GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Tevhid-2..

Etiketler:
Yüce Allah’ın Ortağının Bulunmasına İmkân Yoktur


İnsanlar arasında Allah’a, Rubûbiyyete ortak koşmak görülen bir husus olduğundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm şu buyruklarında olduğu gibi bunun batıl olduğunu açıkça beyan etmiş bulunmaktadır: "Allah hiçbir evlat edinmedi. Onunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı bu takdirde herbir ilâh yarattığını alır, elbette kimisi kimisine üstünlük sağlardı." (el-Mu’minûn, 23/91)

Şimdi apaçık, son derece özlü bu lafızlarla ortaya konulmuş bu gözkamaştırıcı delil üzerinde dikkatle düşünelim. Hak olan ilâhın mutlaka yaratıcı ve fail olması gerekir. Kendisine ibadet edene fayda sağlamalı ve ona gelecek zararı önleyebilmelidir. Eğer şanı yüce Allah ile birlikte mülkünde ortak bir başka ilâh bulunsaydı, onun da bir takım yaratıkları ve fiilleri de olması kaçınılmazdı. O takdirde böyle bir ortaklığa da razı olmaması gerekirdi. Aksine gücü yettiği takdirde o, ortağını kahreder, başına mülke kendisi sahip olur ve tek başına ulûhiyyeti elinde tutardı. Bunu yapabilecek olsaydı, elbette yapardı. Eğer buna güç yetiremeyecek olursa kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve bu yarattıklarını alır, bir kenara çekilir. Nitekim dünyadaki hükümdarlar da eğer biri diğerini yenik düşüremiyor ve ötekine üstünlük sağlayamıyor ise kendi ülkesinin egemenliği ile bir kenarda tek başına durur.

O halde şu üç husustan birisinin olması kaçınılmazdır:

• Ya herbir ilâh kendi yarattığını ve egemenliğini bir başına alır ve sürdürür.

• Yahut biri diğerine üstünlük sağlar;

• Yahut ta hepsi de kendileri üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunan, buna karşılık kendilerinin üzerinde tasarruf imkânını bulamadıkları bir tek kişinin kahrı ve mülkü altında olurlar ve bu kişi tek başına ilâh olur, kendileri ise her bakımdan yenik düşürülen ve kendilerine rubûbiyyetini kabul ettirenin kulları olurlar.

Bütün âlemin işinin düzen içerisinde olması, işinin son derece sağlam yürütülmesi; onu çekip çevirenin, idare edenin, bir tek ilâh, bir tek mâlik ve egemen ve bir tek rab olduğunun en açık bir delilidir. Mahlukatın O’ndan başka hiçbir ilâhı yoktur. O’ndan başka onların bir Rab’leri de yoktur. Nitekim Temânu’ Delili de kainatın yaratıcısının bir olduğunu, ondan başka hiçbir rabbi bulunmadığını, dolayısıyla bu rabbin dışında bir ilâhlarının da bulunmadığını ortaya koymaktadır. İşte yaratışta ve var edişte temanû’ bu olduğu gibi ibadet ve ulûhiyyette de bu şekilde temanû’ söz konusudur. Yani kainatın birbirine denk iki yaratıcı rabbinin bulunması mümteni’ (imkânsız) olduğu gibi; bütün kainattaki varlıkların kendisine ibadet edilen iki ilâhının bulunması da imkânsız bir şeydir.

Kainatın birbirine denk iki yaratıcısının varlığının özü itibariyle imkânsız olduğunu bilmek, fıtratta fiilen var olan bir şeydir ve apaçık akıl tarafından batıl olduğu bilinen bir husustur. İşte iki varlığın ilâh olmasının batıl olduğu da böylelikle anlaşılmaktadır.

O halde âyet-i kerîme fıtrat’ta yer etmiş bulunan rubûbiyyetin tevhid’i gerçeğine uygundur ve onun bu uygunluğu ulûhiyyetin de tevhid’ini gerektirmekte, ispatlamakta ve ona delil teşkil etmektedir.

Bu anlamı dile getiren işaret edilen âyet-i kerîme’nin manasına yakın bir hususu da şu âyet-i kerîme dile getirmektedir: "Eğer göklerle yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti." (el-Enbiyâ, 21/22)

Âyet-i kerîme göklerde ve yerde birden çok ilâhın bulunmasının imkânsız olduğunu göstermektedir. Ancak bir tek ilâhın varlığı söz konusudur. Yine âyet-i kerîme bu bir ve tek ilâhın yüce Allah’tan başkasının da olamayacağına, göklerde ve yerde düzenin bozulmasının ikisinde birden çok ilâhın bulunmasının ve bir ve tek Allah’tan başka ilâhların varlığının kaçınılmaz sonucu olduğuna delildir.

Yine âyet-i kerîme şunu göstermektedir. Göklerin ve yerin düzeni ancak her ikisinde de yüce Allah’ın bizzat kendisinin ilâh olmasına bağlıdır. Şâyet kainatta kendisine ibadet olunan iki ilâh bulunacak olursa kainatın tümünün düzeni bozulur.

Çünkü kainatın düzeni ancak adalet iledir. Adaletle gökler ve yer dimdik ayakta durur. Kayıtsız ve şartsız olarak en büyük zulüm şirktir, en ileri derecedeki adalet ise tevhid’dir.



Ulûhiyyet Tevhidinin, Rubûbiyyet Tevhid’ini Kapsaması


Ulûhiyyet tevhidi rubûbiyyet tevhid’ini de ihtiva eder, ama aksi söz konusu değildir. Çünkü yaratmaya kadir olamayan âciz demektir. âciz varlığın ise ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?" (el-A’raf, 7/191) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Yaratan, yaratmayan gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" (en-Nahl, 16/17)



Bilgi ve Maksat İtibariyle Tevhid


Şunu da belirtelim ki; Allah’ın peygamberlerinin kendisine davet ettikleri ve indirilen kitapların ihtiva ettiği tevhid iki türlüdür: İsbat ve bilmek bakımından tevhid ile gözetilen maksat itibariyle tevhid.

Birincisi yüce Rabbin hakikatinin sıfat, fiil ve isimlerinin isbat edilip kabul edilmesidir. Bütün bu hususlarda hiçbir şey O’nun eşi ve benzeri değildir. Nitekim kendisi de kendi zatı hakkında böylece haber vermiştir, Rasûlü de bize böylece bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu türü gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur. el-Hadîd ve Tâhâ surelerinin baş tarafları ile el-Haşr suresinin sonlarında, es-Secde sûresinin, Al-i İmran suresinin başlarında, İhlas suresinin tamamında ve diğer buyruklarda görüldüğü gibi.

İkincisi ise gözetilen maksat itibariyle tevhid’dir. Nitekim: "De ki: Ey kâfirler..." (el-Kâfirûn, 109. sûre) sûresi ile "De ki: Ey kitab ehli! Bizimle sizin aranızda âdil olan bir kelimeye geliniz..." (Al-i İmran, 3/64) âyeti ile "kitabın indirilmesi..." (ez-Zumer, 39) diye başlayan surenin başı ve sonları ile Yunus suresinin baş tarafları, ortaları ve sonları el-A’raf suresinin baş tarafları ve sonları ile el-En’âm suresinin tamamının muhtevâsı buna örnektir.



Kur’ân Surelerinin Büyük Çoğunluğu Tevhid’i Bütün Türleriyle Dile Getirmektedir


Kur’ân surelerinin büyük çoğunluğu hatta surelerinin tamamı her iki türüyle tevhidi ihtiva etmektedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ya Yüce Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri hakkında bize haber vermektedir ki, o takdirde bu ilmî ve haberî bir tevhid’dir.

Yahut ta hiçbir şeyi O’na ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadete, O’nun dışında tapınılan varlıkları terketmeye bir davettir. O takdirde bu iradî ve talebî bir tevhid’dir. Yahut bir emir, bir yasak ve itaatine bağlanma isteğini dile getirmektedir. Bu da tevhid’in hukuku ve tamamlayıcı unsurlarıdır.

Ya O’nun tevhid’ini kabul edenlere lütuf ve ihsanlarını haber vermekte, dünyada onlara neler yaptığını, âhirette onlara ne gibi ikramlarda bulunacağını bildirmektedir. Bu da kendisini tevhid etmenin bir mükâfatıdır.

Yahut müşriklere dair ve dünya hayatında onlara verdiği ibretli cezalar ile, âhirette karşı karşıya kalacakları cezaları bildiren haber mahiyetindedir. Bu buyruklar da tevhid’in hükmünün dışına çıkanların cezasını bildirir.

Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in tümü tevhid, tevhid’in hukuku, tevhid’in mükâfatı ile şirk, müşrikler ve onların cezaları hakkındadır.

Yüce Allah aynı şekilde bu tevhid ile kendi zatı hakkında şahitlikte bulunduğu gibi O’nun melekleri, peygamberleri ve rasûlleri de bu hususta O’na şahidlik etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Mutlak galiptir, Hakîmdir. Şüphesiz Allah nezdinde din islam’dır." (Al-i İmran, 3/18-19)

Bu âyet-i kerîme tevhid’in hakikatini isbatı ve bütün sapık kesimlerin kanaatlerini reddetmeyi ihtiva etmektedir. O bakımdan bu âyet-i kerîme şahidliklerinin en üstünü, en büyüğü, en adaletlisi ve en doğrusunu, en yüce şahidler vasıtasıyla ve hakkında şahidlik edilen en yüce gerçek hakkındaki şahidliği ihtiva etmektedir.



Şehadetin Anlamı ve Mertebeleri


Selef’in "şahidlik etti" ifadesinin anlamı ile ilgili açıklamaları hüküm vermek, yargıda bulunmak, bildirmek, açıklamak ve haber vermek anlamları etrafında döner dolaşır. Bunların hepsi doğru açıklamalardır ve aralarında çelişki yoktur. Çünkü şahidlik etmek, şahidin söylediği sözü ve verdiği haberi ihtiva ettiği gibi, onun bir şeyi bildirmesini, haber verip açıklamasını da ihtiva eder.

Eğer maksat sadece şahitlikte bulunmak olsaydı, bunun muhtevâsını bilmek imkânı olmaz, şahitlikten gereken fayda sağlanmaz ve şahitlik ile onlara karşı delil ortaya konulmuş olmazdı. Bundan daha ileri olmak üzere şehadet kullara açıklamayı, onlara delâlette bulunmayı ve hakkında şahidlik olunan şeyi onlara bildirmeyi de ihtiva etmiştir. Nitekim kullardan şahitlik eden bir kimsenin nezdinde şahitlik yapacağı herhangi bir husus bulunup da onu açıklamayıp, gizleyecek olursa, kimse ondan faydalanmaz ve onunla herhangi bir delil ortaya konulmuş olmaz.

Şahidlikten ancak açıklanması halinde yararlanılabildiğine göre; Yüce Allah da bu şahitliği: İşitmek (sem’), görmek (basar) ve akıl’dan ibaret üç yolla tam anlamı ile açıklamış bulunmaktadır.



İşitmek (sem’) Yoluyla Açıklaması


Bu O’nun bize bildirmiş olduğu bütün kemal sıfatları, vahdaniyet ve buna benzer diğer bütün hususları en ileri derecede açıklayıp, bize bildirmiş olduğu son derece anlaşılır ve okunan âyet-i kerîme’lerle olmuştur. Bu hususta durum, Cehmiye’nin, onlara uygun kanaat belirten Mutezîle’nin ve Yüce Allah’ın Kitabını nitelendirmiş olduğu beyan ile şerefli Rasûlünün açıklamasına aykırı, kişiyi hayrete düşüren bir takım ihtimalleri ileri sürerek, Allah’ın bazı sıfatlarını kabul etmeyen Muabtile’nin ileri sürdükleri gibi değildir.

Nitekim yüce Allah Kitabının ve Rasûlünün beyan edici ve açıklayıcı özelliklerini şu buyruklarıyla dile getirmektedir: "Hâ. Mîm. Mubîn (açıklayıcı) Kitap hakkı için..." (ez-Zuhruf, 43/1-2); "Elif, Lam, Ra. Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "Elif, Lam, Ra. Bunlar Kitabın ve açık açık anlatan Kur’ân’ın âyetleridir." (el-Hicr, 15/1); "Bu, insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür." (Al-i İmran, 3/138); "Bilin ki; peygamberimize düşen açıkça tebliğ’den ibarettir." (el-Maide, 5/92); "Apaçık belgelerle ve kitaplarla (seni gönderdik.) İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu Zikri (Kur’ân’ı) indirdik." (en-Nahl, 16/44)

Aynı şekilde sünnet de, Kur’ân-ı Kerîm’in delâlet ettiği hususları açıklamak ve pekiştirmek üzere varid olmuştur. Yüce Rabbimiz bizleri ne filanın görüşüne, ne filanın zevkine, ne de filanın vecde gelişine, dinimizin esasları ile ilgili olarak asla muhtaç kılmamıştır.

Bundan dolayı bizler Kitap ve Sünnete muhalefet edenlerin kendi aralarında da ayrılıklar içerisinde olduklarını, tutarsız iddialarda bulunduklarını görüyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı beğenip seçtim." (el-Maide, 5/3) O bakımdan bu dini tamamlamak için Kitap ve Sünnetin dışında herhangi bir şeye ihtiyaç bulunmamaktadır. İşte hocamız Ebu Ca’fer et-Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ileride gelecek olan şu sözlerinde bu hususa işaret etmektedir: "Bu konuda bizler ne kendi görüşlerimize dayanarak te’vil’de bulunup, ne de hevâlarımızın etkisi ile vehm’e kapılarak bu hususa dalmayız. Çünkü (bilmediğini) Aziz ve Celil olan Allah’a ve Rasûlüne teslim edenlerin dışında, kimse dini hususunda selâmete erişemez."

Yüce Allah’ın yaratmış olduğu ve gözle görülen âyet ve belgelerine gelince: Bunlara bakıp, bunlar üzerinde durmak, düşünmek, bunları delil olarak kullanmak, O’nun kavlî ve sem’î âyetlerinin delâlet ettiği hususlara delil teşkil etmektedir.

Akıl ise hem bu belgeleri, hem öbür belgeleri bir arada mütalâa eder, peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunu kesin olarak ortaya koyar. Böylelikle sem’in (işitmenin), görmenin, aklın ve fıtratın tanıklığı ittifakla aynı gerçeği dile getirmiş olmaktadır.



Yüce Allah’ın Göndermiş Olduğu Bütün Peygamberlerle Birlikte Mutlaka Doğruluklarına Delil Teşkil Edecek Bir Belge Vardır


Yüce Allah, adaletinin, merhametinin, ihsanının, hikmetinin kemali dolayısıyla ileri sürülecek bir mazeret bırakmayı istemediği ve delili ile gerçekleri ortaya koymayı sevdiğinden ötürü; göndermiş olduğu herbir peygamberle birlikte de mutlaka haber verdiği hususların doğruluğuna delil teşkil edecek bir âyet (belge ve mucize) de göndermiştir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye kitabı ve mizanı indirdik." (el-Hadid, 57/25); "Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. (Biz o peygamberleri) apaçık belgelerle ve kitaplarla (gönderdik.)" (en-Nahl, 16/43-44); "De ki: Size benden önce nice peygamberler apaçık delilleri ve dediğinizi getirmişlerdi..." (Al-i İmran, 3/183); "Eğer onlar seni yalanlarlarsa (bil ki) senden önce apaçık delillerle, sahifelerle, aydınlatıcı kitaplarla gelmiş nice peygamberler de yalanlanmıştır." (Al-i İmran, 3/184); "Allah hak ile Kitab’ı ve mizanı indirendir..." (eş-Şura, 42/17)

Peygamberlerin getirmiş olduğu âyetlerden, belgelerden ve kesin delillerden daha güzel bir âyet ve bir belge olabilir mi? Çünkü bunların hepsi Yüce Allah tarafından onların lehine yapılmış ve Yüce Allah tarafından kullarına en ileri derecede açıklanmış birer şahitliktir.

Yüce Allah’ın isimlerinden birisi de "el-Mu’min"dir. Bu ismin iki açıklamasından biri şudur: O doğru söyleyenleri (sadıkları) onların doğruluklarına dair ortaya koymuş olduğu tanıklarla, delil ve belgelerle tasdik edendir. Bundan dolayı O’nun kullarına, rasûllerinin tebliğ etmiş olduğu vahyin hak olduğunu açıkça ortaya koyacak afakî ve enfüsî âyetleri göstermesi kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi onlara hem afâk’ta (dış dünyalarında) hem kendi nefislerinde göstereceğiz." (Fussilet, 41/53) Burada gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine gösterileceğinden sözü edilen şey "Kur’ân-ı Kerîm’dir." Çünkü daha önceden: "De ki: Söyleyin bana eğer o Allah tarafından ise..." (Fussilet, 41/52) diye söz edildikten sonra gelen âyet’in sonunda da: "Rabbinin herşeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) diye buyurulmaktadır.

Böylelikle Yüce Allah, Rasûlünün lehine bu buyruklarıyla şu hususa şahitlik etmektedir: Onun getirdikleri hak’tır ve kullara buna tanıklık edecek şekilde O’nun yaratacağı ve fiili ile ortaya çıkacak âyet’lerini göstereceğini vaadetmektedir. Daha sonra da bütün bunlardan daha büyük ve daha üstün olan bir hususu söz konusu etmektedir. Bu da Yüce Allah’ın herşeye şahit (tanık) olmasıdır. Onun isimlerinden birisi de "eş-Şehîd"dir. Yani hiçbir şey O’ndan kaybolmaz, hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Aksine O herşeye muttalî’dir ve herşeye tanıktır. O herşeyi bütün incelikleriyle çok iyi bilir.

İşte bu da O’nun isim ve sıfatları ile (Allah’ın vahdâniyetine) bir istidlâldir. Birincisi ise O’nun buyruk ve sözleriyle bir istidlâl idi. Âfakî ve enfüsî âyet’lerle istidlal ise O’nun fiilleriyle ve yaratıklarıyla istidlaldir.



Yüce Allah’ın İsim, Sıfat ve Fiilleriyle Vahdaniyetine Delil Göstermek


Allah’ın isim ve sıfatları (vahdâniyetine) nasıl delil gösterilir? Çünkü böyle bir yolla delil göstermek ıstılâh olarak alışılagelmiş bir yol değildir, diye sorulursa cevabımız şu olur:

Yüce Allah inkâr, ta’tîl, teşbih ve temsîl ile kirlenmemiş fıtratlara şunu yerleştirmiştir: O isim ve sıfatları ile kamil’dir. O kendi zatını vasfettiği ve Rasûllerinin kendisini nitelendirdiği sıfatlara sahiptir. Ayrıca O’nun kemaline dair yaratıklarına gizli kalan hususlar, onların bu konuda bildiklerinden çok daha büyüktür.

O’nun kutsal kemalinin bir tecellisi de herşeye tanık olması ve herbir şeye muttali olmasıdır. Öyle ki göklerde olsun, yerde olsun gizli ve açık bir zerre dahi O’nun için gayb değildir. Bu niteliğe sahip olan zata, kulların başkalarını ortak koşmaları, O’ndan başkasına ibadet etmeleri, O’nunla birlikte başka bir ilâh kabul etmeleri nasıl uygun olabilir? Kendisi hakkında en büyük yalanı uydurup, düzen kimsenin ve gerçeğe uygun olmayan şekilde haberler verenin bu haline herhangi bir şekilde tepki göstermeyerek, diğer taraftan bu yolda ona yardım edip, destek vermesi, şanını yüceltmesi, duasını kabul etmesi, düşmanını helâk etmesi, O’nun vasıtası ile bütün beşerî güçleri âciz bırakacak şekilde âyet’ler (belge ve mucizeler) ve deliller ortaya çıkartması; bütün bunları o kimsenin Allah’a karşı yalan söyleyen, iftira düzen bir kimse olmasına rağmen gerçekleştirmesi hiç O’nun kemaline yakışır bir şey midir?

Bilinen bir husustur ki O herbir şeye tanıktır. O’nun kudreti, hikmeti, izzeti ve kemali böyle bir şeyi kabil değildir. Bunun mümkün olacağını kabul edebilen bir kimse insanlar arasında Allah’ı tanımak imkânından en uzak bir kimsedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu yöntem, bu yol dopdoludur. Bu havas’ın izlediği bir yoldur. Onlar yüce Allah’ı, O’nun fiillerine, O’na yakışan fiillerin ve yakışmayanların neler olduğuna delil gösterirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnad etseydi. Biz onu elbette kuvvetle yakalardık. Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık. O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı." (el-Hakka, 69/44-47) Bu hususa dair daha geniş açıklamalar -Yüce Allah’ın izniyle- ileride gelecektir.

Yine Yüce Allah’ın isim ve sıfatları O’nun vahdaniyyetine ve şirkin batıl olduğuna da delil gösterilir. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: "O Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Melik (biricik egemen)dir. Kuddûs’dur (noksanlık gerektiren herşeyden münezzehtir), Selâm’dır (zat ve fiillerinde hür türlü kusurdan uzaktır), Mü’mindir (peygamberlerini mucizelerle doğrulayıp, tasdik edendir), Müheymin’dir (kullarının yaptıklarını herşeyi görüp, gözetleyendir), Azîzdir (herşey O’nun hükmüne boyun eğer, O’nun hükmüne karşı konulamayandır), Cebbâr’dır (halleri düzelten ya da hükmüne boyun eğmeye mecbur edendir), Mütekebbirdir (büyüklük ve azamette eşsiz olandır), Allah koştukları ortaklardan münezzehtir." (el-Haşr, 59/23) Kur’ân-ı Kerîm’de daha bunun gibi pek çok âyet-i kerîme vardır.

Bu yolu izleyenler pek azdır. Bu yolu ancak hâs olanlar bulabilirler. Çoğunluğun kullandığı delil gösterme yolu ise, görülen âyet ve belgeler iledir. Çünkü bu hem daha kolay izlenen bir yoldur, hem de daha geniş kapsamlıdır. Yüce Allah da yarattıklarından kimini kimine üstün kılandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de bir araya gelip, toplanmış özellikler ondan başkasında bir araya gelip toplanmış değildir. O hem delildir, hem de kendisi hakkında delil gösterilendir. Hem tanıktır, hem de kendisi lehine tanıklık olunandır. İşte Yüce Allah, Rasûlünün doğruluğuna delil teşkil edecek bir belge isteyenlere şöyle seslenmektedir: "Kendilerine karşı okunup duran, sana indirdiğimiz bu Kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır." (el-Ankebut, 29/51) ve devamı...



Tevhid Bakımından Kemal Derecesinde Olanlar


Peygamberlerin risaletlerinde getirdikleri ve kitapların bildirdikleri tevhid’in, ulûhiyyet tevhidi olduğu -az önce işaret olunduğu üzere- bilindiğine göre; tevhid’i üç ayrı türe taksim edip, bunu avam’ın tevhid’i; hakikatlerle sabit olanı da ikinci tür ve havass’ın tevhid’i, kıdem ile kaim olup havass’ın da havass’ının tevhid’i üçüncü tür tevhid olarak kabul edenlerin; böyle bir kısımlara ayırmalarına iltifat edilmez. Hiç şüphesiz tevhid bakımından insanların en mükemmelleri nebi’lerdir. Rasûller ise bu hususta onlardan da daha mükemmeldir. Rasûllerden ulu’l-azm diye bilinenleri ise tevhid bakımından onların en mükemmelleridir. Bunlar ise Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (Allah’ın salât ve selamı hepsine olsun) dir.

Tevhid bakımından bunların da en mükemmelleri iki halil Muhammed ve İbrahim (Allah’ın salât ve selamı ikisine olsun) dirler. Çünkü bu ikisinin ilim, marifet, hâl, insanları davet etmek ve cihad’ları itibari ile tevhid’in gereklerini yerine getirdikleri şekilde hiçbir kimse yerine getirebilmiş değildir. O halde rasûllerin ortaya koydukları, kendisine davet ettikleri diğer ümmetlerle uğrunda cihad ettikleri tevhid’den daha mükemmel ve daha ileri tevhid söz konusu değildir. Bundan dolayı Yüce Allah peygamberine bu hususta o rasûllere uymalarını emretmiştir. Nitekim Yüce Allah, İbrahim -Aleyhisselam-ın kavmi ile şirkin tutarsızlığı, buna karşılık tevhid’in doğruluğu ile ilgili tartışmasını ve onun soyundan gelen peygamberleri söz konusu ettikten sonra: "İşte bunlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetine uy." (el-En’âm, 6/90) diye buyurmaktadır. O halde Allah’ın Rasûlüne kendilerine uymasını emrettiği kimselerin tevhid’inden daha mükemmel bir tevhid söz konusu olamaz.

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- da ashab’ına sabahı ettikleri vakit şöyle dua etmelerini emrederdi; "İslam fıtratı, ihlas kelimesi, Peygamberimiz Muhammed’in dini ve hanif bir müslüman olan ve asla müşriklerden olmamış atamız İbrahim’in şeriatı üzere sabahı ettik." [1] demelerini öğretirdi.

İbrahim’in milleti (dini, şeriatı) tevhid’dir. Muhammed’in dini de onun Allah’tan getirdiği söz, amel ve itikaddir. İhlas kelimesi ise Allah’tan başka ilâh olmadığına şahidlik etmektir. İslam fıtratı ise Yüce Allah’ın kullarına emretmiş olduğu kendisini sevmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’na ibadet etmek, ubudiyyet ile zilletle boyun eğerek, emirlerine bağlı kalarak ve O’na yönelerek teslim olmak demektir.

İşte havass’ın da havass’ının tevhid’i budur. Kim bundan yüz çevirecek olursa beyinsizlerin de beyinsizidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendini bilmezden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirebilir! Andolsun ki Biz onu dünyada beğenip, seçmişizdir. O âhirette de muhakkak salihlerdendir. Hani Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: Alemlerin Rabbine teslim oldum, demişti." (el-Bakara, 2/130-131)



Kelâm’cıların Yöntemlerine Gerek Yoktur


Selim bir hissi ve kendisiyle ayırt etme gücüne sahip olacağı bir aklı bulunan bir kimsenin istidlâlde kelâmcıların normlarına, cedel’e, onların terimlerine ve yöntemlerine kesinlikle ihtiyaç duymaz. Hatta belki bunlar sebebiyle kendisini şaşkınlığa, sapıklığa, şüphe ve tereddüte ulaştıracak bir takım şüphe ve tereddütlere de düşebilir. Gerçek şu ki tevhid, bir kimsenin kalbi bu gibi olumsuzluklardan kurtulabildiği takdirde ancak kişiye faydalı olur. İşte Allah’ın huzuruna ancak kendisi ile varanların kurtulabileceği kalb-i selim de budur.

Şüphesiz havass’ın ve havass’ın da havass’ının tevhid’i olduğu iddia edilen ikinci ve üçüncü tür tevhid, kişiyi çoğu sûfî’lerin kendisine soyundukları yok oluşa (fena’ya) götürür. Bu da genelde ittihad (halik ile mahluk’un birliği) kanaatine ulaştıran çok tehlikeli bir yoldur.

İşte Yüce Allah’ın Rasûlüne indirmiş olduğu Allah’ın kelâmı budur. Allah Rasûlünün sünneti budur. Rasûlden sonra gelen en hayırlı neslin ve âriflerin önderleri olan imamların kanaatleri, görüşleri budur. Acaba onların sözlerinde görüş ve kanaatlerinde fena bulmaktan hiç sözedilmiş midir? Acaba onlardan herhangi birisi böyle bir taksim’e (tevhid’i kısımlara ayırmaya) kalkışmış mıdır? Bunun ortaya çıkış sebebi Harici’lerin aşırıya kaçışlarını andıran dinde ileri derecede aşırıya kaçıştan başkası değildir. Hatta bu, hristiyanların dinlerindeki aşırıya gidişlerinde benzer. Yüce Allah ise dinde aşırıya gitmeyi yermiş ve bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur: "Ey kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin. Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin." (en-Nisâ, 171); "De ki: Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş, bir çok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâ ve heveslerine uymayın." (el-Maide, 5/77)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmaktadır: "İşi zora koşmayın, Allah da aleyhinize olmak üzere işi zora koşar. Şüphesiz sizden öncekiler işi zora koştular, Allah da aleyhlerine olmak üzere işi sıkı tuttu. İşte onlardan arta kalanlar manastırlarda ve kiliselerdedirler. Bir de "Bizim kendilerine farz kılmaksızın, kendiliklerinden ortaya koydukları bir ruhbanlık." (el-Hadid, 57/27) Hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[2]



Hiçbir şey O’nun benzeri Değildir.



Allah’ın Benzersiz Olmasının Anlamı


Ehl-i sünnet zatında da, sıfatlarında da, fiillerinde de hiçbir şeyin Allah’ın benzeri ve dengi olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Fakat teşbîh (benzetme) lafzı insanların dilinde birden çok anlama gelme ihtimali olan mücmel bir lafız haline gelmiştir. Bu lafızla kimi zaman doğru manası kastedilebilmektedir. Bu ise Kur’ân-ı Kerîm’in reddettiği, aklın da delâlet ettiği Yüce Rabbin özellikleri itibariyle, yaratıklarının hiçbir sıfatı ile nitelendirilmeyeceği, hiçbir sıfatında mahlukat’tan hiçbir şeyin O’nun benzeri olmadığı anlamıdır: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11) Bu buyruğu ile Yüce Allah Muşebbihe’nin (Allah’ı herhangi bir şekilde mahlukata benzetenlerin) kanaatlerini reddetmektedir.

"O herşeyi işitendir, görendir." buyruğu da Allah’ın sıfatlarının varlığını kabul etmeyen Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.

Buna göre yaratıcının sıfatlarını yaratıkların sıfatları gibi kabul eden yerilmeyi hakketmiş, batıl’ın peşinden giden Muşebbihe’ye mensup birisi demektir. Yaratıkların sıfatlarını, yaratıcının sıfatı gibi kabul eden bir kimse küfürleri itibariyle hristiyanlara benzeyen birisidir.

Teşbîh’in (Allah’ın varlıklara benzetilmesinin) reddedilmesi ile Yüce Allah’ın hiçbir sıfata sahip olmadığı anlamını kastedenler de vardır. Bunlara göre O’nun kudreti vardır, ilmi vardır, hayatı vardır denilemez. Çünkü kulun da bu gibi sıfatları vardır. Bu iddianın kaçınılmaz sonucu olarak O hayy’dır, ilim sahibidir, kadir’dir de denilemez. Çünkü kula da bu isimler verilebilmektedir. O’nun kelâmı, işitmesi, görmesi, basar’ı ve benzer sıfatları da aynı durumda olur.

Bunlar (Muattıla) Allah’ın mevcud (var), herşeyi bilen (alîm), herşeye gücü yeten (kadîr), hayy (diri) olduğu hususunda ehl-i sünnet ile aynı kanaattedirler. Yaratılmış bir kimseye de mevcud, hayy, alîm ve kadîr denilebilir. Bu nefyedilmesi gereken bir teşbihtir denilemez. Çünkü bu Kitap ve Sünnetin ve sarih aklin delâlet ettiği bir husustur. Bu hususta aklı başında hiçbir kimse de muhalefet etmez. Çünkü Yüce Allah bir takım isimlerle kendi zatını adlandırdığı gibi, kullarının bir bölümüne de bu isimleri vermiştir. Kendi sıfatlarını da bir takım isimlerle adlandırmış ve kimi isimleri de yarattıklarının bazılarına sıfat olarak vermiştir. Ancak bu isimlere sahip olmak birbirinin aynı olmak demek değildir.

O kendi zatına hayy, âlim, kadîr, raûf, rahîm, azîz, hakîm, semî’, basîr, melik, mü’min, cebbar ve mütekebbir gibi isimler verdiği gibi; kimi kullarına da bu isimleri vermiştir. Mesela: "O ölüden diriyi (hayyı) çıkartır." (el-En’âm, 6/95); (er-Rûm, 30/19) diye buyurduğu gibi; "Ve ona alim (çok bilgili) bir oğul müjdesi verdiler." (ez-Zariyat, 51/28) diye buyurmaktadır.

Başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: “Biz ona halîm (çok tahammülkar, kusurları affedici) bir oğul müjdesi verdik." (es-Saffat, 37/101); "Mü’minlere karşı rauf ve rahîm’dir (çok şefkatli, çok merhametlidir)" (et-Tevbe, 9/128); "Biz onu semî’ ve basîr (işitici ve görücü) kıldık." (el-İnsan, 76/2); "Aziz’in karısı dedi ki..." (Yusuf, 12/51); "Onların gidecekleri yerde de bir melik (hükümdar) vardı." (el-Kehf, 18/79); "Hiç mü’min olan kimse..." (es-Secde, 32/18); "Allah büyüklük taslayan her zorbanın (cebbar) kalbini işte böyle mühürler." (el-Mu’min, 40/35)

Kısacası bilinen husus şu ki: Hayy olan herkes hayy olan Allah’a, alim diye adlandırılan herkes alîm olan Allah’a, azîz diye bilinen herkes azîz olan Allah’a benzemez. Diğer isimler de böyledir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar." (el-Bakara, 2/255); "O’nu ilmiyle indirmiştir." (en-Nisa, 4/166); “O’nun ilmi dışında hiçbir dişi ne gebe kalır, ne de doğurur." (Fatır, 35/11); “Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren hem de çetin kuvvet sahibi olan" (ez-Zariyat, 51/58); “Kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha üstün güce sahip olduğunu görmezler mi?" (Fussilet, 41/15)

Câbir Radıyallahu anh’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- bize Kur’ân-ı Kerîm’in bir suresini öğretircesine bütün hususlarda istihâre yapmayı öğretir ve şöyle buyururdu: "Sizden herhangi bir kimse bir iş hakkında karar verirse, farzın dışında iki rek’at namaz kılsın, sonra da şöyle dua etsin: Allah’ım Senin ilminle Senden hayırlısını diliyorum (istihâre yapıyorum.) Senin kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O pek büyük lütfundan senden dilerim. Çünkü Sen kadîr’sin, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen gaybları en iyi bilensin. Allah’ım eğer şu işin benim için dinimde, dünya hayatımda ve âkıbeti itibariyle hayırlı olduğunu biliyor isen -yahut ta: dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- onu benim için takdir et ve bana onu kolaylaştır. Sonra da onu benim için mübarek kıl. Eğer şu işin benim için dinimde, hayatımda ve akıbeti itibariyle -yahutta dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- kötü olduğunu biliyor isen onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hayır nerede ise onu benim için takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl. (Peygamber) buyurdu ki: Ve o ihtiyacının adını zikreder (ek bu duayı yapar.)" Hadisi Buharî rivayet etmiştir.[3]

Nesaî’nin ve başkalarının kaydettiği Ammâr b. Yasîr’in rivayet ettiği hadiste de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şu duayı yaparmış: "Allah’ım, gaybı bilen ilminle, bütün mahlukata yeten kudretinle Senden istiyorum: Hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Eğer ölüm benim için hayırlıysa da canımı al. Allah’ım ben Senden, gizlilikte ve açık hallerimde Senden korkmayı dilerim. Kızgınken ve hoşnutken hak söz söylemeyi dilerim. Zenginken ve fakirken (israftan uzak) orta yollu olmayı dilerim. Senden bitip tükenmeyecek nimetler, ardı arkası kesilmeyecek göz aydınlığı dilerim. Hakkımdaki kaza ve takdirinden sonra (o hususta) beni hoşnut kılmanı dilerim. Ölümden sonra senden rahat bir yaşayış isterim. O kerim yüzüne bakmak lezzetini, sana kavuşma şevkini -hiçbir zarar görmeksizin, saptırıcı bir fitneye de maruz kalmaksızın- dilerim. Allah’ım Sen bizi iman ziynetiyle süslendir ve hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş kimselerden kıl."[4]

-----------------------------------------------------

[1] Müsned, III, 406, 407.

[2] Ebû Dâvûd 4904.

[3] Buhârî 1162, 6382, 7390; Tirmizî 480; Ebû Davûd 1538; İbn Mace 1373.

[4] Nesâî, III, 54-55; Müsned, IV, 264.

el-Akîdetü't-Tahâviyye ve Şerhi / İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi
0 yorum:

Yorum Gönder

Guraba Kitaplık..

Guraba Kitaplık..
tavsiye kitap..

Guraba Arşiv..

Guraba Yazılar..


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)