GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Arş ve Kürsî - Üstte Oluş Konusu..

Etiketler: ,
"Arş ve Kürsî haktır."

'Arş ve Kürsî

Nitekim Yüce Allah da Kitabında böyle açıklamıştır: "Arş’ın sahibidir, Mecîd’dir." (el-Buruc, 85/15); "O dereceleri yükseltendir, 'Arş’ın sahibidir." (el-Mu’min, 40/15); "Rahman 'Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5); "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) ve Kur’ân-ı Kerîm’de daha bir çok âyet-i kerîme’de 'Arş’tan söz edildiğini görüyoruz:

"O’ndan başka hiçbir ilah yoktur, şerefi büyük Arş’ın Rabbi O’dur." (el-Müminûn, 23/116) "Allah O’dur ki O’ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş’ın Rabbidir." (en-Neml, 27/26); "Şu Arş’ı yüklenenler ve etrafında bulunanlar Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler." (el-Mu’min, 40/7); "O gün de üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenirler." (el-Hâkka, 69/17); "Melekleri de 'Arş’ın etrafını kuşatmış görürsün. Rablerini hamd ile tesbih ederler." (ez-Zumer, 40/75)

Sahih’te rivayet olunmuş, sıkıntı anlarında yapılacak duada da şu ifadeler geçmektedir: "Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. O pek büyüktür, Halim’dir. Allah’tan başka ilah yoktur, O büyük 'Arş’ın Rabbidir. Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbidir, yerin Rabbidir, kerim olan Arş’ın Rabbidir."[168]

Buharî’nin Sahih’inde de Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah’tan cenneti istediğiniz zaman Ondan Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, cennetin en orta yeridir. O'nun üstünde de Rahman’ın 'Arş’ı vardır."[169]

"O’nun üstünde" anlamındaki kelime zarf olarak anlaşılacak şekilde nasb ile rivayet edildiği gibi, onun tavanı Rahman’ın 'Arş’ıdır, anlamına gelecek şekilde mübtedâ olarak ref, ile de rivayet edilmiştir.

Kelam bilginlerinden bir kesimin kanaatine göre 'Arş, bütün yönleri ile dairesel ve her yönden kâinatı kuşatan bir yörünge şeklindedir. Kimi zaman 'Arş’a "el-Feleku’l-Atlas" ile "el-Feleku’t-Tasi’ (dokuzuncu felek)" adını verdikleri de olur.

Ancak bu doğru değildir, zira şeriatte sabit olduğuna göre 'Arş’ın bacakları vardır ve melekler onu taşır. Nitekim Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar baygın düşecekler. İlk ayılan kişi ben olacağım. Bir de ne göreyim, Musa 'Arş’ın bacaklarından birisini yakalamış. Bilemiyorum, benden önce mi ayılmış olacaktır, yoksa Tur’daki baygınlığının karşılığı mı ona verilmiş olacaktır?"[170]

Sözlükte 'Arş hükümdara ait olan tahttan ibarettir. Nitekim Yüce Allah Belkıs’in arşı ile ilgili olarak: "Onun bir de büyük bir arşı (tahtı) var." (en-Neml, 27/23) diye buyurmaktadır.

'Arş bir felek değildir. Araplar da ondan böyle bir mana anlamazlar, Kur’ân-ı Kerîm’de Arapça inmiştir. O halde 'Arş meleklerin taşıdığı ve bacakları olan bir tahttır. Âlemin üzerinde kubbe biçimindedir, o bütün mahlukatın tavanı durumundadır.

Allah’ın kelamını tahrif ederek 'Arş’ı mülk ve egemenliğin ifadesi olarak yorumlayanlar acaba Yüce Allah’ın şu buyruğunu nasıl açıklarlar: "O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş’ını yüklenir." (el-Hâkka, 69/17); "Arş’ı da su üstünde iken..." (Hûd, 11/7)

Acaba bunlar: O gün Yüce Allah’ın mülkünü sekiz melek yüklenir, O’nun mülkü su üzerinde idi mi, diyorlar? Buna göre Musa -Aleyhisselam- da mülkün bacaklarından birisini mi yakalamış olacaktır? Hiç ne söylediğini bilen, aklı başında bir kimse böyle bir şey söyler mi?

Kürsî’ye gelince Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O’nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." (el-Bakara, 2/255)

Kürsî’nin 'Arş ile aynı şey olduğu söylenmiştir. Ancak doğru olan ondan başka bir şey olduğudur. Bu husus İbn Abbas -Radıyallahu anh’ın yanısıra İbn Ebi Şeybe’nin Sıfatu’l-Arş kitabında ve Hâkim’in Müstedrek’inde kaydettikleri gibi başkalarından da rivayet edilmiştir.

O’nun Kürsî’sinin ilmi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas’a da nisbet edilmiştir.[171]

Ancak ondan gelen sağlam rivayet az önce geçtiği üzere İbn Ebi Şeybe’nin naklettiği rivayettir. Bundan başka açıklamalarda bulunanların ise mücerred zannın dışında herhangi bir delili yoktur. Açıkça anlaşıldığı kadarıyla bu gibi açıklamalar da 'Arş hakkında söylenen sözler gibi yerilmiş kelamcıların dağarcıklarındandır. Kürsî olsa olsa selef’ten birden çok kimsenin söylediği gibi 'Arş’ın önündedir.



"O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındaki varlıklara da ihtiyacı yoktur. O herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir. Bütün mahlukat ise böyle bir kuşatıcılıktan âcizdir."



Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "O’nun Arş’a da, Arş’ın dışındakilere de ihtiyacı yoktur" sözüyle ilgili olarak Yüce Allah’ın şu buyruklarını hatırlatalım: "Şüphesiz ki Allah âlemlere muhtaç değildir." (Al-i İmran, 3/97); "Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz, Allah ise O, kimseye muhtaç olmayandır. Her hamde layık olandır." (Fâtır, 35/15)

Tahâvî’nin-Allah ona rahmet etsin- burada bu ifadeleri kullanmasının sebebi şudur: O 'Arş ve Kürsî’yi söz konusu ettikten sonra O’nun 'Arş’a da, 'Arş’ın dışındaki varlıklara da muhtaç olmadığını dile getirerek, 'Arş’ı yaratıp üzerine istivâ etmesinin, bu ona olan bir ihtiyacından ileri gelmediğini açıklamak istemiştir. O bunu ihtiyacı dolayısıyla yaratmamıştır. Aksine bunu gerektiren bir hikmeti vardır.

Üstte olanın, altta olanın üzerinde olması altta olanın, üstte olanı ihtiva edip onu kuşatmasını, onu taşıyor olmasını gerektirmediği gibi; üstte olanın, altta olana muhtaç olmasını da gerektirmez. Yüce Rabbimiz bundan çok daha büyüktür, yücedir. O’nun yüceliğinin böyle bir hususu gerektirmesinden münezzehtir. Aksine O’nun yüceliğinin gerekleri kendine has özelliklerindendir. Bu da kendi kudretiyle altta olanı taşımasıdır. Altta olanın, O’na muhtaç olmasıdır. Kendisinin ise alttakine muhtaç olmaması ve O’nu kuşatıcı olmasıdır.

Yüce Allah 'Arş’ın üstündedir. Bununla beraber O 'Arş’ı ve 'Arş’ı taşıyanları kudretiyle birlikte taşır, 'Arş’a da muhtaç değildir. Buna karşılık 'Arş’ın (var olmak için) ona ihtiyacı vardır. O 'Arş’ı da kuşatır, fakat arş onu kuşatmaz. O 'Arş’ın sınırlarını hasretmiştir, ancak 'Arş onu hasredemez. İşte bunlar Yüce Allah hakkında söz konusu olup mahlukatta bulunmayan özelliklerdir.

Allah’ın yüceliğini nefyeden Muattile şâyet bu hususu bu şekilde etraflı olarak ele almış olsalardı dosdoğru yola hidayet bulurlar, aklın indirilen vahye mutabık olduğunu anlarlar, delilin peşinden yol alırlardı. Fakat onlar delilden uzak düştükleri için yolu da kaybettiler. Bu hususta mesele İmam Malik -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-in dediği gibidir. Ona Yüce Allah’ın: "Sonra 'Arş’a istivâ etti." (el-A’raf, 7/54) buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti? diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “İstivânın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyet ise meçhuldür.”

Aynı cevab Ummu Seleme -Radıyallahu anh-dan mevkuf olarak da Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-e, merfu olarak da rivayet edilmektedir.

"O herşeyi kuşatandır ve O, herşeyin üstündedir." ifadesi bazı nüshalarda: "O’nun üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindedir. Ancak doğru olan birinci nüshadır. Bunun da anlamı şudur: O herşeyi ve herşeyin üstündekileri kuşatıcıdır. İkincisinin anlamı da: O 'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır, şeklindedir. Bu da -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- ya bazı müstensih’lerin yanılarak düşürdüğü bir harf sonucudur, sonra bazıları bu nüshadan istinsah edegelmişlerdir, yahut ta sapık bazı tahrifçiler fesat kastıyla ve Yüce Allah’ın fevkıyyet sıfatını inkar amacıyla bilerek düşürmüş olabilirler. Yoksa 'Arş’ın bütün mahlukatın üstünde olduğuna dair delil açıkça ortadadır. Mahlukattan O'nun üzerinde de hiçbir varlık yoktur. Dolayısı ile durum bu olduğuna göre; "'Arş’ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindeki ifadesinin bir anlamı olamaz. Zira arşın üstünde kuşatılacak bir yaratık bulunmamaktadır. Buna göre doğru olan birinci şekilden başkası olamaz, anlamı da şöyle olur: Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir.

Onun herşeyi kuşatıcı olmasına gelince, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Allah onları arkalarından kuşatandır." (el-Burûc, 85/20); "Uyanık olun, muhakkak O herşeyi kuşatandır." (Fussilet, 41/54); "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah herşeyi kuşatıcıdır." (en-Nisa, 4/126)

Burda O’nun mahlukatını kuşatıcılığından kasıt, O’nun felek gibi olduğunu anlatmak ve mahlukatın O’nun mukaddes zatının içinde kaldığını söylemek değildir. Yüce Allah bundan yücedir, münezzehtir. Bundan kasıt ancak şudur: Bu kuşatıcılık azamet, genişlik, ilim ve kudret kuşatıcılığıdır. Mahlukatın onun azametine nisbeti ancak bir hardal tanesi gibi olabilir. Nitekim İbn Abbas -Radıyallahu anh-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yedi semavat, yedi arz, onların içindekiler ve onların aralarında bulunanlar Rahman olanın elinde ancak sizden herhangi birinizin elindeki bir hardal tanesi gibidir.

-En yüce misal elbette ki Allah’a mahsustur- bilindiği gibi bizden herhangi bir kimsenin elinde bir hardal tanesi varsa, dilerse onu avucunun içerisine alır ve avucu onu çepeçevre kuşatır. Dilerse onu altında bırakır. Her iki halde de o bu hardal tanesinden ayrı ve farklıdır. Ondan yücedir ve bütün yönleriyle onun üstündedir.

Hiçbir vasfın azametini kuşatamayacağı o azim olanın azametini nasıl tasavvur etmeliyiz? Eğer dilerse o bugün dahi semavatı ve arzı avucu içerisine alır ve kıyamet gününde bunlara yapacağının bir benzerini bugün yapabilir. Çünkü kıyamet gününde şu anda sahip bulunmadığı bir kudrete o vakit yeniden sahip olacak değildir. Bununla birlikte akıl Yüce Allah’ın kainatın bir takım parçalarına -semavatının üzerinde ‘Arş’ının üstünde olmakla birlikte- yakınlaşmasını yahut ta yarattıklarından dilediği kimseyi kendisine yaklaştırmasını nasıl uzak görebilir? Bunu kabul etmeyen, Yüce Allah’ı layıkı veçhiyle takdir etmiş olamaz.



Üstte Oluş


Yüce Allah’ın kainatın üstünde oluşu ile ilgili olarak da şöyle buyurulmuştur: "Kullarının üstünde kahir olandır O." (el-En’âm, 6/18 ve 61); "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar..." (en-Nahl, 16/50)

Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Allah mahlukatı yaratma hükmünü verdiğinde, kendisinin nezdinde 'Arş’ın üstünde bulunan bir kitaba şunları yazdı: Şüphesiz Benim rahmetim, gazabımı geçmiştir."[172] Bir başka rivayette de; "Rahmetim gazabıma galip gelir" şeklindedir. Bu hadisi Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.

Müslim de Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Yüce Allah’ın: "O hem ilk’tir, hem âhir’dir, hem zahir’dir, hem batın’dır." (el-Hadid, 57/3) buyruğunu şu sözleriyle açıkladığını rivayet etmektedir: "Sen ilksin, Sen’den önce hiçbir şey yoktur, Sen âhirsin, Sen’den sonra hiçbir şey yoktur. Sen zahir’sin, Senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen batın’sın, Sen’den öte hiçbir şey yoktur."[173]

Burada zahir olmaktan kasıt üstte, yukarda oluştur. Yüce Allah’ın şu buyruğunda da bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Artık O’na zahir olamadılar." (el-Kehf, 18/97) yani O’nun üstüne çıkamadılar.

Bu dört isim karşıt isimlerdir. Bunların ikisi Yüce Rabbimizin ezeli ve ebedi oluşu ile, ikisi de yüceliği ve yakınlığı ile ilgilidir. Kureyza oğulları günü Sâd b. Mu'az onlar hakkında savaşçılarının öldürülmesi, çoluk çocuklarının da esir alınması şeklinde hüküm vermesi üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştu: "Andolsun ki onlar hakkında yedi semanın üstünden mutlak melik (egemen olan Allah) ın hükmü ile hüküm vermiş bulunuyorsun." Bu sahih bir hadistir, bunu el-Umevî, Meğazî’sinde rivayet etmiş olup, aslı Buharî ile Müslim’in Sahih’lerindedir.[174]

Buharî’de yer alan rivayete göre Zeyneb -Radıyallahu anh-, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle dermiş: "Sizleri akrabalarınız evlendirdi, beni ise Allah yedi semanın üzerinden evlendirdi."[175]

Ömer -Radıyallahu anh-dan rivayete göre bir seferinde yaşlı bir kadının yanından geçerken, bu kadın onu durdurmuş o da onunla birlikte durup onunla konuşmaya koyulmuş. Bir adam: Ey mü’minlerin emiri, bu yaşlı kadından ötürü sen insanları beklettin deyince, şöyle cevap vermiş: Yazık sana, sen bunun kim olduğunu biliyor musun? Bu, Yüce Allah’ın şikayetini yedi semanın üstünden dinleyip kabul ettiği kadındır. Bu, Yüce Allah’ın hakkında: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah’a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir." (el-Mücadele, 58/1) buyruğunu indirdiği Havle’dir. Bu hadisi de Darimî rivayet etmiştir.[176]

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in hadislerini, selef’in sözlerini duyan bir kimse bu sözler arasından Yüce Allah’a fevkıyyet (yukarda oluş)in izafe edildiği, sayılamayacak kadar çok ifade tesbit edebilir.

Şüphe yok ki Yüce Allah, mahlukatı yarattığında onları kendi mukaddes zatı içerisinde yaratmamıştır. O bundan pek yücedir, O Ehad’dir, doğmamış ve doğurmamış olan Samed’dir. O halde onları kendi zatı dışında yaratmış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yüce Allah kendi nefsiyle kaim, âleme karışmamış alemle içiçe olmamak vasıfları ile birlikte zatı ile fevkıyyet (yukarda oluş) sıfatına sahip kabul edilmezse, bunun zıttı sıfatlara sahip demektir. Çünkü bir şeyi kabil olan o şeyden yahut onun zıttından uzak kalamaz.

Bizler O’nun fevkıyyeti kabil olduğunu -onu nefyetmekten ötürü zıttının sabit oluşu söz konusu olmasın diye- kabul edemeyiz, denilecek olursa şöyle cevap verilir:

Eğer Yüce Allah, uluvv (yüksekte oluş) ve fevkıyyet (yukarda oluş)u kâbil değil ise, O’nun kendi başına var olan bir hakikati söz konusu olamaz. Sizler O’nun kendi başına varlığı ortada olan bir zat olduğunu ve âlem ile içiçe yahut karışık olmadığını, âlemin dışında var olduğunu kabul ettiğinize göre; O’nun varlığı sadece bir zihnî varlık olmasa gerektir. Aksine O’nun, zihinlerin dışında kat’î olarak varlığı söz konusudur.

Bütün akıl sahibi kimseler kesin olarak şunu bilirler: Bu şekilde bir varlığa sahip olan bir zat ya âlemin içindedir, ya âlemin dışındadır. Bunu inkâr etmek ise hiç şüphesiz kesin ve apaçık işlerin en açık ve belirgin olanını inkar etmek demektir. Buna dair hangi delil getirilirse getirilsin mutlaka O’nun kainattan ayrı bir varlık olduğuna dair bilgi daha açık ve daha kesinlikle ortada olan bir gerçektir.

Üstte oluş ve yukarda oluş bir kemal sıfatı olup bunda bir eksiklik yoktur, eksikliği gerektirmediğine, bir mahzur taşımadığına, Kitaba, sünnete ve icma’a aykırı olmadığına göre bunun hakikatini nefyetmek, batıl’ın ta kendisi ve kesinlikle hiçbir şer’î hükmün ifade etmediği imkansız bir iddia olur.

O halde bunu (üstte ve yüksekte olşunu) kabul etmeksizin O’nun varlığını kabul etmek, peygamberlerini tasdik etmek, Kitabına ve rasûlünun getirdiklerine iman etmek, söz konusu olmayacağına göre; bir de bunlara sağlıklı akılların, dosdoğru fıtratların, Yüce Allah’ın mahlukatının üstünde oluşuna ve kullarının fevkinde bulunuşuna dair yaklaşık yirmi tür civarında çeşitli ve muhkem nass’ların varid olduğunu da katacak olursak (O’nun ulviyyetini ve fevkıyyetini kabul etmeksizin bütün bunlara iman nasıl mümkün olabilir?)



Yüce Allah’ın Fevkıyyetini Ortaya Koyan Çeşitli Nass’lar


1- Bizzat fevkıyyeti tayin eden "min:...den, dan" edatı ile birlikte açıkça fevkıyyetin zikredilmesi, Yüce Allah’ın: "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar." (en-Nahl, 16/50) buyruğu gibi.

2- Bu edat olmaksızın yine fevkıyyetin (yukarda oluşun) söz konusu edildiği buyruklar. Yüce Allah’ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O." (el-En’âm, 6/18 ve 61) buyruğu gibi.

3- O’na doğru yükselişin açıkça zikredildiği buyruklar; "Melekler ile Ruh O’na miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselirler." (el-Meâric, 70/4) buyruğu gibi. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in da: " Onlar arasında geceyi geçiren melekler yukarıya çıkarlar (urûc ederler.) O da onlara... sorar."[177]

4- O’na doğru yükselişin (suûd) açıkça ifade edilmesi; "Güzel söz yalnız O’na yükselir (suûd)." (Fatır, 35/10) buyruğu gibi.

5- Bir takım mahlukatı kendisine doğru yükseltip kaldırdığına dair açık ifadeler. Yüce Allah’ın: "Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır." (en-Nisâ, 4/158); "Muhakkak Ben seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim." (Âl-i İmran, 3/55)

6- Hem zat, hem kadr, hem şeref itibariyle uluvvun bütün mertebelerine delâlet eden mutlak uluvv (üstünlük, yücelik) lafzının açıkça ifade edilmesi. Yüce Allah’ın: "Ve O, aliyydir (en yücedir), aziym’dir." (el-Bakara, 2/255); "Ve O, aliyydir, pek büyüktür." (Sebe’, 34/23); "Şüphesiz ki O aliyydir, hakîmdir." (eş-Şura, 42/51) buyrukları gibi.

7- Kitabın kendi nezdinden indirilmiş olduğunun açıkça ifade edilmesi. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Kitabın indirilmesi mutlak galip her işi hikmet dolu Allah tarafındandır." (ez-Zümer, 39/1); "Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır." (el-Mu’min, 40/2); "(Bu kitap) Rahman, Rahim olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/2); "O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42); "De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail)... Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/102); "Ha. Mim. Mubin Kitaba yemin olsun ki şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz korkutup, uyaranlarız. O gecede hikmetli herbir iş tarafımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz gönderenleriz." (ed-Duhan, 44/1-5)

8- Bazı yaratıkların kendi nezdinde bulunmak özelliğine sahip olduklarını, bazılarının diğerlerine göre kendisine daha yakın olduğunu açıkça ifade eden buyruklar: "Şüphe yok ki Rabbin nezdindekiler..." (el-A’raf, 7/206); "Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur. O’nun yanında olanlar ise..." (el-Enbiya, 21/19) Bu buyrukta görüldüğü gibi genel olarak "kendisinin olanlar" ile özel olarak kulları ve emri altında bulunanlardan "nezdindekiler" arasında bir fark olduğunu vurgulamaktadır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in Yüce Rabbin kendisi hakkında yazmış olduğu kitap ile ilgili: " O kitap O’nun nezdinde "Arş’ın üstündedir."[178] şeklindeki sözleri de bu kabildendir.

9- Yüce Allah’ın semada olduğunun açıkça ifade edilmesi. Bu ehl-i sünnete mensub müfessirlere göre iki şekilden birisi ile açıklanır. Ya bu gibi ifadelerdeki "fi: ...de, da" edatı "ala: üstünde, üzerinde" anlamındadır, yahut ta "sema" ile üstte oluş kastedilmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur ve bunun dışında bir anlama yorumlanması da caiz değildir.

10- Özellikle mahlukatın en üstünde bulunan 'Arş’a has olarak "ala: ...e, a" ile birlikte açıkça istivâ lafzının kullanılması. Çoğunlukla bunun tertibe (sıraya) ve mühlete delâlet eden "sümme: sonra" edatı ile birlikte kullanıldığı görülmektedir.

11- Yüce Allah’a ellerin kaldırılması ifadesinin açıkça kullanılması. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in şu buyruğu gibi: "Şüphesiz Allah kulu kendisine doğru ellerini kaldırdığı takdirde onları bomboş olarak geri çevirmekten haya eder."[179] Sadece yüksekte oluş, duanın kıblesidir, demek hem kat’î olarak, hem de fıtrat gereği batıl’dır. Çünkü böyle bir şeyi ileride Yüce Allah’ın izniyle geleceği gibi dua eden herkes, zaten kendi içinde hisseder.

12- Yüce Allah’ın dünya semâsına her gece indiğinin açıkça ifade edilmesi.

13- Hissedilir (müşahhas) bir şekilde O’nun yüksekte oluşuna işaret etmek. Nitekim O’nu, O’nun hakkında kabul edilmesi gerekenleri, O’nun için imkansız olanları bütün insanlardan daha iyi bilen (son peygamber) O’na böylece işaret etmiştir:

Hiçbir kimsenin benzeri bir topluluğun etrafında bulunmadığı, o en büyük topluluğun bir araya geldiği, en büyük günde ve en büyük yerde onlara şöyle demişti: "Sizlere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne diyeceksiniz?" Onlar şöyle cevap verdiler: Senin tebliğ ettiğine, görevini eksiksiz yerine getirdiğine, gereken şekilde nasihatta bulunduğuna şahitlik edeceğiz. Bunun üzerine parmağını semaya doğru kaldırdı. Parmağını semanın da, herşeyin de üstünde olana kaldırarak; "Şahid ol Allah’ım" dedi.[180]

Biz adeta o değerli parmağın Yüce Allah’a doğru kaldırılmış olduğunu görüyor; o şerefli dilin parmağını kaldırdığı zata "şahid ol Allah’ım" diye seslendiğini işitiyor gibiyiz. Bizler onun apaçık bir tebliğde bulunduğuna, emrolunduğu şekilde Rabbinin risaletini eksiksiz yerine getirdiğine, ümmetine de son derece nasihatta bulunduğuna şahitlik ediyoruz.

Artık onun beyanı, tebliği, açıklaması ve izahı ile birlikte aşırıya kaçıp olmadık sözler söylemeye ve olur olmaz, yerli yersiz izahlarda bulunmaya ihtiyaç yoktur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.

14- "Eyne: Nerede" lafzının açıkça kullanılması. İnsanlar arasında Yüce Allah’ı en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, doğru manayı en fasih bir şekilde açıklayan o yüce peygamberin hiçbir şekilde batıl bir anlam vehmettirmeyen "eynallah: Allah nerede?"[181] lafzını birden çok yerde kullanmış olması buna örnektir.

15- Rabbinin semada olduğunu söyleyen kimse lehine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in iman sahibi olduğuna dair şahitlikte bulunması.

16- Yüce Allah’ın Firavun hakkında, onun Musa’nın ilahı olduğunu görmek maksadıyla semaya doğru yükselmek istediğini haber vermesi ve böylelikle Firavu’nun, Musa -Aleyhisselam-ın haber vermiş olduğu, O’nun semavatın üzerinde olduğunu yalanlamaya kalkışması. Bu maksatla Firavun şöyle demişti: "Ey Haman! Benim için yüksek bir kule yap. Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına. Sonunda belki Musa’nın ilahının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı sanıyorum." (el-Mu’min, 40/36-37)

O halde Cehmiye’den olup Yüce Allah’ın yüceliğini kabul etmeyenler Fir’avnî’dirler. O’nu kabul edenler ise Musa ve Muhammed’in yolundadırlar.

17- Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in namazın hafifletilmesi maksadıyla Mi’raç gecesinde Musa -Aleyhisselam- ile Rabbi arasında defalarca gidip geldiğini haber vermiş olması. Her seferinde Rabbine doğru yükseliyor, sonra da Musa -Aleyhisselam-a dönüyordu ve bu bir kaç defa tekrarlanmıştır.

18- Cennet ehlinin Yüce Allah’ı göreceklerine delalet eden Kitap ve sünnetteki pek çok nass ile Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in onu arada bulut bulunmaksızın güneşi ve ondördündeki ay’ı gördükleri gibi göreceklerini haber vermesi. Onlar, O, yüce zatı ancak onların üstünde olduğu halde göreceklerdir.

Yüce Allah’ın yukarda oluşunun inkârı, ancak görüleceğinin inkarı ile mümkün olabilir.

Bundan dolayı Cehmiye’ye mensup olanlar her ikisini de inkâr etmişlerdir. Ehl-i sünnet ise her ikisini de tasdik edip kabul etmişlerdir. Görmeyi kabul edip, yukarda oluşu kabul etmeyenler ise ikisi arasında bir yerde kalmıştır. Ne bunlardan olmuş, ne ötekilerden olabilmişlerdir.

İşte bu tür deliller eğer birer birer serdedilmeye kalkışılacak olursa, yaklaşık bin delil kadar olur. Bunu te’vil etmeye kalkışan kimsenin bütün bunlara ayrı ayrı cevap vermesi gerekir. Hepsine cevap vermek bir tarafa, bunların bir bölümüne dahi sağlıklı ve doğru cevap vermek imkanı nereden bulunacak ki?



Selef’in Uluvv (Yukarda Oluş) Sıfatının Kabulünü Ortaya Koyan Bazı Sözleri


Yüce Allah’ın uluvv (üstünlük, yücelik) sıfatını kabule dair selef’in sözleri oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:

Şeyhu’l-İslam Ebu İsmail el-Ensarî "el-Faruk" adlı eserinde senedini kaydederek Ebu Mutî’ el-Belhî’den şunu nakletmektedir: Ebu Mutî’, Ebu Hanife’ye: Ben Rabbimin semada mı yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum, diyen bir kimsenin durumu hakkında soru sormuş. Ebu Hanife’de: Bu kimse kâfir olur demiştir. Çünkü Yüce Allah: "Rahman Arş’a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) diye buyurmaktadır. O’nun Arş’ı ise yedi semanın üstündedir. Ben: Eğer O Arş’ın üzerindedir, dediği halde bilemiyorum Arş semada mıdır, yoksa yerde midir? diyecek olursa (durumu ne olur) diye sordum. Yine: O kâfirdir, çünkü o Yüce Allah’ın semada olduğunu inkar etmiş olur. O’nun semada olduğunu inkar eden de kâfir olur, dedi. Başkası da şunu da ilave etmektedir: Çünkü Allah a’lâ’yı illiyyindedir. O’na yukarıdan dua edilirken, eller yukarıya kaldırılır aşağıya indirilmez.

Ebu Hanife’nin mezhebine müntesib olanlardan bunu kabul etmeyenlerin bu reddedişlerine iltifat edilmez. Çünkü ona Mutezile’den ve başkalarından onun kabul ettiği itikadî esasların birçoğunda ona muhalefet eden pek çok kesimler intisab etmiştir. Malik, Şafiî ve Ahmed’e de inandıkları bazı hususlarda onlara muhalefet eden bir takım kimseler de intisab edebilirler. Ebu Yusuf’un, Bişr el-Merîsî’nin Yüce Allah’ın Arş’ın üzerinde olduğunu inkar etmesi üzerine tevbe etmeye çağırması olayı oldukça meşhurdur. Bunu Abdu’r-Rahman b. Ebi Hatim ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Her kim "fevk: yukarda oluş"u kullarından daha hayırlı ve onlardan daha faziletli, O’nun Arş’tan daha hayırlı ve daha faziletli olması anlamına yorumlayacak olur ve bu sözleri: Emir vezirin fevkındedir, dinar dirhem’in fevkındedir sözlerine benzetecek olursa, şunu belirtelim ki bu selim olan akılların nefret ettiği, sağlıklı kalplerin tiksindiği bir açıklama şeklidir.

Çünkü bir kimsenin doğrudan Allah kullarından hayırlıdır ve Arş’ından hayırlıdır demesi, o kimsenin kar soğuktur, ateş sıcaktır, güneş kandil’den daha aydınlıktır, sema evin tavanından daha yukarıdadır, dağ çakıldan daha ağırdır, Allah’ın Rasûlü filan yahudi’den daha faziletlidir, sema arzın üstündedir demesi kabilinden bir sözdür. Böyle bir ifadede Yüce Allah’ı ne temcid, ne ta’zim söz konusudur, ne de övmek. Aksine bu gibi ifadeler en bayağı, en sıradan ve en çirkin ifadeler arasındadır.

Cinlerin ve insanların benzerini meydana getirmek için bir araya gelecek olsalar dahi biri diğerine yardımcı olsa bile benzerini getiremeyecekleri Allah’ın kelamına bu kabil ifadeler nasıl yakıştırılabilir? Hatta bu gibi ifadelerde çokça kullanılan meselde görüldüğü gibi, şanı eksiltmek dahi söz konusudur:

"Görmez misin ki kılıcın kadrini düşürmektir,

Kılıç asadan daha keskindir, denildiği vakit."

Mesela bir kimse, mücevher balığın pulundan, soğanın kabuğundan daha üstündür, diyecek olsa akıl sahibi herkes aralarındaki pek büyük farklılıktan dolayı bu söze güler. İşte yaratan ile yaratılmış arasındaki fark bununla kıyas edilmekten bile çok daha büyüktür. Ancak eğer batıl peşinde bulunan bir kimseye karşı bir delil getirmek maksadıyla konum bu kabilden söz söylemeyi gerektiriyorsa durum farklıdır. Nitekim Yusuf es-Sıddiyk -Aleyhisselam-ın şu sözleri bu kabildendir: "Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi altında tutan Allah mı?" (Yusuf, 12/39) Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu türdendir: "Allah hem daha hayırlıdır, hem de daha kalıcıdır." (Tâhâ, 20/73)

Fevkınde oluşun bu anlamı, her bakımdan söz konusu olan mutlak fevkıyetin kapsamı içerisindedir. Yüce Allah, herşeye galip gelmek (Kahhâr) fevkıyeti, değer ve üstünlüğünün fevkıyeti, zatının fevkıyeti ile yukardadır. Bu fevkıyetlerin bir bölümünü kabul ederken, diğer bir bölümünü reddeden bir kimse fevkıyetin kemal derecesini eksiltmiş demektir.

Yüce Allah’ın yüceliği (uluvv) de her yönüyle mutlaktır. Eğer hayır kasıt, makam ve mevki üstünlüğüdür, mekansâl bir üstünlük değildir, denilecek olursa şunu belirtelim ki; mevki (el-mekâne) mekanın müennes halidir. Müennes olan da hem lafız, hem mana itibariyle müzekker’in bir fer’idir ve ona tabidir. Zihinde mevzu bahis olan misal ve örneklik yüceliği, hakikat manasıyla yüceliğe tabidir. Eğer bu örnek hakka mutabık ise haktır, değilse batıldır.

Bundan kasıt kalplerdeki üstünlüktür ve kalplerde O herşeyden üstündür, denilecek olursa şöyle cevap verilir:

O gerçekten de böyledir. Böyle bir üstünlük özü itibariyle O’nun herşeyden üstün oluşuna da mutabıktır. Eğer O, bizatihi herşeye üstün olmazsa, O’nun kalplerdeki üstünlüğü gerçeğe de mutabık olmaz. Tıpkı üstün olmayan bir varlığı üstün olarak değerlendirme halinde olduğu gibi.



Yüce Allah’ın Yukarda Oluşunun (Uluvv) Aklî Delilleri


Yüce Allah’ın yukarda oluşu (uluvv) sem’î delillerle sabit olduğu gibi, akıl ve fıtrat ile de sabittir. Uluvv’ünün aklî bakımdan sübutu çeşitli şekillerde ortaya konulabilir:

1- İki varlıktan herbirisi ya diğeri ile içiçedir ve sıfatlarda olduğu gibi onun varlığı ile var olabilmektedir. Yahut ta kendi başına vardır ve diğerinden ayrıdır; gerçeği kesindir ve apaçık bir bilgidir.

2- Yüce Allah kainatı ya kendi zatı içerisinde yaratmıştır, yahut ta zatı dışında yaratmıştır. Birincisi batıl’dır. Evvela böyle bir şeyin batıl olduğu ittifakla kabul edilmiştir. İkinci olarak böyle bir şeyi kabul edecek olursak, o takdirde Yüce Allah’ın değersiz, adi şeylere ve pisliklere de -haşa- mekân olması gerekir. Yüce Allah bundan çok yücedir, pek büyüktür.

İkinci durum ise, kainatın Yüce Allah’ın zatı dışında olmasını gerektirmektedir. Bu durumda kainat O’ndan ayrıdır. O halde O’nun kainattan ayrı olduğu da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü "O alem ile bir arada değildir" derken aynı zamanda "O alemden ayrı da değildir" denilmesini akıl kabul edemez.

3- Yüce Allah’ın kainatın içinde de, dışında da olmaması O’nun büsbütün varlığını reddetmeyi gerektirir. Zira böyle bir şeyi akıl kabul edemez. O halde, O ya kainatın içinde vardır, ya kainatın dışında. Birincisi batıldır, o halde ikincisi gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da O’nun kainattan ayrı olmasını gerektirir.



Allah’ın Yüceliğinin Fıtrat İle İsbatı


Yüceliğinin fıtrat ile isbatına gelince, bütün insanlar tabiatları ve selim kalpleri ile dua ettikleri vakit ellerini yukarıya kaldırırlar. Yüce Allah’a yalvarıp yakardıklarında kalpleriyle de yukarı ciheti kastederler.

Muhammed b. Tahir el-Makdisî’nin naklettiğine göre Şeyh Ebu Ca’fer el-Hemedanî, İmamu’l-Haremeyn diye bilinen Üstad Ebu’l-Meâlî el-Cuveynî’nin meclisinde hazır bulunuyorken, Ebu’l-Meâlî Yüce Allah’ın "uluvv sıfatı"nı nefyetme hakkında açıklamalarda bulunuyor ve şöyle diyormuş: Allah ezelden beri Arş yokken dahi vardı ve şu anda O önceden nasıl var idiyse öylece vardır.

Bunun üzerine Şeyh Ebu Ca’fer şöyle dedi: Sayın Üstad, bize şu kalplerimizde hissettiğimiz zorunlu hal hakkında haber verir misin? Allah’ı tanıyan herkes "ya Allah!" dedikçe mutlaka kalbinde zorunlu olarak bir yücelik hissi duyar. Sağa da, sola da dönmez. Biz kendi içimizden böyle bir zorunlu hali nasıl bertaraf edebiliriz?

Bunun üzerine Ebu’l-Mealî eliyle başına vurarak, kürsüden indi, zannederim ağladı da, dedi. el-Cüveynî inerken şöyle diyordu: el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi, el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi.

Şeyh şunu kastetmişti: Bu Yüce Allah’ın kullarında fıtri olarak yerleştirdiği bir histir. Onlar bunu bir öğretmenden öğrenmemişlerdir, bunu kalplerinde Yüce Allah’a yöneldiklerinde hissettikleri bir zaruret olarak görmektedirler ve onlar bu zarureti uluvv’de (yüce oluşta) görmektedirler.

Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-: "Mahlukatı O’nu kuşatmaktan âciz düşürmüştür" sözlerine gelince; yani onlar ne bilgileriyle, ne görmeleriyle O’nu kuşatamazlar. Bunun dışındaki diğer kuşatma şekillerinin hiçbirisiyle de kuşatamazlar. Aksine O herşeyi kuşatandır ve hiçbir şey O’nu kuşatamaz.



"Bizler deriz ki: Muhakkak Allah İbrahim’i halil edinmiş, Musa ile özel bir şekilde konuşmuştur. Buna iman eder, tasdik eder ve teslimiyetle kabul ederiz."

--------------------------------------------------------------

[168] Buhârî 6345, 6346, 7426, 7431; Müslim 2730.

[169] Buhârî 7423, Müsned, III, 335.

[170] Buhârî 2411, 3408, 6518, 7428; Müslim 2773; Ebû Dâvûd 4671; Müsned, II, 264.

[171] Taberî, Câmiu'l-Beyân, 5787, 5788.

[172] Buhârî 3194, 7404, 7422, 7453, 7553, 7554, Müslim 2751.

[173] Müslim 2713; Ebû Dâvûd 5051; Tirmizî 3397; İbn Mâce 3873; Müsned, II, 381, 404.

[174] Buhârî 3043, 3804, 4121, 6262; Müslim 1768; Müsned, III, 22.

[175] Buhârî 7420; Tirmizî 3213; Nesaî, VI, 80.

[176] er-Redd Ale'l-Cehmiyye, s. 26'da.

[177] Buhârî 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632.

[178] Bk. Az önce geçen "Üstte Oluş" başlığı.

[179] Müsned, V, 438; Ebû Dâvûd 1488; Tirmizî 3551; İbn Mâce 3865.

[180] Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- Vedâ Haccı ile ilgili uzunca hadisin bir bölümüdür. Müslim 1218; Ebû Dâvûd 1905; İbn Mâce 3074.

[181] Müslim 537.

el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi / İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi
0 yorum:

Yorum Gönder

Guraba Kitaplık..

Guraba Kitaplık..
tavsiye kitap..

Guraba Arşiv..

Guraba Yazılar..


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)