bütün varlıklardan daha ileri bir derecede ikrar ve itiraf edecek şekilde yaratılmıştır. Nitekim Yüce Allah’ın bize aktardığına göre peygamberler de böyle demişlerdir: "Peygamberleri şöyle demişti: Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (İbrahim, 14/10)

Yaratıcının inkarını izhar etmek ve O’nu bilmezlikten gelmek noktasında bilinen en ünlü kişi Firavun’dur. Halbuki o içten içe O’nun yaratıcılığına kesinlikle inanıyordu. Nitekim Musa -Aleyhisselam- kendisine şöyle demişti: “Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir." (el-İsrâ, 17/102)

Yüce Allah bir başka yerde ondan ve kavminden şöylece söz etmektedir: “Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebiyle onları (bilerek) inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14)

Bundan dolayı Firavun bilen bir kimsenin bilmezden geldiğini ortaya koyan bir üslûp ile inkâr ve red maksadı ile: “Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?" diye sorunca Musa -Aleyhisselam- kendisine şu cevabı vermiş: "Göklerle yerin ve onların arasında olanların Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimseler iseniz...

"(Firavun) etrafında bulunanlara: İşitmiyor musunuz? dedi.

"(Musa): O sizin de Rabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir, dedi.

"(Firavun) Dedi ki: Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir.

"(Musa): Doğunun batının ve onların aralarında olanların Rabbidir, eğer akıl ederseniz, dedi." (eş-Şuarâ, 26/24-28)

Sıfat ve fiilleri itibariyle birbirine denk, kainatın iki tane yaratıcısı vardır diye bir kanaat sahiplenmiş herhangi bir kesimin bulunduğuna dair bir şey bilinmemektedir. Mecusî’lerden (hayır ve şer ilâhlarının varlığına inanan) Seneviyye ile biri nur, diğeri karanlık olmak üzere iki esasın bulunduğunu kabul eden ve âlemin de bunlardan meydana geldiğini ileri süren Maniheist’ler dahi nurun karanlıktan hayırlı olduğunu, övülmeye değer ilâhın o olduğunu, karanlığın ise kötü ve yerilmiş olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

Teslis’i (üçlü tanrıyı) kabul eden Hristiyanlara gelince; Bunlar âlemin biri diğerinden ayrı üç rabbi olduğunu ileri sürmemektedirler. Aksine onlar âlemin yaratıcısının bir olduğunu ittifakla kabul ediyorlar ve: "Baba, oğul ve ruhu’l-kudüs’ten ibaret olan bir tek ilâhın adı ile" derler.

Onların teslis’e dair görüşleri kendi içerisinde çelişkilidir, tutarsızdır. Hulûl (Allah’ın beşerin bedenine girdiğini kabul etmeye dair) görüşleri ise bundan da tutarsızdır. Bundan dolayı hem bunu anlamakta, hem de bunu yorumlayıp ifade etmekte birbirleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Onların hiçbirisi bunu aklın kabul edebileceği bir şekilde ifade edememektedir. Hemen hemen iki kişi dahi bu hususu aynı anlama gelen ifadelerle dile getirmezler. Çünkü onlar "zatı itibariyle birdir, uknûmları itibariyle üçtür" derler. Uknûm’ları da kimi zaman özelliklerle, kimi zaman sıfatlarla, kimi zaman da şahıslarla açıklarlar.

Yüce Allah kullarını, bu görüşleri iyice anlayıp, kavradıktan sonra tutarsızlıklarına hükmedebilecekleri bir şekilde yaratmıştır. Genel olarak onlar, birbirine her bakımdan denk iki yaratıcıyı kabul etmezler.

Burada anlatmak istediğimiz şudur: Kâinatın her bakımdan birbirine denk iki ayrı yaratıcısının olduğunu kabul eden dinî hiçbir kesim yoktur. Bununla birlikte kelâm, mantık ve felsefe ile uğraşan pek çok kimse bunu isbatlamak için çokça uğraşmışlardır. Hatta aralarından akıl yoluyla bunu isbatlamaktan âciz olduklarını itiraf edenler ve bunun ancak sem’ (vahiy) yoluyla algılanabileceğini iddia edenler dahi vardır.

Aklî ilimler ile uğraşanlar nezdinde meşhur olan bunun; "Temânû, Delili" ile isbatlanmasıdır. Temanu’ Delili de şudur: Şâyet kainatın iki yaratıcısı bulunsa -mesela onlardan birisi bir cismi hareket ettirmek isterken diğeri durdurmak istese yahut birisi ona hayat vermek isterken öbürü öldürmek istemesi halinde olduğu gibi- biribirleriyle anlaşmazlığa düşecek olurlarsa, ya ikisinin de maksadı gerçekleşir yahut onlardan birisinin maksadı gerçekleşir ya da onlardan hiçbirisinin istediği olmaz.

Birincisi imkânsızdır, çünkü iki zıt şeyin bir arada bulunmasını gerektirir.

Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü o taktirde cisim hakkında hareketin de sükûnun da söz konusu olmaması gerekir, bu da imkânsızdır. Aynı şekilde her ikisinin de âciz olmasını gerektirir. Âciz bir varlık ise ilâh olamaz. Onlardan birisinin maksadı gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmeyecek olursa o vakit maksadı gerçekleşen gücü yeten ilâh demektir, diğeri ise âcizdir ve ilâh olmaya elverişli değildir.

Bu ilkeye dair tamamlayıcı açıklamalar ilgili bahislerde ele alınmıştır.



Ulûhiyyeti Tevhîdi, Rubûbiyyet Tevhîdini de Kapsar


Yine aklî ilimlerle uğraşanların pek çoğunun iddiasına göre Temânu’ Delili Yüce Allah’ın: "Eğer göklerle yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulup gitmişti" (el-Enbiyâ, 21/22) buyruğunda ifade edilmektedir. Çünkü onların kanaatine göre açıklayıp ispatladıkları rubûbiyyet tevhidi Kur’ân-ı Kerîm’in beyan ettiği, peygamberlerin de kendisine davet ettiği ulûhiyyet tevhidi ile aynı şeydir.

Oysa durum böyle değildir. Aksine peygamberlerin kendisine davet ettiği ve indirilen kitapların dile getirdiği tevhîd, rubûbiyyet tevhidini de ihtiva eden ulûhiyyet tevhididir. Bu ise ona hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmektir. Araplardan Allah’a ortak koşan müşrikler rubûbiyyet tevhidini kabul ediyorlardı. Gökleri ve yeri yaratanın bir ve tek olduğunu itiraf ediyorlardı.

Nitekim Yüce Allah onlara dair bize şöylece haber vermektedir: "Andolsun onlara: Göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan, onlar elbette; Allah diyeceklerdir." (Lukman, 31/25); "De ki: Yer ve oradakiler kimindir, eğer biliyorsanız (söyleyin.) Onlar: Allah’ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp, ibret almaz mısınız?" (el-Mu’minun, 23/84-85) Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer buyruklar ise pek çoktur.

Onlar putların kâinatı yaratmakta Allah’a ortak olduklarına inanmıyorlardı. Aksine onlar da Hint, Türk, Berber ve diğer ümmetlerin müşrikleri ile aynı durumda idiler. Kimi zaman bunların peygamber ve salihlerden iyi bir takım kimselerin heykelleri olduklarına inanırlar, onları şefaatçı kabul ederler ve Allah ile kendileri arasında aracı görürlerdi. İşte Arapların şirk koşmalarının esası buna dayanır. Yüce Allah Nuh kavminin söylediklerini bize şöylece nakletmektedir: "Ve: Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suva, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr’i terketmeyin, dediler." (Nuh, 71/23)

Buharî’nin Sahih’inde, tefsir kitaplarında, peygamber kıssalarında ve diğerlerinde İbn Abbas’tan ve onun dışında selef’ten bir takım kimselerden şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bunlar Nuh kavmi arasında salih bir takım kimselerin isimleridir. Bunlar öldükten sonra kabirlerinin başından ayrılmadılar, sonra onların suretlerini yaptılar. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra onlara ibadet etmeye başladılar. Bizzat bu putlar sonunda Arap kabilelerine geçti. İbn Abbas bu kabileleri tek tek zikretmektedir.[3]

Müslim’in Sahih’inde, Ebu’l-Heyyâc el-Esedî’den şöyle dediği sabittir: Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anh- bana dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-’in beni gönderdiği şartlarla, seni de göndereyim mi? O bana: "Yükseltilmiş ne kadar kabir görürsen mutlaka onu dümdüz etmemi ve ne kadar heykel bulursam onu silmemi emretmişti."[4]

Buharî ile Müslim’de, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-’in vefatı ile sonuçlanan hastalığında şöyle dediği kaydedilmektedir: "Allah yahudilerle, hristiyanlara lanet etsin. (Çünkü) onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler." O bu sözleriyle yaptıklarından (ümmetini) sakındırıyordu. Âişe -Radıyallahu anha- dedi ki: Eğer bu olmasaydı, onun kabri açıkta bırakılırdı, fakat kabrinin mescid edinilmesini hoş karşılamadı(ğından bu yapılmadı.)[5]

Yine Buharî ile Müslim’de kaydedildiğine göre; Hz. Peygamber’e vefatı ile sonuçlanan hastalığında Habeşistan’da bulunan bir kiliseden söz edildi. O kilisenin güzelliği ve içindeki resimlerden ona bahsedildi. Şöyle buyurdu: "Onlar öyle kimselerdir ki, aralarından salih bir kişi öldü mü kabri üzerinde bir mescit bina ederler ve o mescitte bu suretleri yaparlardı. Onlar Kıyamet gününde Allah’ın huzurunda mahlukatın en şerlileridirler."[6]

Müslim’in Sahih’inde de yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in vefatından beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir: "Sizden öncekiler peygamberlerinin ve aralarından salih olan kimselerin kabirlerini mescit edinirlerdi. Dikkat edin, sakın kabirleri mescit edinmeyiniz. Ben sizlere bunları yasaklıyorum."[7]

Şirkin sebeblerinden birisi de yıldızlara ibadet etmek ve yıldızların tabiatlarına uygun düştüğü zan olunan özelliklere uygun olarak putlar edinmektir. İbrahim -Aleyhisselam- kavminin şirki -denildiğine göre- bu kabilden idi. Melekleri ve cinleri Allah’a ortak koşup, onlar adına putlar yapmak ta böyledir.

Bütün bunlar yaratıcının varlığını kabul ediyorlar. Kâinatın iki yaratıcısı bulunduğunu söylemiyorlardı, fakat bu aracıları şefaatçi edinmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şu buyruğuyla onlar hakkında böylece haber vermektedir: "Ondan başka veli (dost ve ilâh)ler edinenler: Biz bunlara ancak bizleri Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (derler.)" (ez-Zümer, 39/3)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah’tan başka kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler. De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşa, O ortak tutmakta oldukları herşeyden münezzeh ve yücedir." (Yunus, 10/18)

Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetler arasındaki müşriklerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah bize Salih -Aleyhisselam-ın kıssası arasında Yüce Allah adına onu ve aile halkını öldüreceklerine dair yemin eden dokuz kişiden söz etmektedir. Bu müfsit ve şirk koşanlar Yüce Allah adına peygamberlerini ve onun aile halkını öldürmeye yemin etmişlerdi. Bu da onların müşriklerin iman ettikleri şekilde Allah’a inanan kimseler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Böylelikle istenen tevhidin aynı zamanda rubûbiyyet tevhidini de ihtivâ eden ulûhiyyet tevhidi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah’ın: "Sen yüzünü hanîf olarak dine, insanların üzerine yaratıldığı, Allah’ın fıtratına doğru çevir. Allah’ın yaratışını değiştirmek söz konusu değildir. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler." Buyruğundan itibaren: "... Hemen ümitlerini kesiverirler." (er-Rûm, 30/30-36) buyruğuna kadar bu mahiyetiyle tevhid dile getirilmektedir.

Yüce Allah bir başka yerde de: "Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (İbrahim, 14/10) diye buyurmaktadır.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "Her doğan (İslâmî) fıtrat üzere doğar ama anne babası onu yahudi, hristiyan ya da mecusî yapar."[8]

Burada -bazılarının ileri sürdükleri gibi- buyrukların anlamı kişi tevhidi de şirki de bilmez bir halde yaratılır, denilemez. Çünkü kaydettiğimiz âyet-i kerîmeler ile Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ’in aziz ve celil olan Rabbinden bize naklettiği (kudsî hadisteki) şu buyruğu böyle olmadığını ortaya koymaktadır: "Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. Sonra şeytanlar onları sağa sola sürüklediler..."[9]

Az önce kaydedilen hadis-i şerifte buna delil olacak bir husus da vardır. Çünkü: "Onu yahudi yahut hristiyan ya da mecusî yaparlar" diye buyurduğu halde onu müslüman yaparlar, diye buyurmamaktadır. Bir rivayette: "Millet üzere (İslâm dini üzere) doğar" denilirken diğerinde de "bu millet (İslâm dini) üzere doğar" denilmektedir.[10]

Ebû Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- den nakledildiğine göre; kelâm ile uğraşan bir takım kimseler rubûbiyyet tevhidinin kabulü ile ilgili olarak onunla bir tartışmaya girişmek istediler. Onlara dedi ki: Bu mesele hakkında sizinle konuşmadan önce bana şu hususta görüşünüzü bildiriniz: Dicle’de bir gemi var, gidiyor. Yiyecek, eşya ve buna benzer pekçok malzemeyi bizzat kendisi kendisine yüklüyor ve yine kendi kendisine dönüyor, kendi kendisine demirliyor. Kendi kendisine yükünü boşaltıyor ve aynı şekilde geri dönüyor. Bütün bunlar herhangi bir kimsenin idaresi söz konusu olmaksızın cereyan ediyor. Ne dersiniz? Onlar: Bu imkânsız bir şeydir. Kesinlikle böyle bir şey olmaz, deyince onlara: Bir gemi için bu imkânsız olduğuna göre yukarısıyla, aşağısıyla bütün bu kâinatta böyle bir şey nasıl olur.

Bu hikaye yine Ebu Hanife dışında başka kimselerin başından geçmiş olarak da nakledilmektedir.



Kur’ân-ı Kerîm’in Ulûhiyyet Tevhid’ine Dair Açıklamaları


Kur’ân-ı Kerîm, Tevhid’in bu türünün anlatılması, açıklanması, ona dair misaller verilmesi ile dopdoludur.

Kur’ân-ı Kerîm’in rubûbiyyet tevhid’ini beyan edip, Allah’tan başka yaratıcı olmadığını açıklaması buna bağlı olarak da O’ndan başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesi gerektiğini vurgulaması bunlar arasındadır. Böylelikle o rubûbiyyet tevhid’ini ikincisine (yani Allah’tan başkasına ibadet etmemek demek olan ulûhiyyet tevhid’ine) delil olarak göstermektedir. Zira onlar birincisini kabul ediyor, fakat ikincisi hakkında tartışıyorlardı. Bundan dolayı şanı yüce Allah’da onlara şunu açıklıyordu: "Sizler Allah’tan başka bir yaratıcı olmadığını bildiğinize ve kullara faydalı olan şeyleri ulaştıranın, onlara zarar verecek şeyleri kendilerinden uzaklaştırıp önleyenin O olduğunu, bu hususta O’nun hiçbir ortağının bulunmadığını bildiğinize göre; ne diye O’ndan başkasına ibadet ediyor ve O’nunla birlikte başka ilâhların varlığını kabul ediyorsunuz?" Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Allah’a hamd olsun, seçtiği kullarına da selâm olsun, de. Allah mı hayırlıdır yoksa koştukları ortaklar mı? Göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz. Allah ile birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir topluluktur." (en-Neml, 27/59-60)

Yüce Allah bu âyetlerin herbirisinin sonunda: "Allah ile birlikte bir ilâh mı var?" diye sormaktadır. Yani bunları Allah ile birlikte yapan bir başka ilâh daha mı var? Bu inkar anlamında bir sorudur. Böyle bir şeyin olmadığını ihtiva eder. Onlar da zaten bunları Allah’tan başka yapan bir kimsenin olmadığını kabul ediyorlardı. Böylelikle bunu onlara karşı bir delil olarak göstermiş oluyordu.

Şu aklî ilimlerle uğraşanların ve onlara uygun kanaat belirten sufilerin ileri sürdükleri rubûbiyyet tevhid’i, tevhid’in en ileri derecesi olarak kabul ediliyorsa şüphesiz ki bu peygamberlerin getirdiği ve indirilmiş kitaplarda yerini bulan bir tevhid’dir. Şu husus bilinmeli ki yaratıcının isbatına dair deliller ile peygamberlerin doğruluğuna dair deliller gibi bunun pek çok delilleri vardır. Bir ilme insanların ihtiyacı ne kadar çok olursa, Allah’ın kullarına rahmetinin bir tecellisi olarak onun delilleri de daha bir açıktır.



Kur’ân’ın Verdiği Örnekler, Dinin Gereklerini Ortaya Koyan Aklî Ölçüleri De Ortaya Koyar


Kur’ân-ı Kerîm insanlara her tür örneği vermiş bulunmaktadır. Bunlar ise dini maksatlar uğrunda ortaya konulmuş faydalı, aklî ölçülerdir. Şu kadar var ki Kur’ân-ı Kerîm hüküm ve delil noktasında hakkı beyan eder. Zaten hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne olabilir ki? İttifakla kabul edilmiş, zorunlu olarak bilinen önermeleri delil olarak ortaya koymakla birlikte onlara dair istidlalde bulunmak ihtiyacını da duymaz. Açıklamalarda açık ve anlaşılır olan bir hususun ayrıca zikredilmesinin gereği yoktur. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yoldur. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de delillendirme yönteminin yer almadığını zanneden cahillerin iddiasının aksinedir. Bu hususta şüphe ve tartışmaların aksine olarak Kur’ân-ı Kerîm delillendirme yollarını genişçe açıklar ve maksadına dair delilleri gösterir.

Rubûbiyyette ortak koşmak, bütün insanlar tarafından -sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında- olabilirliğinin imkânsızlığı kesinlikle bilinen bir husustur. Ancak bir takım müşrikler alemde kısmen bazı şeyleri yaratan bir yaratıcının olduğu kanaatine sahip olmuştur. İki tanrı kabul eden (seneviyye)lerin karanlık hakkındaki görüşü ile, Kaderiye’nin canlıların fiilleri ile ilgili görüşü, dehrî filozofların feleklerin hareketi ile ilgili yahut nefislerin hareketleri ya da tabiî cisimlerin hareketleri ile ilgili görüşleri bu kabildendir. Bütün bunlar yüce Allah’ın yaratması dışında, bir takım işlerin yaratılmış olduğunu kabul etmektedirler.

Onlar bu bakımdan rubûbiyyete kısmen ortak koşarlar. Arap ve Arap olmayan müşriklerin pek çoğu kabul ettikleri ilâhlarının yüce Allah’ın yaratması söz konusu olmaksızın, bir takım faydaları sağlayıp yahut bir takım zararları önlediklerini zannedebilirler.

--------------------------------------------------

[1] Buhârî 25, 1399, 1457, 6924, 7284; Müslim 22.

[2] İbn Hibbân 719.

[3] Buhârî 4920.

[4] Müslim 969; Ebû Dâvûd 3218; Tirmizî 1049; Nesaî IV, 88, 89; Müsned, I, 96, 129

[5] Buhârî 1330, 1390, 4441; Müslim 528.

[6] Buhârî 427, 434, 1341, 3873; Müslim 528.

[7] Müslim 523.

[8] Muvatta I, 241; Buhârî 1358, 1359, 1385, 4775, 6599; Müslim 2658.

[9] Müslim 2865 no'lu uzunca hadisin bir bölümü.

[10] Müslim, 2865.

el-Akîdetü't-Tahâviyye ve Şerhi / İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi
0 yorum:

Yorum Gönder

Guraba Kitaplık..

Guraba Kitaplık..
tavsiye kitap..

Guraba Arşiv..

Guraba Yazılar..


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)