GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Tevhid-4..

Etiketler:
Yüce Allah Ezel ve Ebed’de Kemal Sıfatlarına Sahiptir


Yüce Allah gerek zatî, gerek fiili sıfatları itibariyle kemal sıfatlarına sahiptir. Yüce Allah’ın daha önceden sahip değilken, sonradan herhangi bir sıfata sahip olduğuna inanmak mümkün değildir. Çünkü O’nun sıfatları kemal sıfatlarıdır. Bu sıfatların olmayışı bir eksikliktir. Daha önceden zıttı ile muttasıf iken, sonradan kemali elde etmiş olması düşünülemez.

Fiili sıfatları, ihtiyarî sıfatları ile benzeri sıfatları ileri sürerek bu görüşün reddedilmesi mümkün değildir. Mesela yaratmak, suret vermek, hayat vermek, öldürmek, daraltmak (kabz), yaymak (bast), dürmek (et-tay), istivâ, gelmek, gitmek, nüzul, gazab ve rıza buna benzer gerek kendisinin, gerek Rasûlünün kendisini vasfettiği sıfatlar (O’nun ezeli ve ebedi olarak kemal sıfatlarına sahip olduğu gerçeğine aykırı olarak görülemez.)

Her ne kadar bizler bunların gerçek te’vilinin ne olduğunu ve bunların özünü idrak edemiyorsak ta bu böyledir. Ayrıca bu konuda ne kendi görüşlerimize dayanarak te’vile dalarız, ne de kendi hevalarımıza uyarak vehimlerde bulunuruz. Ancak bunun aslî manası bizim tarafımızdan bilinmektedir.

Nitekim İmam Malik -Radıyallahu anh-’a Yüce Allah’ın: "Sonra ‘Arş’a istivâ etti." (el-Araf, 7/54) buyruğu ile ilgili olarak: Nasıl istivâ etti? diye sorulunca o şu cevabı vermişti: ‘İstivâ’nın ne demek olduğu bilinen bir husustur, keyfiyet ise meçhul’dür.’ Bu haller bir takım vakitlerde meydana geliyor, bazılarında meydana gelmiyorsa da yine böyledir. Tıpkı şefaat ile ilgili hadisteki şu ifadede olduğu gibi: "Gerçek şu ki Rabbim bugün daha önceden benzeri görülmedik ve bundan sonra da benzeri görülmeyecek bir şekilde gazaplanmış bulunuyor."[30]

Çünkü bu itibar ile böyle bir hudûs (sonradan meydana geliş) (Allah hakkında) imkânsız (mümteni’) değildir ve bu gibi şeyler hakkında önceden bu yoktu, sonradan meydana gelmiştir, ifadeleri kullanılamaz. Nitekim dün de konuşabilme gücüne sahip olmakla birlikte bugün konuşan bir kimse hakkında, o kimse yeni konuşmaya başladı, denilemez. Eğer küçüklük ve dilsizlik gibi bir rahatsızlık sebebiyle daha önceden konuşamıyor, sonra da konuşmaya başlamışsa o takdirde o yeni konuşmaya başladı, denilebilir. Herhangi bir rahatsızlık olmaksızın susup, konuşmayan bir kimse kuvvet itibariyle (potansiyel olarak) mütekellim’dir. Yani o dilediği zaman konuşabilir. Konuşması halinde ise ona fiilen mütekellim denilir. Yazma esnasında yazmayı bilenin hali de böyledir. O, o durumda fiilen kâtip’tir. Fiilen yazmadığı vakit kâtip (yazmayı bilen) bir kişi olmanın sınırı dışında değildir.

Yerilmiş kelâm ilminde söz konusu edilen hâdis’lerin (yaratılmışların) Yüce Rabbe hulûl’ü ile ilgili açıklamalara gelince ne Kitapta, ne de sünnette buna dair nefyedici bir ifade de yoktur, isbat edici bir ifade de yoktur. Bu ifade kapsamlı ve özlü bir ifadedir. Eğer bununla Yüce Allah’ın mukaddes zatına sonradan yaratılmış mahlukatından hiçbir şeyin hulûl etmeyeceği kastediliyor, yahut ta önceden sahip olmadığı yeni bir sıfata sahip olmayacağı anlatılmak isteniyorsa bu doğru bir ifadedir. Şâyet bununla o istediğini yapmıyor, dilediği vakit dilediği şekilde söz söylemiyor, mahlukata benzemeksizin gazap etmiyor, hoşnut olmuyor yahutta kendi celal ve azametine yakışacak şekilde inmek, istivâ etmek, gelmek gibi kendi zatını vasfettiği vasıflar ile vasıflandırmayarak bu gibi ihtiyarî sıfatları nefyetmek maksadı ile söyleniyorsa bu da batıl bir nefiydir.

İşte muhterem hocamız (Tahâvi): "O mahlukatı yaratmadan önce bu sıfatları ile kadîm idi..." sözleri ile Mutezile’nin, Cehmiye’nin ve onlara uygun kanaat belirten Şia’nın görüşlerinin reddolunduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar şöyle demişlerdir: Yüce Allah önceden kadir değil iken sonradan o fiile veya söz söylemeye (kelâm’a) kadir olmuştur. Çünkü daha önceden imkânsız iken o fiil veya kelâm mümkün olmuştur ve zatî imkânsızlıktan, zatî imkâna bir dönüşüm olmuştur. İbn Küllâb, el-Eş’arî ve onlara muvafakat edenler ise şöyle demişlerdir: Daha önceden bu fiili yapması onun için imkânsız iken fiil onun için mümkün olmuştur.

Onlara göre kelâm (söz söylemek) ise meşîet ve kudretin kapsamı içerisinde değildir. Aksine o başlı başına bir şeydir ve O’nun zatının ayrılmaz bir vasfıdır.



Cehmiyye’nin, Öncesi Olmayan Sonradan Olma Olayların İmkânsız Olduğuna Dair İddiası


Bu sözlerin asıl sahipleri Cehmiyye’dir. Onlar şöyle derler: Sonradan olma olayların sürekliliği imkânsızdır. Hâdis’lerin mutlaka bir başlangıcının olması lazımdır. Çünkü hâdis’lerin başlangıcının olmaması mümkün değildir. Buna göre yüce yaratıcının ezelden beri kendi meşi’eti ile fail ya da mütekellim olmasına da imkân yoktur. Hatta buna muktedir olması dahi imkânsızdır, çünkü imkânsız olan bir şeye kadir olmanın da imkânı yoktur.

Böyle bir iddia ise tutarsızdır, çünkü bu alemin sonradan oluşunun mümkün olmadığına delildir. Halbuki o hâdistir, hâdis ise önceden muhdes değilken, sonradan meydana gelirse bunun mümkün olması kaçınılmazdır. O halde mümkün oluşun sınırlı bir vakti yoktur. İmkanın var olamayacağı bir vakit düşünülemez. Bir fiilin mümkün olmasının caiz olmasının ve bunun sağlıklı olarak kabul edilebilmesinin belli bir başlangıcı söz konusu değildir. O halde (Yüce Allah için) fiilin her zaman için mümkün, caiz ve sahih olması gerekmektedir. Buna bağlı olarak yüce Rabbin buna kadir olması da gerekir. O halde başlangıcı söz konusu olmamak üzere hâdis olayların var olabileceği de kabul edilmelidir.

Hiç şüphesiz bütün inanç sahiplerinin büyük çoğunluğu şöyle derler: Yüce Allah’ın dışındaki herbir varlık yaratılmıştır. Önceden yokken, sonradan var edilmiştir. İşte rasûllerin sözleri de budur, onlara tabi olan müslümanların, yahudilerin, hristiyanların ve başkalarının da kabul ettikleri budur.

Fıtraten bilinen gerçeklerden birisi de şudur: Mef’ulün (fiilin eserinin) fail’i ile birlikte olması ve her zaman onunla birlikteliği elbetteki imkânsız ve muhal bir şeydir. Gelecekte hâdis’lerin teselsülü Yüce Allah’ın kendisinden başka hiçbir şeyin bulunmaması vasfına engel teşkil etmediğine göre, geçmişte de hâdis’lerin teselsülünün mümkün görülmesi de Yüce Allah’ın kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan ilk (el-Evvel) olmasına aykırı değildir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri ve her zaman için dilediğini yapmak ve dilediği sözü söylemek vasfına sahiptir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte böyle; Allah dilediğini yapar, buyurdu." (Al-i İmran, 3/40); "Fakat Allah dilediğini yapar." (el-Bakara, 2/253); "Arş’ın sahibidir, Mecid’dir, ne dilerse yapandır." (el-Burûc, 85/15-16); "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi deniz daha ona (mürekkep olup) katılsa yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi." (Lokman, 31/27); "De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir." (el-Kehf, 18/109)



"O "el-Halik" adını mahlukatı yarattığından itibaren kazanmadığı gibi, "el-Bâri’" ismini bütün yaratıkları meydana getirmekle de kazanmış değildir."



Hocamızın (Tahâvî) ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre o, geçmişte hâdis’lerin teselsülünü mümkün görmemektedir. Ancak ilerideki ifadeleri arasında gelecekte bunu imkânsız görmediğine delil olabilecek sözleri de vardır. O da şu sözleridir: "Cennet ve cehennem yaratılmıştır. Ebediyyen fena bulmazlar ve yok olmazlar." Cumhur’un görüşü budur. Bunun hem geçmişte, hem de gelecekte imkânsız olduğunu kabul edenlerin görüşlerinin tutarsız olduğundan şüphe yoktur. Nitekim el-Cehm ve ona tabi olanların görüşü budur. Bunlar cennet ve cehennemin -yüce Allah’ın izniyle- ileride gelecek olan deliller dolayısıyla yok olacağı görüşünü kabul etmiştir.



"O, kendisine Rab’lık edilecek hiçbir varlık yokken rubûbiyyetin manasına sahipti. Hiçbir mahluk yokken de halik olmak manasına sahipti."



Yani Yüce Allah kendisine Rab’lık edilecek hiçbir varlık yokken de "Rab" sıfatı vardı. Hiçbir yaratık var olmadan önce de "hâlık" sıfatına sahipti.

Şarih ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: "Burada rububiyetin manası ve hâlık oluşun manası" ifadesini kullanmış "hâlıkıyet"i kullanmamıştır. Çünkü halık bir şeyi sadece yokken varlık âlemine çıkartandır. Rab’bın ise pek çok manaları vardır. Bunlar ise mülk, hıfz, tedbir ve bir şeyi tedrici olarak kemal derecesine ulaştırmak demek olan terbiye manalarıdır. Şüphesiz ki O bütün bu hususiyetleri kapsayan bir lafız olan Rububiyet tabirini kullanmış bulunmaktadır."

Ancak bu ifadeler tartışılabilir. Çünkü "halk etmek" aynı zamanda takdir etmek manasına da kullanılır.



"O hayat verdikten sonra da ölüleri dirilten olduğu gibi onlara hayat vermeden önce de bu isme müstehaktır. Aynı şekilde bütün yaratıkları var etmeden önce de O hâlık ismine müstehaktı."



Yani Yüce Allah ölüleri diriltmeden önce de ölüleri diriltmek vasfına sahiptir. Aynı şekilde yaratıkları yaratmadan önce de hâlık vasfına sahiptir. O bu sözleriyle Mutezile’yi ve onların görüşlerini kabul edenleri ilzam etmektedir.



"Çünkü O, herşeye kâdir’dir, herşey O’na muhtaçtır. Herbir iş O’nun için pek kolaydır. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. "Hiçbir şey O’na benzemez. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir.” (eş-Şûrâ, 42/11)



Kudret Sıfatına İlişkin Hususlar


Bu sözleriyle mahlukatı yaratmadan önce ezelde sıfatlarının sabit olduğuna işaret etmektedir. Burada "herşey (kül)" sözü ile bunun kapsamı hakkında açıklamada bulunmamız gerekmektedir. Bu tabirin herbir konumdaki kapsamı ilgili karine’ler ışığında o makama uygun olarak anlaşılmalıdır. Bu da Yüce Allah’ın izniyle ileride "Kelâm Meselesi" ile ilgili açıklamalar esnasında gelecektir.

Mutezile Yüce Allah’ın: "Allah herşeye gücü yetendir". (el-Bakara, 2/284) buyruğundan anlaşılan manayı tahrif ederek şöyle demişlerdir: O kendisi için kudreti çerçevesinde olan herşeye kadir’dir. Kulların fiillerine gelince Mutezile’ye göre onlara kadir değildir. Kendi aralarında: Bu fiillerin benzerlerine muktedir midir, değil midir? hususunda ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

Ancak durum onların dedikleri gibi olsaydı, o zaman o iddialarının şu sözlerine benzemesi gerekirdi: O, bildiği herşeyi bilendir. Yarattığı herşeyin yaratıcısıdır... ve buna benzer anlamsız diğer ifadeler onların da bu iddialarını andırırdı. Onlar bu sözleriyle Yüce Allah’ın herşeye kadir olması demek olan kudretinin kemal vasfını reddetmiş olmaktadırlar.

Ehl-i sünnet’e gelince, onlara göre Yüce Allah herşeye kâdir’dir. Mümkün olan bütün varlıklar bunun kapsamına girmektedir. Zatı itibariyle muhal (imkânsız) şeylere gelince bir şeyin aynı anda ve aynı durumda hem var, hem yok olması gibi böyle bir şeyin de hakikati yoktur ve bunun varlığı da düşünülemez. Akıl sahibi kimselerin ittifakı ile de buna "şey" dahi denilemez. Yüce Allah’ın kendi zatının bir benzerini yaratması, kendi zatını yoketmesi ve buna benzer imkânsız şeyler de bu kabildendir.

İşte bu esas Yüce Allah’ın umumi ve eksiksiz rububiyetine iman etmektir. Bütün bunlara kâdir olduğuna iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah’ın herşeyin Rabbi olduğuna iman etmiş olmaz. O’nun herşeye kadir olduğuna iman etmedikçe de O’nun rubûbiyyetinin eksiksizliğine ve kemaline iman edilmiş olmaz.



Mümkün ve Mevcut Olmayan Bir Şey Hariç’te (Dış Dünyada) Yok Demektir


Onlar mümkün olan ve var olmayan şeyler hususunda; o bir şey midir? değil midir? konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İşin gerçeği şudur: Olmayan bir şey hariçte bir şey değil demektir.

Ancak Yüce Allah olacak şeyleri olmadan önce bilir, bunu yazar ve bazen onu söz konusu eder ve olacağını haber verir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz Kıyametin sarsıntısı pek büyük bir şey’dir." (el-Hacc, 22/1)

O halde bu ilim, zikredilmesi ve Kitapta yazılması itibariyle bir şey’dir. Hariç’te var olan bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O bir şeyi murad etti mi ona emri sadece ona: ol, demektir, o da derhal oluverir." (Yasin, 36/82) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ben sen önceden bir şey değilken seni yarattım." (Meryem, 19/9)

Yani o Yüce Allah’ın ilminde bir şey olarak mevcut olmakla birlikte henüz hariç’te (dış dünyada) daha bir varlık olarak ortada yoktu. Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi." (ed-Dehr, 76/1)

"O’nun benzeri hiçbir şey yoktur." buyruğu Müşebbihe’nin kanaatini reddetmektedir. "O herşeyi işitendir, görendir." (eş-Şura, 42/11) buyruğu da Muattile’nin görüşlerini reddetmektedir.

Yüce Allah kemal sıfatlarına sahiptir. Sıfatlarında O’na benzeyen hiçbir varlık yoktur. Yaratılmışlar her ne kadar işiten ve gören olmakla nitelendirilebilir iseler de, mahlukatın işitmesiyle görmesi yüce Rabbin işitmesi ve görmesi gibi değildir. Bu sıfatlardaki benzerlik dolayısıyla teşbihi kabul etmeyi gerektiren bir taraf yoktur. Zira yaratılmışın sıfatları kendisine yakışan şekilde olduğu gibi; yaratanın sıfatları da kendisine yakışan şekildedir.

Yüce Allah’ın kendi zatını yaratıklar arasında Rabbini en iyi tanıyanın O yüce zatı, O’nun hakkında vacib ve mümteni’ (imkânsız) olan şeyleri en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, ümmetin en fasih’i, maksadını açıklama gücüne en ileri derecede sahip olanın (Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’ in) Yüce Allah’ı vasfettiği sıfatları, Allah’tan nefyetmemek gerekir. Çünkü bunlardan herhangi birisini nefyeden kimse Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem’ e indirileni inkâr etmiş olur.

Şâyet Yüce Allah’ı kendi zatını vasfettiği sıfatlarla nitelendirecek olursak, O’nu yaratıklarından hiçbirisine benzetmemek gerekir. Çünkü O’nun gibi hiçbir şey yoktur. O’nu yaratıklarından birisine benzeten ise O’nu inkâr eden bir kâfir olur. Buharî’nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzaî der ki: Allah’ı mahlukatına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendi zatını vasfettiği bir sıfatı inkar eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendi zatını, ne de O’nun Rasûlü Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem ‘in O’nu vasfettiği sıfatlarda teşbih diye bir şey yoktur.

İleride Tahâvî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin: "Her kim (sıfatları) nefyetmekten ve teşbihten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettirmemiş olur" ifadeleri açıklanırken bu açıklamalar da gelecektir.



Kemâl’i İhtiva Eden En Yüce Örnek (el-Meselu’l-A’lâ) Yalnız Yüce Allah’a Aittir


Yüce Allah en yüce misalin yalnız kendisinin olmakla kendi zatını nitelendirmiş ve şöyle buyurmuş: "Kötü örnek -esasen- ahirete iman etmiyenlerindir. En yüce örnek ise Allah’ındır." (en-Nahl, 16/60); "Göklerde ve yerde en yüce örnek yalnız O’nundur. O Aziz’dir, Hakim’dir." (er-Rûm, 30/27)

Bu buyruklarıyla Yüce Allah kusurları, eksiklikleri ve kemalsizliği ihtiva eden kötü örneği, düşmanları olan müşriklere ve putlarına nisbet ederken, bütün kemal sıfatlarını ihtiva eden en yüce örneğin de yalnız kendisine ait olduğunu bildirmektedir.

Yüce Allah’ın kemal sıfatlarını kabul etmeyen bir kimse kötü örneği Allah’a izafe etmiş ve kendi zatını nitelendirmiş olduğu en yüce örneği reddetmiş olur. En yüce örnek ise mutlak kemal demektir. Bu da hem var olan hususları, hem de ne kadar çok olurlarsa daha çok mükemmel ve başkalarından daha kâmil ve daha yüce oluşunu ifade eden subutî manaları ihtiva etmektedir.

Yüce Rabbin sıfatları en çok ve en mükemmel olduğundan dolayı en yüce örnek te O’nundur ve O kendisinin dışındaki bütün varlıklardan buna daha layıktır. Daha doğrusu mutlak anlamı ile en yüce örneklikte iki kişinin ortak olması imkansız bir şeydir, çünkü her ikisi her bakımdan birbirlerine eşit olacak olurlarsa biri diğerinden daha üstün olamaz. Şâyet eşit olmazlarsa, o halde bu sıfata aralarından sadece birisi sahip demektir. O halde en yüce örneğe sahip olanın bir benzerinin yahut onu andıran bir varlığın bulunması imkansız bir şeydir.



"O bütün mahlukatı ilmiyle yaratmıştır."



"Halketti (ha-la-ka)" var etti, meydana getirdi, yoktan vücuda getirdi, demektir. Bu aynı zamanda takdir etti, anlamında da kullanılır. Yaratmak (el-halk) mastardır ve bu da yaratılan (mahluk) anlamındadır.

Yani Yüce Allah mahlukatını bilerek yaratmıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Yaratan bilmez mi hiç o latiftir. Herşeyden haberdardır." (el-Mülk, 67/14); "Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. O’ndan başkası bunları kimse bilmez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. Bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında (düşen) tek bir tane (bile olsa) onu bilir. Yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir Kitaptadır. O geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne kazandığınızı bilendir." (el-En’âm, 6/59-60) Bu buyrukta Mutezile’nin görüşlerini reddetmektedir.

İmam Şafiî -rahmetullahi aleyh-in arkadaşı ve onunla birlikte oturup kalkmış olan İmam Abdu’l-Aziz el-Mekkî, Bişr el-Merîsî ile birlikte Me’mun’un huzurundaki tartışmasını naklettiği "el-Hayde" adlı kitabında, Bişr’in Yüce Allah’ın ilmi ile ilgili olarak kendisi ile tartışmasını nakletmektedir. Bişr dedi ki: Ben Allah’ın bilgisiz olmadığını söylüyorum. Bunun üzerine (Abdu’l-Aziz el-Mekkî) ona söyletmek maksadı ile ilimin sıfatları ile ilgili soruları tekrarlayıp durdu. Bişr de: O bilgisiz değildir, deyip durdu. Yüce Allah’ın kendine has ilmiyle alim olduğunu itiraf etmeyince İmam Abdu’l-Aziz şunları söyledi: Cahilliğin nefyedilmesi övgü sıfatı değildir. Çünkü benim: Bu sütun cahil değildir, derken onun bilgili olduğunu söylemiş olmuyorum. Yüce Allah ise peygamberleri, melekleri ve mü’minleri bilgi sahibi olmakla övmüştür, cahil olmamakla değil. Bilgi sıfatını kabul eden cahilliği nefyetmiş olur, ancak cahilliği nefyeden bir kimse ilmi tesbit etmiş olmaz. Bütün insanların Yüce Allah’ın kendi zatı için sabit kabul ettiğini sabit kabul etmeleri, kendi zatı hakkında nefyettiğini nefyetmeleri ve kendisinin söz konusu etmediği hususları, söz konusu etmemeleri görevleridir.

Yüce Allah’ın ilmine dair aklî delile gelince: Cahillikle birlikte eşyayı var etmesi de imkansızdır. Çünkü O’nun eşyayı var etmesi iradesi ile olur. İrade ise isteneni tasavvur edebilmeyi gerektirir. İsteneni tasavvur etmek ise, isteneni bilmektir. O halde var etmek iradeyi, irade de ilmi gerektirmektedir. Var etmek buna göre ilmi gerektiren bir husustur.

Diğer taraftan mahlukat öyle sağlam ve öyle mükemmel yaratılmıştır ki bu, bunları var edenin alim olmasını gerektirmektedir. Çünkü sapasağlam ve mükemmel olarak yapılmış bir fiilin, alim olmayan birisinden sadır olması imkansız bir şeydir.

Diğer taraftan mahlukat arasında alim olanlar da vardır ve ilim bir kemal sıfatıdır. Hâlık’ın ise alim olmaması imkansız bir şeydir. Bunun da iki yolu vardır:

1- Bizler zorunlu olarak yaratıcının yaratılmıştan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Varlığı vacib (zorunlu) olanın mümkin olandan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Yine zorunlu olarak şunu bilmekteyiz: Eğer biz birisi alim, diğeri de alim olmayan iki şeyin varlığını kabul edersek, alim olan daha mükemmeldir. Eğer yaratıcı alim olmazsa o zaman varlığı mümkün olanın ondan daha mükemmel olması gerekirdi. Bu ise imkânsız bir şeydir.

2- Mahlukat demek olan mümkin varlıklar arasındaki herbir bilgi, O’ndan gelmiştir. Fiili kemal derecesinde olan ve bu şekilde varlıkları yoktan mükemmel olarak var edenin, kemalden uzak olmasına imkan yoktur. Hatta O, kemale en yakın olandır. En yüce örnek yalnız Allah’ındır. O ve mahlukat ne temsilî kıyaslarda, ne de kapsamlı kıyaslarda eşit olamazlar. Aksine mahluk lehine sabit olan her bir kemale yaratıcı daha bir layıktır. Herhangi bir mahlukun münezzeh olduğu herbir husustan yaratıcının tenzih edilmesi daha uygundur.



"Ve o yaratıklar için kaderler takdir etmiştir."



Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herşeyi yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan, 25/2); "Çünkü Biz, herşeyi bir kader ile yarattık." (el-Kamer, 54/49); "Allah’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir." (33/38); "O ki yaratıp düzenleyendir, O ki takdir edip, yol gösterendir." (el-A’lâ, 87/2-3)

Müslim’in, Sahih’inde de Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh-ın, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-den şöyle dediğine dair rivayet vardır: "Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün mahlukatın kaderlerini takdir buyurmuştur. O vakit Arş’ı su üzerinde idi."[31]



"Onlar için eceller tayin etmiştir."



Yani Yüce Allah mahlukatın ecellerini takdir ve tayin etmiştir. Öyle ki onların ecelleri geldi mi ne bir an geri kalırlar, ne de bir an öne geçerler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık ecelleri geldiği zaman bir an ne geri kalabilirler. Ne de öne geçebilirler." (Yunus, 10/49); "Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimse ölemez. O vâdesiyle yazılmış bir yazıdır." (Al-i İmran, 3/145)

Müslim’in, Sahih’inde de Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in hanımı Ummu Habibe dedi ki: Allah’ım eşim Rasûlullah ile, babam Ebu Sufyan ile kardeşim Muaviye ile gözümü aydın et. Bunun üzerine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Sen Yüce Allah’tan tesbit edilmiş eceller, sayılı hükümler, paylaştırılmış rızıklar için dilekte bulundun. Yüce Allah hiçbir şeyi vaktinden önce acele etmez, hiçbir şeyi de vadesinden sonraya bırakmaz. Eğer sen Yüce Allah’tan seni cehennem ateşi azabından, kabir azabından korumasını dilemiş olsaydın, bu hem daha hayırlı hem de daha üstün olurdu."[32]

Buna göre maktul kişi de eceliyle ölür. Yüce Allah birisinin hastalık sebebiyle, diğerinin öldürülme sebebiyle, bir başkasının göçük altında kalması sebebiyle, ötekinin yangın, berikinin suda boğulmak sebebiyle ve bunun dışındaki çeşitli sebeblerle öleceğini bilmiş, takdir etmiş ve hükme bağlamıştır. Yüce Allah ölümü ve hayatı da ölüm ve hayatın sebebini de yaratandır.

Şunu bil ki, dua da bazı hususlar hakkında meşrû ve faydalıdır, bazıları hakkında değildir. Bundan dolayı Yüce Allah dua’da haddi aşanları sevmez. İmam Ahmed -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- kendisine uzun ömür verilmesi için dua edilmesinden hoşlanmaz ve: Bu kestirilip bitirilmiş bir iştir, dermiş.



"Yaratıkları yaratmadan önce hiçbir şey O’na gizli değildi. Onları yaratmadan önce, onların ne şekilde amel edeceklerini biliyordu."



Yüce Allah olmuşu, olacağı, olmamış olanı, eğer olacak olsa nasıl olacağını bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." (el-En’âm, 6/28) Her ne kadar onların geri döndürülmeyeceklerini biliyor ise de bize eğer döndürülecek olurlarsa tekrar aynı şeylere geri döneceklerini haber vermektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi. Şâyet onlara işittirmiş olsaydı yine onlar muhakkak yüz çevirerek arkalarına döner, giderlerdi." (el-Enfâl, 8/23)

Bu da: O (Allah), birşeyi yaratmadan ve var etmeden önce onu bilemez, diyen Rafızî ve Kaderiyye’nin görüşlerini reddetmektedir. Bu da kader meselelerinin, fer’î meselelerinden birisidir.



"Onlara kendisine itaat etmelerini emretmiş ve kendisine isyan etmelerini yasaklamıştır."



Hocamızın (Tahâvî) yaratmak ve kader’i söz konusu etmesinden sonra emir ve nehyi söz konusu etmesi mahlukatı kendisine ibadet etmek için yaratmış olduğuna işaret etsin diyedir. Yüce Allah -nitekim- şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56); "O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2)



"Herbir şey O’nun takdiri ve meşieti ile cereyan eder. O’nun meşieti gerçekleşir. Kulların ise kendileri için dilediğinden başka istekleri geçerli olmaz. Hulâsa onlar için O’nun dilediği şeyler olur, dilemediği hiçbir şey olmaz."



Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." (el-İnsan, 76/30); "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-Tekvir, 81/29); "Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsalardı ve herşeyi karşılarına toplasaydık. Onlar yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi... Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." (el-En’âm, 6/111-112); "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi." (Yunus, 10/99); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse göğsünü İslama açar, kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır." (el-En’âm, 6/125) Yüce Allah, Nuh -Aleyhisselam-ın, kavmine söylediği şu sözleri de bize aktarmaktadır: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez." (Hud, 11/34) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En’âm, 6/39)

Ve buna benzer Yüce Allah’ın dilediğinin olacağına, dilemediğinin de olmayacağına delil teşkil eden daha pek çok buyruk vardır. Hem kendisinin dilemediği bir şey, O’nun mülkünde nasıl olsun ki? Allah kâfirin iman etmesini isterken, kâfir de kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfir’in isteği Allah’ın meşietini yenik düşürmüş olduğunu iddia eden kimseden daha kâfir ve yolca daha sapık kim olabilir? Yüce Allah bunların söylediklerinden pek münezzehtir, üstündür.

Denilse ki: Bunun, Yüce Allah’ın: "Müşrikler: Allah dileseydi, biz de babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık, diyeceklerdir." (el-En’âm, 6/148); "Ortak koşanlar dediler ki: Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka hiçbir şeye ibadet etmezdik..." (en-Nahl, 16/35); "Ve dediler ki: Rahman dileseydi, biz onlara ibadet etmezdik. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak temelsiz bir zanda bulunuyorlar." (ez-Zuhruf, 43/20) buyrukları ile birlikte izah edilmesi oldukça zordur. Çünkü Yüce Allah onları Allah’ın meşieti ile şirk koşmalarını gerekçe gösterdikleri için yermektedir. Nitekim İblis de insanları saptırmayı Yüce Allah’a izafe edince onun şu buyruklarla yerilmiş olduğunu görüyoruz: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (sana isyanı) süslü göstereceğim." (el-Hicr, 15/39)

Böyle bir soruya bir kaç türlü cevap verilmiştir. Bu cevapların en güzellerinden birisi de şudur: Yüce Allah’ın, bu tavırlarını olumsuz karşılama sebebi onların Yüce Allah’ın bu husustaki meşietini yaptıklarına razı oluşuna, onların bu işlerini sevdiğine delil göstermelerinden dolayıdır. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer o bu yaptığımızdan hoşlanmasaydı ve gazap etseydi, bunu dilemezdi. Böylelikle onlar O’nun meşietini rızasına delil gibi değerlendirdiler. İşte Yüce Allah da onların bu kanaatlerini reddetmektedir.

Yahut ta Yüce Allah onların: "Allah’ın meşieti o hususu emrettiğine bir delildir" şeklindeki inanışlarını reddetmiş olmaktadır.

Ya da O, kaza ve kaderini ileri sürerek, şeriatine, rasûlleriyle göndermiş olduğu emrine, kitabındaki hükümlerine karşı çıkışlarını reddetmektedir. Çünkü onlar genel meşieti bu işe itici bir unsur olarak değerlendirmişlerdi. Onlar Allah’ın meşietini tevhid cihetiyle söz konusu etmemişler, aksine meşieti O’nun emrine karşı çıkmak, O’nun şeriatını çürütmek üzere söz konusu etmişlerdi.

Nitekim zındıkların ve cahillerin yaptıkları da budur. Onlara bir emir verildiğinde yahut bir yasak bildirildiğinde kaderi delil gösterirler. Nitekim bir hırsız Ömer -Radıyallahu anh- karşı kaderi gerekçe göstermeye kalkışmış, o da ona: Ben de Allah’ın kaza ve kaderi gereği senin elini kesiyorum, demiştir. Buna da Yüce Allah’ın şu buyruğu tanıklık etmektedir: "Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanlamışlardı." (el-En’âm, 6/148)

Böylelikle onların maksatlarının yalanlamak olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Çünkü onların bu iddiası bizzat fiillerinden öncedir. Allah’ın bunu takdir etmeyeceğini nereden biliyorlardı? Gayba mı muttali olmuşlardı?

-----------------------------------------------

[30] Buhâri 3340, 3361, 3712; Müslim 194; Müsned, II, 336, 435; Tirmizî 2434.

[31] Müslim 2653; Tirmizî 2156; Müsned, II, 169.

[32] Müslim 2663; Müsned, I, 390, 413, 433, 445, 466.

el-Akîdetü't-Tahâviyye ve Şerhi / İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi
0 yorum:

Yorum Gönder

Guraba Kitaplık..

Guraba Kitaplık..
tavsiye kitap..

Guraba Arşiv..

Guraba Yazılar..


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)