GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Mahir Muaykili Kuran Download - şeyh mahir al-mu'ayqali

23:31
mahir muaykili Kuran Download - şeyh mahir al-mu'ayqali - mahir muaykili mp3
mahir muaykili teravih namazi - mahir muaykili sureler mp3 -

AŞAĞIDAKİ DOSYALAR 2006 TERAVİH NAMAZI KAYITLARIDIR. SAYFANIN SONUNDA İSE KOMPLE KUR'AN SURELERİNİ İNDİREBİLİRSİNİZ.

002 - Al-Baqarah
003 - Al'Imran
004 - An-Nisa'
005 - Al-Ma'idah
007 - Al-A'raf
009 - At-Taubah
012 - Yusf
013 - Ar-Ra'd
017 - Al-Isra'
021 - Al-Anbiyah'


Yukarıdaki surelerin tamamı için aşağıdaki zip dosyalarından birini indirin. Üstteki link daha kaliteli bir sese sahiptir, boyutu büyüktür. İkinci link ise biraz daha düşük kalitelidir, ama o da kötü bir kalite değildir.

Maher1427_1_vbr_mp3.zip VBR ZIP 275 MB İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Maher1427_1_64kb_mp3.zip 64Kbps MP3 ZIP 92 MB İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Sureleri tek tek indirmek isterseniz aşağıdaki sayfaya gidiniz.

http://www.archive.org/details/Maher1427_1


025 - Al-Furqann
026 - Ash-Shu'ra'
029 - Al-Ankabut
030 - Ar-Rum
031 - Luqman
036 - Ya-Sin
037 - As-Saffat
041 - Fussilat
042 - Ash-Shura
043 - Az-Zukhruf



Yukarıdaki surelerin tamamı için aşağıdaki zip dosyalarından birini indirin. Üstteki link daha kaliteli bir sese sahiptir, boyutu büyüktür. İkinci link ise biraz daha düşük kalitelidir, ama o da kötü bir kalite değildir.

Maher1427_2_vbr_mp3.zip VBR ZIP 131 MB İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Maher1427_2_64kb_mp3.zip 64Kbps MP3 ZIP 44 MB İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Sureleri tek tek indirmek isterseniz aşağıdaki sayfaya gidiniz.

TIKLAYIN



051 - Adh-Dhariyat
052 - Al Tur
053 - An Najm
054 - Al Qamar
067 - Al-Mulk
068 - Al-Qalam
069 - Al-Haaqqa
070 - Al-Ma'arij
071 - Nooh



Yukarıdaki surelerin tamamı için aşağıdaki zip dosyalarından birini indirin. Üstteki link daha kaliteli bir sese sahiptir, boyutu büyüktür. İkinci link ise biraz daha düşük kalitelidir, ama o da kötü bir kalite değildir.

Maher1427_3_vbr_mp3.zip VBR ZIP 63 MB İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Maher1427_3_64kb_mp3.zip 64Kbps MP3 ZIP 21 MB İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN

Sureleri tek tek indirmek isterseniz aşağıdaki sayfaya gidiniz.

TIKLAYIN



KOMPLE KUR'AN mahir muaykili Kuran Download - şeyh mahir al-mu'ayqali - mahir muaykili mp3

TAMAMINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN (ZİP DOSYASI)

SURE SURE KOMPLE KURAN İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN
Read On 0 yorum

İMÂM MÜSLİM (204-261) Biyografi

23:31
Hayatı

Büyük imam, hafız, gerçek hüccet, Ebu Huseyin Müslim bin Haccac bin Müslim bin Verd bin Kevser, nesep olarak Kuşeyri, bölge olarak Nisaburlu, büyük hadis imamlarından olup “Sahih-i Müslim”in yazarıdır. Sika, hafız imam, musannif, fıkıh bilgini olan imam, Horasan’lıdır. İlim sahasına pek çok alim kazandıran Kuşeyr kabilesine mensuptur. Vatanı olan Nisabur Horasan bölgesinde güzellik ve çekiciliğiyle kendini diğer şehirlerden cazip hale getiren bir yerdi.



Tercih edilen görüşe göre İmam Müslim hicri 204 yılında Horasan bölgesinin Nisabur kentinde dünyaya geldi. Doğumu hakkında değişik görüşler olsa da en sağlamı budur.



İmam Müslim’in hayatını bizlere tafsilatlı bir şekilde anlatacak fazla bir kaynak yoktur. Onun hakkında yazılan bilgiler yetişmesi, hayatı çocukluğu, ailesi gibi konulardan ziyade yazmış olduğu eserler ve hadis ilmindeki üstünlüğüne dairdi. Fakat ticaretle uğraşan zengin, cömert, etrafını görüp gözeten bir zattı. Oldukça uzun boylu olan İmam Müslim’i saçı-sakalı beyaz ve sarığını kürek kemikleri arasına sarkıtmış bir zat olarak gözlerimizin önüne getirebiliriz.



Hadis Talebi İçin Yolculukları

İmam Zembi şöyle diyor: İlk olarak 18 yaşındayken Yahya bin Yahya’dan hadis dinlemiştir. Yirmi yaşında hacca gitti. En büyük üstadı olan Kane’den de bu hacc esnasında hadis dinledi. Kufe’ye gidip Ahmet bin Yunus ve hadis alimlerinden bilgiler aldı. Oradan kendi toprağı olan Horasan’a döndü. Otuz yaşından önce bu tür seyahatleri oldukça fazla bir şekilde yaptı.



Faziletli, hadis konusundaki sağlamlığıyla takdirleri üzerine alan İmam Müslim Horasan’da Yahya bin Yahya, İshak bin Raheveyh gibi alimlerden Rey kentinde Muhammed bin Mihran Ebu Çassan’dan, Irak’ta Ahmet bin Hanbel, Abdullah bin Mesleme, Hicaz’da Said bin Mansur, Ebu Musab, Mısır’da Amr bin Levad, Harmele bin Yahya gibi pek çok alimlerden hadis ilimleri hakkında bilgi almıştır. Kendisinden hadis konusunda Tirmizi, Ebu Hatım er-Razi, Ahmed bin Seleme, Musa bin Harun, Yahya bin Said, Muhammed bin Mahled, ebu Avane Yakub bin İshak el-İsferani bin Ziyad el-Kabba, Barahm b. Muhammed bin Sufyan gibi büyük alimler istifade etmiştir. İsmi geçen son şahıs olan İbrahim bin Muhammed bin Süfyan Sahih-i Müslim’inde ravisidir.



İmam Buhârî ile Yakınlığı

İmam Müslim ömrünün sonlarına doğru İmam Buhârî ile görüşme ve ondan istifade etme imkanı buldu. Onun ilminden oldukça etkilenip metodunu benimsedi. Buhârî’den etkilendiğini en güzel olarak İmam Darakutni’nin şu ifadeleri açıklıyor: “Eğer Buhârî olmasaydı Müslim rahat etmez ve ortaya çıkamazdı.” İmam Buhârî’ye karşı, oldukça saygılı idi. Bir keresinden onun meclisine girer girmez iki gözünün arasını öpüp şöyle der: “Ey İmam bana izin ver de ayaklarını öpeyim, çünkü sen en büyük üstat, hadisçilerin efendisi, hadis doktorusun.” Bu sözleri söyledikten sonra Buhârî’den bazı bilgiler aldı, oradan ayrılınca da “Sana kıskanç kişilerden başkası öfkelenmez, şahitlik ederim ki dünya da senin benzerin yoktur.” dedi.



İmam Müslim’in, Buhârî ile olan yakınlığından dolayı başkalarıyla arasıda açılmıştı. İmam Buhârî ile Muhammed bin Yahya arasında çıkan bir anlaşmazlıktan dolayı Muhammed bin Yahya Buhârî’ye gidilmemesi ve ondan bilgi alınmaması gerektiğini etrafa yaydı. Müslim hariç herkes Buhârî’yi terketti. Buhârî’de Nisabur’dan ayrılmak zorunda kaldı.



Bir defasında Züheli “Kim Buhârî gibi düşünüyorsa meclisimi terk etsin” deyince Müslim orayı terk etti. Züheli’den aldığı tüm bilgileri toplayıp geri gönderdi ve ondan ne sahihinde ne de başka bir eserinde herhangi bir şey nakletmedi.



Âlimlerin Onun Hakkındaki Görüşleri

İmam Müslim’in yüceliği, imamlığı, yüksek mertebesi, üstün zekası ve bu ilimde öncü olduğu konusunda alimler ittifak etmişlerdir. Onun bu mertebeleri elde etmesinin en büyük delili “Sahih-i Müslim” eserini yazmasıydı.



Hakim diyor ki: “Güzel yüzlü, kıyafeti düzgün bir adam gördüm. Onun İmam Müslim olduğunu söylediler. Sultanın adamları gelip dediler ki; müminlerin emiri, Müslim bin Haccac’ın insanlara namaz kıldırmanı emrediyor. Oda öne geçip insanlara namaz kıldırdı.



Hafız Ebu Kureyş şöyle diyor: Muhammed bin Beşşar şöyle dedi: Dünyanın hafızları dört tanedir. Rey’den Ebu Zur’a, Nisabur’dan Müslim, Semerkand’dan Darimi, Buhara’dan Muhammed bin İsmail (Buhârî).



İshak bin Raheveyh Müslim’i anarken bir defasında farsça şöyle demişti: “Hangi adam onun gibi olabilir”



İmam Müslim bu ve buna benzer pek çok övgüleri haklı olarak almıştır.



Âlimler Sahih-i Müslim İçin Ne Dediler?

Bilindiği üzere Buhârî sahih konusunda ortaya çıkan ilk şahıstır. Onu Müslim takip ederek ismini bu alandaki öncüler arasına yazdırdı. Kitabının tertip açısından düzgünlüğü, çok yollardan bir hadis nakletmesi, lafızların üzerine oldukça düşmesinden dolayı Müslim’in sahihi’nin Buhârî’den üstün olduğunu söyleyenler de olmuştur.



İbnu’ş-Şerki diyor ki: Müslim’in şöyle dediğini duydum. Bu kitapta bulunan her şeyi delil ile aldım, ondan çıkardıklarımı da delil ile çıkardım.



İmam Müslim: “Eğer muhaddisler iki yüz yıl hadis yazacak olsalar bile benim bu kitabından istifade ederler” diyor.



Ahmed bin Mesleme diyor ki: “İmam Müslim sahihini yazdığı on beş yıl boyunca ben onunla beraberdim. Oysa onun sahihinde sadece on iki bin hadis vardı.”



Müslim, sahihini 300000 hadisin içinden seçerek yazdığı içinde titizliği konusunda dikkatleri üzerine çekmiştir. Onun için ve sahihi için daha çok söz söylenmiştir. Fakat onların hepsini burada zikredecek değiliz. İmam Müslim’in Kuran ve Buhârî’den sonra en sağlam esere sahip olması onun ne konumda olduğunu açıklamak için kafidir.



Vefâtı

İmam Müslim’e kendisi için kurulmuş olan hadis meclisinde bilmediği bir hadis soruldu. Evine dönüp bu hadisi araştırmaya karar verdi. Araştırmaya başlamadan önce kimsenin içeri girmemesini istedi. Aile efradı kendilerine hurma geldiğini söyleyince İmam Müslim’de biraz hurma istedi. Hem hadisi araştırıyor hem de hurma yiyordu. Hurmaları bitirince hadisi de bulmuştu. Bir sepet hurma yiyerek rahatsızlanıp vefat etti. Ölümü pazar günü olmuştu. 261 yılında Recep ayının bitimine beş gün kala Nisabur’da defnedildi. Vefat ettiğinde“57”yaşındaydı. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. Amin



Eserleri

1. el-Camiu’s-Sahih

2. Kitabu’l-Kuna ve’l-Esma

3. Kitabu’t-Tabakat

4. Kitabu’l-Munferidat ve’l-Vuhdan

5. Ricalu Urvetu bin Zübery

6. Kitabu’t-Temyiz

7. El-Musnedu’l-Kebir Ala’r-Rical

8. El-Camiu ala’l-Ebvab

9. El-Esma ve’l-Kuna

10. El-İlel

11. El-Akran

12. Suelatihi Ahmed bin Hanbel (Ahmed b.Hanbel’e Soruları)

13. Amr bin Şuayb

14. El-İntifa bi Ehli Siba

15. Meşeyihu Malik

16. Meşayihu Sevri

17. Meşayihu Şu’be

18. Men leyse Lehu ille Ravin Vahid

19. Evladu’s-Sahabe

20. El-Muhadramin



Kaynaklar:

Sahih-i Müslim Nevevi Şerhi

Ulumu’l Hadis ve Mustalahu Subhi Salih



www.elmuslimun.com

Sâdık ÇALIŞKAN
Read On 0 yorum

Allah'a Ortak Koşmaksızın İman

23:29
Seyyid KUTUB


Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken, yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah'a ortak koşarlar! Yarar da zarar da Allah'ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere bağlayarak bir tür determinizmle O'na, Allah'a ortak koşarlar! Tek bir olan Allah'ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat ederek; Allah'ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O'na ortak koşarlar! Allah'ın dışında, O'nun kullarından birine umut bağlamakla Allah'a ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek amacıyla kendilerini feda ederek Allah'a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah'dan başkasının rızasını gözeterek Allah'a ortak koşarlar! İbadet sırasında Allah'ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah'a ortak koşarlar! .. Bu nedenledir ki Peygamberimiz: "İçinizdeki şirk, karıncanın ayak seslerinden bile sessizdir!"

Hadislerde bu gizli şirke ilişkin, başka örnekler de yeralmaktadır: Tirmîzî'nin, İbn Ömer'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Allah'dan başkasının adına üstüne yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur!"

İmam Ahmed, Ebu Davud ve diğer hadis imamlarının, İbn Mesud'dan aktardıklarına göre Peygamberimiz: "Büyücülük ve muskacılık, şirktir!" buyurmuştur.

İmam Ahmed'in Müsned adlı eserinde, Ukbe bin Amir'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

"Muska ya da nazarlık taşıyan, Allah'a ortak koşmuştur!".

Ebu Hureyre'den de şu şekilde bir hadis aktarılır: "Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki: "Ben ortaklara en muhtar olmayan en uluyum. Kim işlediği herhangi bir amelde başkasını bana ortak koşarsa, onun bana koştuğu ortakla başbaşa bırakırım."

İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebı Fedale'den şu hadisi aktarır: "Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini duydum:

"Hakkında en ufak bir kuşkuya yer bulunmayan kıyamet gününde Allah, ilk insandan son insana varana dek herkesi biraraya topladığında bir münâdî; `Allah için yaptığı bir işte O'na ortak koşmuş kimse varsa, yaptığının karşılığını gitsin o ortak koştuğundan istesin! Çünkü Allah, ortaklara en muhtaç olmayan en uludur..." diye seslenecektir.

Yine İmam Ahmed, Mahmud bin Lebid'den şöyle bir hadis aktarmaktadır:

"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizin adınıza en çok korktuğum, küçük şirktir" buyurdular. Çevresindekiler bunun üzerine: "Ey Allah'ın elçisi! Küçük şirk nedir?" diye sordular. O da buna cevap olarak dedi ki: "Riyâdır! Kıyamet gününde insanlar yaptıklarıyla birlikte huzura geldikleride Allah onlara: `Hadi şimdi dünyadayken kendilerine riya yapıp gösterişte bulunduğunuz kimselerin yanına gidin! Bakalım onlar size yaptıklarınızın mükafatını verebilecekler mi!' buyuracaktır."

İnananların kendilerini kollayıp imanlarını koruyabilmeleri için sürekli dikkatli olmaları gereken gizli şirk işte budur.

Bir de gözle görülür apaçık şirk vardır. Bu da yaşama ilişkin herhangi bir meselede Allah dışında herhangi bir kimseye boyun eğilmesidir! Allah'ın şeriatı dışında bir şeriatla yargılanmayı kabul etmektir! -Bunun şirk olduğu tartışma götürmeyecek denli kesindir!- Allah'ın belirlemediği bütünüyle insanların çıkardığı bayramları ya da törenleri benimsemek vb. biçimde herhangi bir geleneği kabullenmektir! Allah'ın bırakacak, Allah'ın buyruğuyla çelişecek bir kıyafet modelini benimsemektir!..

Bu tür konularda, kulların Rabbinin apaçık buyruğunu bir yana bırakarak, kulların çıkardıkları yaygın sosyal bir geleneği benimseme ve kabullenme sözkonusu olduğundan, yanlış hareket etme suretiyle işlenen günah sınırlarının da ötesine geçmektedir... Zira böyle bir durumda sözkonusu eylem, günah değil, düpedüz şirktir! Neden diye sorulacak olursa, bu tür bir eylem, Allah'ın buyruğunun tam tersine, Allah dışında bir otoriteye boyun eğmenin göstergesidir! Bu açıdan sözkonusu türden bir eylem, oldukça korkunç ve tehlikeli bir iştir...

Nitekim bu noktada Allah'ın sözü de açıktır:

"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar."
Read On 0 yorum

Tevbe ve Fazîleti

23:28
Ebu Sehran es-Suri


Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da, "Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kadirsin." derler. (66 Tahrim/8)

“Allah’tan bağışlanma iste, çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (4 Nisa/106)

“Rabbini överek tesbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul edendir.” (110 Nasr/3)

"…Rabbinizin sizi bağışlamasını isteyin. Çünkü o çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol yağmur yağdırsın. Mallar ve oğullar vererek sizin imdadınıza koşsun. Sizin için bahçeler yapsın, ırmaklar yapsın." (71 Nuh/10–12)

“Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.” (4 Nisa/110)

"Ancak Allah'ın kabul etmeyi vaad buyurduğu tevbe, bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah bunların tevbelerini kabul eder. Allah âlimdir hakîmdir. Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince: "İşte ben şimdi tevbe ettim." diyen kimselerin tevbesi kabul edilmez. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri kabul edilmez. İşte bunlara ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.(4 Nisa/17–18) "

“Ve onlar (Müminler) çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler.” (3 Al-i İmran/135)

Ebu Hureyre (radıyallahu anhu) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in söyle buyurduğunu söyledi: " Vallahi ben Allah'a günde yetmiş defadan fazla muhakkak istiğfar ve tevbe ederim" . (Buhârî, Tirmizî, İbni Mâce).

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Bazen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allah’a günde yüz defa istiğfar ediyorum.” (Müslim, Ebu Davud)

İbni Abbas (radıyallahu anhuma)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) : “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.” (Ebu Davud, İbni Mâce)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Herhangi birinizin tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları sonuç vermeyince deveyi bulma ümidini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecede sevincinden ne söylediğini bilmeyerek:
— Allahım! Sen benim kulumsun; ben de senin rabbinim, diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tirmizî, İbni Mâce)


Ebu Musa Abdullah İbni Kays el-Eş’arî (radıyallahu anhu)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tövbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tövbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” (Müslim)

İbni Ömer (radıyallahu anhuma)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder.” (Tirmizî, İbni Mâce)

Ebu Hureyre (radıyallahu anhu) anlatıyor: " Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Bir kul günah işledi ve: "Ya Rabbi günahımı affet!" dedi. Allah (Subhanehu ve Teala) da: "Kulum bir günah işledi. Arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır." Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim günahımı affet!" der. Allah (Subhanehu ve Teala) : "Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır." Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: "Ey Rabbim beni affeyle!" der. Allah (Subhanehu ve Teala) da: "Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle muaheze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!" buyurdu."(Buhari, Müslim)

Şeddâd İbni Evs (radıyallahu anhu)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

“İstiğfarın en üstünü kulun şöyle demesidir: Allahım! Sen benim Rabbimsin. İbadete lâyık senden başka ilah yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lütfettiğin nimetleri yüce huzurunda minnetle anar, günahımı itiraf ederim. Beni affet; şüphe yok ki günahları senden başka affedecek yoktur. Her kim, bu istiğfarı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur” buyurdu. (Buhârî, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî)

Ebu Mûsâ el-Eş'arî (radıyallahu anhu)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dua ederdi:

Ey Rabbim! Benim günahımı, bilgisizliğimi, her işimde israfımı ve benden daha iyi bilmekte olduğun kusurlarımı mağfiret eyle! Ya Allah! Benim hatalarımı, kasıtlı ve bilgisizliğimle işlediklerimi, şakalarımı mağfiret eyle! Bunların hepsi bende vardır. Ya Allah! Evvelden yaptığım, sonradan yapacağım, gizlediğim, açığa çıkardığım bütün günahlarımı Sen mağfiret eyle! Öne geçiren ancak Sen'sin, sonraya bırakan da ancak Sen'sin. Sen her şeye gücü yetensin!

Sevbân (radıyallahu anhu) şöyle dedi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) selâm verip namazdan çıkınca üç defa istiğfar eder ve “Allahım selâm sensin. Selâmet ve esenlik sendendir. Ey azamet ve kerem sahibi Allahım, sen hayır ve bereketi çok olansın” derdi. Hadisin râvilerinden biri olan Evzâî’ye: “İstiğfar nasıl yapılır?” diye sorulunca: “Estağfirullah, estağfirullah demektir” dedi. (Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesai, İbni Mâce)

Enes (radıyallahu anhu) Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i şöyle buyururken dinledim dedi: “Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Ey Âdemoğlu! Sen bana dua ettiğin ve benden affını umduğun sürece, işlediğin günahlar ne kadar çok olursa olsun, onların büyüklüğüne bakmadan seni bağışlarım.
Ey Âdemoğlu! Günahların gökyüzünü kaplayacak kadar çok olsa, sonra da benden affını dilesen, seni affederim.
Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla karşıma gelsen; fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış olsan, şüphesiz ben de seni yeryüzü dolusu bağışla karşılarım.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)

İbni Mes’ûd (radıyallahu anhu)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Her kim Kendisinden başka ilâh bulunmayan, ebedî hayatla daima diri olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı yöneten Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim’ diye yalvarırsa, savaştan kaçmış bile olsa, günahları bağışlanır.” (Ebu Davud, Tirmizî, Hâkim, İbni Mâce)

İbni Ömer (radıyallahu anhumâ) şöyle dedi: Biz Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in bir yerde yüz defa:
“Allahım! Beni bağışla ve tövbemi kabul eyle. Çünkü sen tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edensin” dediğini sayardık.(Ebu Davud, Tirmizî, İbni Mâce)

Âişe (radıyallahu anhâ) şöyle dedi: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatından önce sık sık “Ben Allah’ı ulûhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamd ederim. Allah’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim” derdi. (Buhârî, Müslim)
Read On 0 yorum

KADINLARA BAKMA MÜPTELÂSI OLAN BİR KİMSENİN NE YAPMASI GEREKİR?

23:28
Soru: Açık-saçık kadınlara bakmaktan dolayı çok sıkıntı çekmekteyim. Çoğu zaman nefsime gâlip gelemiyor ve kadınlara bakmaktan yüzümü çeviremiyorum. Lütfen bana nasihat eder misiniz? Bu konuda ne yapmalıyım?

Cevap:


Hamd, yalnızca Allah'adır.

Her kim, kendisine zehirli bir yara isâbet etmişse, o zehiri çıkarması ve o yarayı panzehir ve merhemle tedâvi ederek iyileştirmesi gerekir.Bu ise şu hususların yerine getirilmesi ile mümkün olur:

Birincisi:

Evlenmesi gerekir. Çünkü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( إِنَّ الْـمَرْأَةَ إِذَا أَقْبَلَتْ أَقْبَلَتْ فِي صُورَةِ شَيْطَانٍ، فَإِذَا رَأَى أَحَدُكُمْ امْرَأَةً فَأَعْجَبَتْهُ فَلْيَأْتِ أَهْلَهُ، فَإِنَّ مَعَهَا مِثْلَ الَّذِي مَعَهَا. )) [ رواه الترمذي وصححه الألباني]
"Şüphesiz kadın, yüzünü dönüp geldiği zaman, (vesvese verme ve saptırma hususunda) şeytanın sûretinde gelir.Biriniz hoşuna giden (güzel) bir kadın gördüğü zaman, hemen hanımının yanına gitsin (onunla birleşsin/cinsel ilişkiye girsin). Çünkü o kadında olan fercin benzeri, kendi hanımında da vardır." (Tirmizî rivâyet etmiş, Elbânî de "Sahîhu'l-Câmi"'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.Hadis no: 1158).

Evlilik, şehveti azaltan ve aşkı zayıflatan sebeplerden birisidir.

İkincisi:

Beş vakit farz namazlara devam etmesi, seher vaktinde Allah Teâlâ'ya duâ etmesi, O'na yalvarıp yakarması, kalbi ve bedeni ile kendisini namazına vermesi gerekir.

Ayrıca şu iki duâyı çokça okumalıdır:

(( يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ .)) [ رواه الترمذي وصححه الألباني]
"Ey kalpleri (kimi zaman itaate, kimi zaman da günaha) yönlendiren (Allahım!) Kalbimi, senin dînin üzere sâbit kıl (dîninden ve dosdoğru yolundan saptırma." (Tirmizî rivâyet etmiş, Elbânî de "Sahîhu'l-Câmi"'de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. Hadis no: 4801).

(( يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ! اِصْرِفْ قَلْبِي إِلَى طَاعَتِكَ وَطَاعَةِ رَسُولِكِ .)) [ صححه الألباني في الاحتجاج بالقدر ]
"Ey kalpleri (kimi zaman itaate ve kimi zaman günaha) yönlendiren (Allahım!) Kalbimi, sana itaate ve Rasûlüne itaate yönlendir." (Elbânî "el-İhticâc bil-Kader"de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. Hadis no: 46.

Çünkü bir kimse ne zaman Allah Teâlâ'ya duâ etmeye, O'na yalvarıp yakarmaya devam ederse, Allah Teâlâ onun kalbini o şeyden çevirir.

Nitekim Allah Teâlâ Yusuf -aleyhisselâm- hakkında şöyle buyurmuştur:

كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ[ سورة يوسف من الآية: ٢٤]
"İşte böylece biz, (her işinde) kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (ona delillerimizi gösterdik). Şüphesiz o, ihlaslı kullarımızdandı." (Yusuf Sûresi: 24).

Bkz: Şeyhulislâm İbn-i Teymiyye'nin; "el-Fetâvâ'l-Kubrâ"; c: 3, S: 77.

Üçüncüsü:

Açık-saçık kadınların bulundukları yerlerden kendisini uzak tutmalı, kalbe tesir eden ve onu zayıflatan açık-saçık kadın resimleri gösteren televizyon kanallarına bakmaktan uzak durmalıdır.

http://www.islamqa.com/tr/ref/111796
Read On 0 yorum

Duanın Önemi ve Nasıl Yapılacağı - Ebu Sarhan es-Surî

23:27
Duanın Önemi


“Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim (karşılığını vereyim). Doğrusu bana ibadet etmekten büyüklenenler (müstekbirler) boyun bükmüş olarak Cehenneme gireceklerdir.” (40 Mümin/60) "Kullarım sana benden sorarlar; kuşkusuz ben onlara çok yakınım. Dua eden, Bana dua ettiği zaman, duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dua hakkında şöyle buyurmuştur:

“Dua ibadetin iliğidir (özüdür) “(Tirmizí)

“Allah’a duadan daha üstün bir şey yoktur.” (İbn Mâce)

“Kim Allah’tan istemezse, dua etmezse Allah o kişiye gazaplanır.” (İbn Mâce)

“Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmıştır. Allah’tan afiyet istenilmesinden daha sevimli bir şey istenilmemiştir.” (Tirmizí)

“Dua, inen belaya ve inmeyen belaya karşı faydalıdır. Ey Allah’ın kulları duaya sarılınız.” (Tirmizî )

"Her gece, gecenin son üçte bir kısmı kalınca Rabbimiz dünya göğüne iner ve şöyle buyurur: "Benden dileyen yok mu, dilediğini vereyim, bana istiğfar eden yok mu, kendisini mağfiret edeyim" (Muttefâkun aleyh)

Dua Yalnızca Allah (Subhanehu ve Teâlâ)’ya Edilir

"Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz". (1 Fatiha/ 4)

"Hak dua, ancak Allah'a yapılır. O'ndan başka dua ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duası böylece boşa gitmiştir." (13 Rad/14)

"Allah'ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır." (16 Nahl/20)

"Allah'ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım." (7 Arâf/194)

"De ki: Allah'ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı sakınmaya değer." (17 İsrâ/56-57)

"İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan dualarını inkâr ederler." (46 Ahkâf/6)

İbn Abbas (radıyallahu anhuma) der ki: Bir gün Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in terkisinde idim. Buyurdu ki; "Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah'ı (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın. Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste, yardım dilediğin vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün yaratılmışlar bir araya gelip sana bir fayda vermek isteseler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratılmışlar elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kalemler kaldırılmış, sayfalar da kurumuştur.”(Tirmizi)

Dua Etmek Müminlerin Özelliğidir

Dua, Allah'a kul olmanın en saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kuran'da da müminlerin temel vasıflarından birinin "Allah'a dua etmek" olduğu şöyle haber verilir:

"Sen de, sabah akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan gözlerini ayırma. Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız, nefsinin kötü arzusuna uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma…" (18 Kehf/28)

"Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler" (3 Al-i İmran/191)

"Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi." (11 Hud/75)

"Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi." (16 Nahl/120)

"Sen onların söylediklerine karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Davud'u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah'a) yönelen biriydi." (38 Sad/17)

"... Gerçekten, Biz onu (Eyüb'ü) sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelen biriydi." (38 Sad/44)

Duanın Adabı

Dua eden kulun kalbi, Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmamalıdır. Nefsin istekleri, Allah’ın dışındaki sevgiler ve amaçlar, duayı hedefinden uzaklaştırır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) :
"Biliniz ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil bir kalbin duasını kabul etmez" (Tirmizi) buyurmuştur.

Allah’ın güzel isimleriyle (el-esma ul-hüsna) ile dua etmek Kur’an’ın emridir.
"En güzel isimler Allah'ındır. Bundan dolayı Allah'a onlarla dua edin. " (7 Araf/180)

Duanın "umut ve korku" ile yapılması gerekmektedir:
"Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler..." (32 Secde/16)

Duaya Allah’a hamd ve sena, resulüne salât ve selam ederek başlanmalıdır.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dua eden bir adamın, dua sırasında, salât ve selâm okumadığına şahit olduğunda: "Bu kimse acele etti" diye buyurdu. Sonra adamı çağırıp: "Biriniz dua ederken, Allah Teâlâ'ya hamd ve sena ederek başlasın. Sonra Peygamber'e salât okusun. Sonra da dilediğini istesin" buyurdu.
(Tirmizi Ebu Davud, Nesai)

Dua ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Kendinize gelin. Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten ve çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz. Sizin kendisine dua ettiğiniz size bineğinizin boynundan daha yakındır."( Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Ahmed b. Hanbel)

Dua esnasında ısrar ile dua etmek ve duayı üç defa tekrarlamak da duanın gözetilmesi gereken sünnetlerindendir.
İbn Mes'ud (radıyallahu anhuma) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) dua ettiği zaman üç kere tekrar ederdi. Allah'tan bir şey istediği zaman üç kere isterdi. (Müslim)

Dua esnasında gözler göğe dikmemelidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bazı kimseler, namazda gözlerini göğe dikerek dua etmekten vazgeçsinler. Yoksa Allah onların gözlerini kör eder." (Müslim)

Dua ettikten bir müddet sonra, yerine gelmediğini görünce "Dua ettim de duam kabul edilmedi" dememek gerekir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): "Acele edip “dua ettim, kabul edilmedi “ demedikçe her birinizin duası kabul edilir" buyuruyor.

Dua eden kişi muallâk ifadeler ile dua etmemeli isteğini kesin bir şekilde ifade etmelidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): "Sizin herhangi biriniz dua ettiği zaman, Allah'tan istemeyi kesin yapsın. Sakın 'Ya Allah! İstersen bana (atıyye) ver' demesin. Şu muhakkak ki, Allah için hiçbir zorlayıcı yoktur!" buyurdu

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
"Akşamdan (abdestli olarak) temizlik üzere zikrederek uyuyan ve geceleyin de uyanıp Allah'tan dünya ve ahiret için hayır talep eden hiç kimse yoktur ki Allah dilediğini vermesin." (Ebu Davud)

Mümin, küçük-büyük her türlü ihtiyacını Allah (Subhanehu ve Teala)’dan istemelidir.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin." (Tirmizî)

Dua ederken elleri kaldırmak ve dua bitiminde yüzlere sürmek sünnettir.
Hz. Ömer (radıyallâhu anhu) anlatıyor: " Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ellerini dua ederken kaldırınca, onları yüzlerine sürmedikçe geri bırakmazlardı." (Tirmizî)



Duaların Makbul Olduğu Vakitler

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e “En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan dua hangisidir?" diye sorulduğunda:
"Gecenin sonunda yapılan dua ile farz namazların ardından yapılan dualardır!" diye cevap verdi." (Tirmizi)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Ezanla kâmet arasında yapılan dua reddedilmez" buyurdu. Kendisine: "Öyleyse Ey Allah'ın Resûlü, nasıl dua edelim?" diye sorulduğunda: "Allah (Subhanehu ve Teala)’dan dünya ve âhiret için âfiyet isteyin!" buyurdu. (Ebu Davud, Tirmizî)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"İki şey vardır, asla reddedilmezler: Ezan esnasında yapılan dua ile insanlar birbirine girdikleri savaş sırasında yapılan dua" buyurdu (Muvatta, Ebu Davud)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise secdede duayı çok yapın." (Müslim, Ebu Davud)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Her gece, gecenin son üçte bir kısmı kalınca Rabbimiz dünya göğüne iner ve şöyle buyurur: "Benden dileyen yok mu, dilediğini vereyim, bana istiğfar eden yok mu, kendisini mağfiret edeyim" (Muttefâkun aleyh)

Ebu Hureyre (radıyallahu anhu) şöyle demiştir: Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
"Cuma (gününde öyle bir saat vardır ki, herhangi bir Müslüman namaz kılar olduğu hâlde Allah'tan bir hayır ister ve bu istemesini o saate denk getirirse, Allah ona dilediğini muhakkak verir" buyurdu ve o saatin kısa olduğunu anlatmak için eliyle işaret etti. Biz, Peygamber bu işaretiyle o saatin azlığını gösteriyor, dedik. (Buhârî)


Duası Makbul Olan Kimseler

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):: "(Allah'ın kabul ettiği) üç müstecab dua vardır. Bunların kabul edilmeye mazhariyetleri hususunda hiçbir şüphe yoktur: Mazlumun duası, misafirin duası, babanın evlâdına duası" ( Tirmizî, Ebu Davud, İbn Mâce.)

Yine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): "Üç kişi vardır ki duaları reddedilmez. Âdil imam (adaletten ayrılmayan Müslüman devlet başkanı), iftarını yaptığı zaman oruçlu ve zulme uğrayanın duası. " (Tirmizi)

Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): "Müslüman kimsenin, kardeşi için gıyabında yaptığı dua kabul edilir. Dua edenin başucunda ona müvekkel bir melek vardır. 'Kardeşi için hayır dua yaptıkça bu melek: Âmin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun.' der." buyurmuştur. (Müslim)

Ebu Sehran es-Surî


Read On 0 yorum

Şüpheleri Yokeden Tevhid Gerçeği-7

15:21

Cebrail’in, İbrahim’e Bir İhtiyacın Var mı? Diye Sorması

Bunların bir başka şüphesi daha vardır. O da İbrahîm aleyhisselam’ın ateşe atılması kıssasıdır. Cebrail havada ona görünerek bir ihtiyacın var mı? diye sormuş. İbrahîm: Sana ihtiyacım sözkonusu değil diye cevab vermiştir. Derler ki: Şâyet Cebrail’den yardım dilemek (istiğasede bulunmak) bir şirk olsaydı, Cebrail bunu İbrahîm’e teklif etmezdi.

Buna cevab şudur: Bu da ilk şüphe türünden bir şüphedir. Cebrail ona güç yetirebileceği bir işle fayda sağlamak teklifinde bulunmuştur. Çünkü Cebrail yüce Allah’ın hakkında buyurduğu gibi: “Çetin güçler sahibi” (en-Necm, 53/5) bir melektir. Eğer Allah kendisine İbrahîm’i yakacak olan ateşi, onun etrafında bulunan yeri ve dağları kaldırıp, doğuya ya da batıya atmak için izin vermiş olsaydı, Cebrail bunu yapabilirdi. Eğer ona İbrahîm’i onlardan uzakça bir yere koyma emrini vermiş olsaydı, bunu yapabilirdi. Eğer ona semaya kaldırması emrini vermiş olsaydı, bunu yapabilirdi. Bu çokça malı olan zengin bir adamın ihtiyaç içerisinde bir adam görüp, ona kendisine borç vermek yahutta ihtiyacını görmesini sağlayacak bir şeyler hibe etmeyi teklif etmesine, muhtaç kimsenin de bir şeyler almayı kabul etmeyerek Allah kendisine hiçbir kimseye minnet duymayacağı bir rızık gönderinceye kadar sabretmeyi tercih etmesine benzer. Şimdi bunun kulları yardıma çağırmaya (istiğasede bulunmaya) ve şirke benzer neresi vardır? Keşke iyice anlayabilselerdi.

Müellifin: “Bunların bir başka şüphesi daha vardır. O da İbrahîm aleyhisselam’ın ateşe atılması kıssasıdır...” Bu şüpheye karşı verilen cevaba gelince: Cebrail, İbrahîm aleyhisselam’a mümkün ve yapabileceği bir teklifte bulunmuştur. Eğer Allah Cebrail’e izin vermiş olsaydı, Allah’ın kendisine vermiş olduğu kuvvet ile o bu izin verilen hususu yerine getirirdi. Çünkü Cebrail yüce Allah’ın nitelendirdiği şekilde “çetin güçler sahibi” bir melektir. Eğer Allah ona İbrahîm’in ateşini ve onun etrafında bulunanları alıp doğuya ya da batıya bırakmasını emretmiş olsaydı, şüphesiz o da bunu yapardı. Eğer ona İbrahîm’i onlardan uzak bir yere taşımasını emretmiş olsaydı, bunu yapardı. Ona İbrahîm’i semaya yükseltme emrini vermiş olsaydı, yine bunu yapardı.

Müellif daha sonra buna zengin bir kimsenin fakir bir kimseye gidip: Senin mala bir ihtiyacın var mı? Borç yahut hibe veya başka bir şekilde vermemi ister misin? demesini örnek göstermektedir. Böyle bir iş o zenginin güç yetirebileceği işlerdendir ve elbetteki bu şirk sayılmaz. Eğer bu fakir şahıs: Evet ihtiyacım vardır, bana borç ver yahut bana bağışta bulun diyecek olursa, o fakir şahıs da şirk koşmuş olmaz.

Tevhid Hususunda Önemli Bir Açıklama

-Yüce Allah’ın izniyle- sözlerimizi pek büyük ve oldukça önemli şimdiye kadar ki açıklamalardan da anlaşılan bir mesele ile bitirelim. Bu mesele oldukça önemli olduğundan ve çokça hataya düşülmesine sebeb teşkil ettiğinden ayrıca onu sözkonusu etmemiz gerekmektedir: Tevhidin hem kalb, hem dil, hem de amel ile olmasının kaçınılmaz olduğu üzerinde görüş ayrılığı yoktur. Bunlardan herhangi birisi yerine getirilmeyecek olursa, kişi müslüman olamaz. Şâyet tevhidi bilmekle birlikte gereğince amel etmezse, o tıpkı Firavun, İblis ve benzerleri gibi inatçı bir kâfirdir.

Müellif bu şüphelerin sonunda oldukça büyük olan şu meseleyi sözkonusu etmektedir: İnsanın hem kalbi, hem sözü, hem de ameliyle muvahhid olması kaçınılmaz bir husustur. Şâyet kalbiyle tevhid edici olmakla birlikte sözü ya da ameliyle tevhid edici olmazsa, şüphesiz ki o iddiasında doğru olmayan bir kimsedir. Çünkü kalbin tevhidinin arkasından söz ve amel ile tevhid gelir. Zira Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:

“Şunu bilin ki şüphesiz ki vücutta bir çiğnem et vardır. O düzelirse, bütün vücud düzelir, o bozulursa bütün vücud bozulur. İyi bilin ki o kalbtir.”[22]

Bir kimse iddia ettiği üzere kalbiyle tevhid edici olmakla birlikte Allah’ı söz ve davranışlarıyla tevhid etmeyecek olursa, bu kişi hakkı kesin olarak bilmekle beraber, batıl üzere ısrar ve inat edip, daha önceki rububiyyet iddiasını sürdüren Firavun kabilinden bir kimse olur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:

”Kalbleri onlara inandığı halde, zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları (âyetlerimizi) inkar ettiler.” (en-Neml, 27/14)

Yüce Allah Musa aleyhisselam’ın Firavun’a şöyle dediğini bize zikretmektedir:

”Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir.” (el-İsra, 17/102)

Bu hususta ise insanların çoğu yanlışlık yapmakta ve şöyle demektedirler: Bu doğrudur ve biz bunu anlıyoruz, hak olduğuna da tanıklık ediyoruz. Şu kadar var ki böyle bir şeyi biz yapamıyoruz. Bizim ülkemizin halkı arasında ancak uygun gördükleri şeyler yapılabilir... ve buna benzer daha başka mazeretler ileri sürerler.

Müellifin: “Bu hususta insanların bir çoğu yanlışlık yapmaktadırlar...” sözleri şu demektir: İnsanların çoğu bu hususun hak olduğunu bilir ve: Biz bunun hakkın kendisi olduğunu biliyoruz fakat bizler beldemizin insanlarına uymadığı için buna güç yetiremiyoruz derler ve buna benzer mazeretler ileri sürerler. Böyle bir mazeretin ise Allah nezdinde kendilerine bir faydası olmaz. Çünkü kişiye düşen Allah’ın rızasını aramaktır. İsterse insanlar öfkelensinler. İnsanların rızalarına Allah’ı gazablandırmak pahasına uymamak gerekir. Bu ise onların atalarının ileri sürdükleri delillere benzer bir gerekçedir ki sözü edilen bu ataların yüce Allah şöyle söylediklerini bize aktarmaktadır:

”Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve gerçekten biz onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş kimseleriz.” (ez-Zuhruf, 43/22)

Bir diğer âyette de:

”... Muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız.” (ez-Zuhruf, 43/23) dedikleri zikredilmektedir.

Fakat bu zavallı kişi küfür önderlerinin çoğunun hakkı bilmekle birlikte ancak birtakım mazeretler ileri sürerek terkettiklerini bilmemektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Onlar Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar.” (et-Tevbe, 9/9)

Ve buna benzer; “Onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (el-Bakara, 2/146) buyruğu ile diğer âyetlerde olduğu gibi.

Müellifin: “Fakat bu zavallı... bilmez” sözleri şu demektir: Bu fıkıh (ince anlamları kavrama) ve basiret yoksunu kimse küfür önderlerinin çoğunlukla hakkı bilmekle birlikte inatlaşarak hakka muhalefet ettiklerini de bilmemektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (el-Bakara, 146) ve; “Allah’ın âyetlerini az bir bedele sattılar.” (et-Tevbe, 9/9) diye buyurmaktadır. Bunlar kendilerine hiçbir şekilde fayda sağlamayacak şeyleri mazeret diye ileri sürüyorlardı. Kimilerinin başkanlıklarının elden gideceğinden, meclislerin başlarında oturma imkanını ve benzeri imkanları kaybedeceklerinden korkmaları gibi.

Küfrün önderlerinin birçoğu hükmü bilirler. Fakat onlar o hükümden hoşlanmıyor ve ona uymuyorlar. Gereğince amel etmeksizin hakkı bilmek, hakkı büsbütün bilmemekten daha ağırdır. Çünkü hakkı bilmeyen bir kimse mazur görülebilir. Böyle bir kimse hakkı bilip, kendisine gelebilir ve büyüklük taslayan inatçının aksine öğrenmeye başlayabilir. Bundan dolayı yahudiler gazaba uğramış kimseler olmuşlardır. Çünkü onlar hakkı bilmekle birlikte onu terketmişlerdi. Hristiyanlar da sapıtmış kimselerdirler, çünkü onlar hakkı bilmiyorlardı. Fakat Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra hristiyanlar da bilen kimselerden oldular ve kendilerine gazab edilmiş olmaları bakımından tıpkı yahudiler gibi oldular.

Tevhidi anlamadığı ya da kalbinden ona inanmadığı halde açıkça tevhid gereğince amel eden bir kimse münafıktır. Böyle bir kimse yüce Allah’ın: “Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.” (en-Nisa, 4/145) buyruğu dolayısıyla sade kâfirden daha kötüdür.

Müellif şunu söylemektedir: Bir kimse zahiren yani dil ve azaları ile tevhid gereğince amel etmekle birlikte kalbten tevhide iman etmiyor ve onu kavramıyor ise o kimse münafıktır ve açıktan açığa kâfir olduğunu söyleyen kimseden daha kötüdür. Çünkü yüce Allah: “Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.” (en-Nisa, 4/145) diye buyurmaktadır. Bu hakkı bilmekle birlikte kalbten o haktan hoşlanmayan ve o hak ile kalbi huzur bulmayıp, hak kalbinde yer etmemekle birlikte Allah’ı, Rasûlünü ve mü’minleri aldatmak maksadı ile şeriata bağlı olduğunu izhar eden inatçı kimse hakkında açıkça anlaşılan bir hükümdür. Bu hakkı büsbütün anlayamayan ve bunu farkedemeyen, bununla birlikte insanların amel ettiği gibi amel ederek onların işleri ve bu yaptıklarının maksadının ne olduğunu açıkça bilemeyen kimseye gelince, buna tebliğ etmek ve gerçeği öğretmek gerekir. Şâyet üzerinde bulunduğu kalbi inkar halinde ısrar edecek olursa, o kimse münafıktır.

Bu mesele pek büyük ve uzun bir meseledir. İnsanların söyledikleri sözlerde bu mesele üzerinde iyice düşünüldüğü takdirde kimin hakkı bildiği ve bununla birlikte dünyalığı eksileceği makam ve mevkisini kısmen ya da tamamen kaybedeceği korkusu yahut herhangi bir kimseye karşı durumu idare etmek maksadı ile hak gereğince ameli terkettiği açıkça görüleceği gibi batılen değil de, sadece zahiren hak gereğince kimlerin amel ettiği de görülür. Böyle bir kimseye kalbindeki itikadına dair soru sorulacak olursa, bunu bilmediği görülür. Fakat bu durumda kişiye düşen yüce Allah’ın kitabındaki iki âyet-i kerimeyi iyice kavramaktır.

Müellif bu meselenin pek büyük ve uzunca bir mesele olduğunu açıklamaktadır. Yani bu meseleyi etraflı bir şekilde ele almak uzayıp gider. Çünkü insanların bir çoğu kınanmak korkusu ile yahut bir makam ya da dünyalık ümidi ile hakkı kabul etmek istemez. O bakımdan kimin münafık, kimin de samimi ve halis bir iman ile mü’min olduğunun bilinebilmesi için insanların hallerinin izlenip, ele alınmasına ve bütünü ile bilinmesine gerek vardır.

Bu iki âyetin birincisi yüce Allah’ın: ”Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz.” (et-Tevbe, 9/66) buyruğudur. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte Bizanslılara karşı gazaya katılan bazı ashabın eğlence ve oyun olsun diye söyledikleri bir söz sebebi ile kâfir oldukları açıkça anlaşıldığına göre malı yahut mevkii eksilir korkusuyla ya da herhangi bir kimseye karşı durumu idare etmek maksadı ile küfrü gerektiren bir söz söyleyen yahut gereğince amel eden bir kimsenin de alay ve şaka olsun diye bir söz söyleyen kimseden daha ileri bir durumda olduğu açıkça anlaşılır.

Müellif yüce Allah’ın kitabındaki iki âyetin iyice düşünmesini teşvik etmektedir. Bunlardan birisi:”Özür dilemeyin siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz.” (et-Tevbe, 9/66) âyetidir. Bu âyet-i kerime Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ı ve onun Kur’ân’ı bilen ashabına dil uzatan münafıklar hakkında inmiştir.

Müellif şöyle demektedir: Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte Tebuk gazvesine katılan bu münafıklar ciddi değil de şaka olsun diye söyledikleri bir söz sebebiyle kâfir olduklarına göre konumunu yahut mevkiini kaybetmek korkusu ya da benzeri bir sebeble kalbinden isteyerek ve ciddi olarak kâfir olan bir kimse hakkındaki kanaat ne olabilir? Elbetteki onun bu yaptığı öbürünkinden çok çok büyüktür. Çünkü ister korku, ister ümit maksadı ile olsun gerçekte hepsi imanlarından sonra küfre sapmış kimselerdirler. Onlar bu işi ister alay olsun diye yapmış olsunlar, isterse de ciddi ve küfür maksadıyla yapmış olsunlar farketmez. Şüphesiz ki herbir insan eğer içinden küfrü gizlemekle birlikte, müslüman olduğunu açığa vuruyor ise o hangi şekilde olursa olsun münafık bir kimsedir.

İkinci âyet-i kerime de yüce Allah’ın şu buyruğudur:

“Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlananlar müstesna olmak üzere kim imandan sonra Allah’ı tanımaz ve küfre göğüs açarsa, işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azab da vardır. Bunun sebebi onların dünya hayatını, ahiretten daha çok sevmeleridir.” (en-Nahl, 16/106-107)

Yüce Allah bu gibi kimseler arasından sadece kalbi iman ile dopdolu olmakla birlikte zorlanan kimseyi istisna etmiş bulunmaktadır. Bunun dışında kalanlar ise bu işi ister korkarak, ister durumu idare etmek maksadıyla, ister vatanından, ailesinden, aşiretinden ya da malından uzak kalmak istemediği, onları elden çıkarmak istemediği için yapmış olsun, isterse de şaka yollu yahutta bunun dışında -zorlanan bir kimse olması hali müstesna- her ne maksatla yapmış olursa olsun imanından sonra kâfir olur.

Müellifin üzerinde iyice düşünülmesini teşvik ettiği ikinci âyet bu âyettir. Bu âyet şuna delildir: Zorlanan kimse dışında imanından sonra kâfir olan hiçbir kimsenin mazereti makbul değildir. İster şaka, ister bir görevi kaybetmemek, ister vatanı savunmak ya da buna benzer başka herhangi bir maksat ile olursa olsun kendi tercihi ve iradesi ile küfrü gerektiren bir iş yapan bir kişi kâfir olur. Çünkü yüce Allah kalbi iman ile dopdolu olmak şartıyla zorlanan kimse dışında hiçbir kimsenin kâfir olmasının mazeretini kabul etmemiştir.

Ayet bu hususa şu iki bakımdan delil teşkil etmektedir:

1- Yüce Allah’ın: “Zorlananlar müstesna olmak üzere” diye buyurmuş olmasıdır. Yüce Allah sadece zorlanan kimseyi istisna etmiştir. Bilindiği gibi insan ancak bir söz söylemeye yahutta bir iş işlemeye zorlanabilir. Kalbte bir inanca sahib olmak için ise hiç kimse zorlanamaz.

Yani yüce Allah bu âyet-i kerimede kâfirlerden zorlananlar dışında kalanları istisna etmemiştir. Zorlamak (ikrah) ise ancak söz ya da fiil hakkında olabilir. Kalbin inancına gelince, Allah’tan başka kimse onu bilemez ve bu hususta ikrah (zorlama) düşünülemez. Çünkü herhangi bir kimsenin bir şahsı zorlayarak: Senin şöyle şöyle inanman kaçınılmazdır demesine imkan yoktur. Zira bu kişinin bilmesine imkan olmayan gizli bir haldir. İkrah ancak söz ya da davranış ile açığa çıkan şeyler hakkında sözkonusu olabilir.

İkinci şekle gelince, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bunun sebebi onların dünya hayatını, ahiretten daha çok sevmeleridir.” Yüce Allah burada böyle bir küfür ve azabın inanç, cahillik, dinin sevilmemesi yahut küfrün sevilmesi gibi bir sebeble sözkonusu olmadığını, aksine sebebinin bu tutumda dünyevi bir halin sebeb teşkil ettiğini ve kişinin dünyevi bu payı dinine tercih ettiğini açıkça ifade etmektedir.

Ayetin ikinci delalet yönü şudur: Bunlar dünya hayatını ahiretten daha çok sevmiş kimselerdir. Dolayısıyla onların küfre sapmalarının sebebi dünyayı, ahiretten daha çok sevmeleridir. Dünya ile kastedilen onunla ilgili hertürlü makam, mal, başkanlık ya da buna benzer dünyada bulunan ve ahirete tercih edilen herşeydir. Böyle bir kimsenin kâfir olması dünyayı tercih etmesinden ötürüdür. O bakımdan bu kişi küfrü sevmese dahi kâfir olur. Çünkü bu kimse dünya hayatını seven bir kimsedir ve bundan dolayı küfre yönelmektedir. Çünkü bazı insanlar küfrü sevdiği ve beğendiği için kâfir olduğu gibi, bazı insanlar mal, mevki ya da başkanlık dolayısıyla kâfir olmaktadır. Kimi insanlar da bu yolla yönetimlerden bir şeyler elde etmek maksadıyla küfre sapmaktadır ve buna benzer sebeblerle küfre sapar. Kısacası küfre sapmanın maksatları pek çoktur.

Yüce Allah’tan bizleri sırat-ı müstakime iletmesini, bizi hidayete ilettikten sonra kalblerimizi saptırmamasını niyaz ederiz.

En iyi bilen şanı yüce Allah’tır. Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına, ashabına da salat ve selamlar olsun.

Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdülvahhab -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu kitabını ilmi aziz ve celil olan Allah’a havale ederek, peygamberi Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’a da salat ve selam ile bitirmektedir. Böylelikle “Keşfu’ş-Şubuhât (Şüphelerin Giderilmesi)” adlı eser de sona ermektedir.

Yüce Allah’tan bu ilme en güzel şekli ile mükafatlandırmasını, onun ecir ve mükafatından bizi de payidar kılmasını, lütuf ve ihsan yurdunda onunla birlikte bizi bir araya getirmesini niyaz ederiz. Şüphesiz ki O ihsanı bol ve pek cömert olandır. Alemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun, Peygamberimiz Muhammed’e Allah’ın salat ve selamları olsun.


ALTI ESASIN AÇIKLANMASI

Bismillahirrahmanirrahiym:

Rahman ve Rahîm Allah’ın Adıyla

Müellif besmele ile başlayan yüce Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’e ve yazdığı mektublara besmele ile başlayan Allah’ın Rasûlüne uyarak, eserine besmele ile başlamaktadır. Besmelenin başındaki car ve mecrur konuma uygun ve sonradan zikredildiği kabul edilen hazfedilmiş bir fiile taalluk etmektedir ki burada takdiri Allah’ın adı ile yazarım şeklinde (anlamında)dır.

Bunu fiil olarak takdir edişimizin sebebi amel eden lafızların aslı itibariyle fiiller oluşundan dolayıdır. Bunu sonradan gelen bir lafız olarak takdir edişimizin de iki sebebi vardır:

1- Yüce Allah’ın adı ile başlamanın bereketinden yararlanmak.

2- Müteallakın öne gelmesi, hasır ifade etmesi dolayısıyla hasr anlamını ortaya koymak.

Bu takdiri münasib bir fiil olarak zikredişimizin sebebi ise maksada daha bir delalet edişinden dolayıdır. Mesela biz bir mektub okumak istediğimizde, Allah’ın adı ile başlarız diyecek olur isek bizim neye başladığımız anlaşılamaz. Fakat Allah’ın adı ile okuruz diyecek olursak, maksada daha açık bir delil teşkil eder.

Lafza-i celal şanı yüce yaratıcının özel adıdır. Bütün isimlerin kendisine tabi olduğu isim budur. Öyle ki yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Bu, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura yegane galib (aziz), hamde layık olan (hamid olan Allah)’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitabtır. O Allah ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.” (İbrahîm, 14/1-2)

Bizler “Allah” lafza-i celalinin sıfat olduğu görüşünde değiliz. Aksine burada lafza-i celal atf-ı beyan konumundadır. Böylece lafza-i celal tıpkı sıfatın mevsufa tabi oluşu gibi kendisinden önce zikredilmiş olan lafza tabi olmasın. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Marife isimlerin en marifesi “Allah” lafzıdır. Çünkü bu lafız yüce Allah’tan başkasına delalet etmez.

Rahman: Yüce Allah’a has olan isimlerdendir. Ondan başkası hakkında kullanılamaz. Geniş rahmet vasfına sahib demektir.

Rahîm ise yüce Allah hakkında da, başkası hakkında da kullanılan bir isimdir. Rahmete nail olana ulaşan bir rahmet sahibi demektir. O halde rahman geniş rahmet sahibi, Rahîm ise bulaşıcı rahmet sahibi demektir. Her ikisi bir arada zikredildikleri takdirde Rahîm ile rahmetini kullarından dilediği kimseye ulaştıran kastedilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Dilediğine azab eder, dilediğine de rahmet eder ve yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (el-Ankebut, 29/21)

Rahman ile kasıt ise rahmeti bol olan demektir.

Gücü herşeye galib, mutlak egemenin kudretine delalet eden en hayret verici ve en büyük belgelerden birisi de yüce Allah’ın herkesin sandığından daha ileri derecede avama dahi çok açık bir şekilde açıklamış olduğu altı esastır. Bununla birlikte dünyanın en zekileri ve Adem oğullarının en akıllıları arasından pekçok kimse -oldukça küçük bir azınlık dışında- bu altı esas hakkında yanlışlığa düşmüşlerdir.

Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdülvahhab avamdan olanların da, ilim taleb edenlerin de iyice anlayacağı kısa broşürlere oldukça önem vermiştir. İşte bu risalelerden birisi de “büyük altı esas” adını taşıyan bu risalesidir. Bu esaslar:

1- İhlas ve bunun zıttı olan şirke dair açıklama.

2- Din etrafında bir araya gelmek ve din hususunda tefrikanın yasak kılınışı.

3- Emir sahiblerini dinleyip, onlara itaat etmek.

4- İlim, ulema, fıkıh, fukahaya dair açıklamalar bunlardan olmadığı halde bunlara benzemeye çalışanlar.

5- Allah’ın velileri (dostları)nın kimlikleri.

6- Kur’ân ve sünnetin terki hususunda şeytanın ortaya koyduğu şüphenin reddedilmesi.

Bu esaslar gerçekten gerekli itinanın gösterilmesi gereken önemli esaslardır. Bizler de bunlara dair açıklamalar ve Allah’ın lutfedeceği şekilde bunlara dair notlar düşmek üzere yüce Allah’ın yardımını istiyoruz.

Birinci Esas: Dini Allah’a Halis Kılmak ve Zıttı Allah’a Ortak Koşmak

Birinci esas dini hiçbir ortağı sözkonusu olmaksızın bir ve tek olarak Allah’a halis kılmak. Onun zıttı olan Allah’a ortak koşmaya ve Kur’ân-ı Kerim’in çoğunluğunun bu esası avamın en az bilgilisinin dahi anlayabileceği ifadelerle değişik şekillerde açıklamayı ihtiva ettiğini ortaya koymaktır. Ümmetin büyük çoğunluğu bu hale düşünce şeytan bu ümmete ihlası salihleri küçümsemek ve onların haklarına gereken şekilde riayet etmemek. Buna karşılık Allah’a şirk koşmayı da salihleri ve onlara uyanları sevmek suretinde gösterdi.

Yüce Allah’a dini halis kılmanın anlamı şudur: “Kişi yaptığı ibadet ile Allah’a yakınlaşma maksadını ve onun lutuf ve ihsan yurduna ulaşmayı gözetmesi demektir. Bu da kulun gerek maksadında, gerek muhabbetinde yüce Allah’a ihlasla bağlı olmasını gerektirdiği gibi O’nu tazimde de, O’na ihlasla yönelmiş olmalıdır. Gizli ve açık bütün hallerinde Allah’a ihlasla yönelmeli, ibadetinde yüce Allah’ın rızasından başkasını, O’nun lutuf ve ihsan yurdu olan cennete ulaşmaktan başkasını gözetmemelidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur, ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” (el-En’am, 6/162-163)

“Rabbinize dönün ve O’na teslim olun.” (ez-Zümer, 39/54)

“İlahınız tek bir ilâhtır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O rahmandır, Rahîmdir.” (el-Bakara, 2/163)

“İlahınız bir tek ilâhtır. O halde O’na teslim olun.” (el-Hac, 22/34)

Yüce Allah bütün peygamberlerle bu mesajı göndermiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

”Senden önce gönderdiğimiz herbir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (el-Enbiya, 21/25)

Yüce Allah müellifin de dediği şekilde bu hususları “avamın en kıt akıllısının dahi anlayacağı ifadelerle çeşitli şekillerde” açıklamıştır. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem da aynı şekilde bunu böylece açıklamıştır. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem tevhidi tahkik, onu halis kılmak, tevhidi her türlü şaibeden arındırmak, bu tevhidde gedik açma sonucunu yahutta onu zayıflatma sonucunu vermesi mümkün olan her türlü yolu kapatmak üzere gelmiştir. Öyle ki bir adam Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’e:

“Allah ve sen dilerseniz” deyince, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Sen beni Allah’a eş mi koştun? Aksine bir ve tek olarak Allah dilerse”[23]

Bu sözleriyle Peygamber sallallahü aleyhi vesellem bu adama karşı kendisinin dilemesini yüce Allah’ın dilemesi ile birlikte ikisinin de dilemesini eşit görmeyi gerektirecek bir ifade ile kullanmasını reddetmekte ve bunu yüce Allah’a eş koşmak olarak değerlendirmektedir. Aynı şekilde Peygamber sallallahü aleyhi vesellem yüce Allah’tan başkası adına yemin etmeyi haram kılmış ve bunu Allah’a ortak koşmak çeşitlerinden biri olarak değerlendirerek şöyle buyurmuştur:

“Kim Allah’tan başkası adına yemin ederse, o kâfir olur yahut şirk koşmuş olur.”[24]

Çünkü Allah’tan başkası adına yemin etmek, adına yemin edilen varlığı ancak yüce Allah’ın hakettiği bir şekilde tazim etmek demektir. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in huzuruna gelen bir heyet:

“Ey Allah’ın Rasûlü bizim en hayırlımız, en hayırlımızın oğlu, efendimiz ve efendimizin oğlu” deyince, şöyle buyurdu:

“Ey insanlar sizler kendinize ait sözlerinizi söyleyiniz. Sakın şeytan sizi hevalarınızın peşine sürüklemesin. Ben Allah’ın kulu ve rasûlü Muhammed’im. Beni yüce Allah’ın getirmiş olduğu konumun üstüne çıkarmanızı sevmiyorum.”[25]

Musannıf işte bundan dolayı “Kitabu’t-Tevhid” adlı eserinde şöylece bir başlık açmaktadır: “Mustafa sallallahü aleyhi vesellem’in tevhid alanını koruması ve şirkin yollarını kapatmasına dair gelmiş olan rivayetler.”

Yüce Allah ihlası açıklamış olduğu gibi, onun zıttı olan şirki de açıklamış bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder.” (en-Nisa, 4/116)

“Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (en-Nisa, 4/36)

“Andolsun ki biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)

Bu husustaki âyet-i kerimeler pek çoktur. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem da şöyle buyurmaktadır:

“Her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’nun huzuruna çıkarsa cennete girer. Her kim O’na bir şey ortak koşarak huzuruna çıkacak olursa, cehenneme girer.”[26]

Bu hadisi Müslim Hz. Cabir’den rivayet etmiştir.

Şirk iki türlüdür:

1- Kişiyi dinden çıkartan büyük şirk: Bu şariin mutlak olarak zikrettiği ve tevhide mutlak olarak aykırı olan şirk çeşididir. Herhangi bir ibadet çeşidini yüce Allah’tan başkasına yapmak gibi. Mesela Allah’tan başkasına namaz kılmak yahut Allah’tan başkası adına kesmek, Allah’tan başkası adına adakta bulunmak yahut Allah’tan başkasına -bir kabirde yatan kimseye yahut hazır olmayan bir kimseye- dua ederek ancak hazırda bulunan kimsenin güç yetirebileceği bir işten kendisini kurtarmasını istemesi gibi.

Şirkin çeşitleri ilim ehlinin yazdıkları eserlerde bilinmektedir.

2- Küçük şirk ise şariin hakkında şirk niteliğini kullandığı kavli ya da fiili her türlü ameldir. Ancak bu nitelik tevhide mutlak bir aykırılık arzetmez. Allah’tan başkası adına yemin etmek gibi. Yüce Allah’tan başkası adına yemin etmekle birlikte, Allah’tan başka herhangi bir varlığın Allah’ın azametine denk bir azamete sahib olduğuna inanmamakla birlikte yemin eden bir kimse küçük şirk koşmuş olur. Aynı şekilde riyakarlık da buna bir örnektir, oldukça tehlikelidir. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem riyakarlık hakkında şöyle buyurmuştur:

“Sizin için en korktuğum şey küçük şirktir.” Ona hangisi olduğu sorulunca, “riyakarlıktır” diye buyurmuştur.”[27]

Bazan riyakarlık büyük şirke de ulaşabilir. İbnu’l-Kayyim Allah ona rahmet etsin küçük şirke az miktardaki riyakarlığı örnek göstermiştir. Bu da çok miktardaki bir riyakarlığın büyük şirke ulaşabileceğine işarettir. Bazı ilim adamları yüce Allah’ın:”Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez.” (en-Nisa, 4/116) buyruğunun küçük dahi olsa hertürlü şirki kapsamına aldığı kanaatindedir. O halde mutlak olarak şirkten kaçınmak gerekir. Çünkü şirkin akıbeti çok vahimdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Maide, 5/72)

Cennet Allah’a ortak koşan müşriğe yasak kılındığına göre o kimsenin cehennem ateşinde ebedi olarak kalması sözkonusu olur. Allah’a ortak koşan bir kimse hiç şüphesiz ahireti kaybetmiş bir kimsedir. Çünkü o cehennem ateşinde ebedi kalacaktır. Dünyayı da kaybetmiş olur, çünkü dünya hayatında ona karşı delil ortaya konulmuş ve uyarıcı ona gelmiş bulunmaktadır. Fakat o buna rağmen ziyan etmiş ve dünyadan herhangi bir fayda sağlayamamıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“De ki gerçekten zarar edenler kıyamet gününde hem kendilerini, hem de bağlılarını kaybedenlerdir. Uyanık olun işte bu apaçık hüsranın ta kendisidir.” (ez-Zümer, 39/15)

Böyle bir kimse kendisini kaybetmiş olacaktır, çünkü kendisinden hiçbir fayda sağlamamış olacaktır. Ayrıca bizzat kendi nefsini ateşe ulaştırmış olacaktır, orası ise varılacak yerlerin en kötüsüdür. Yakınlarını da kaybetmiş olur, çünkü bu yakınları eğer mümin iseler cennette olacaklardır. Onlardan hiçbir şekilde istifade edemeyecek, zevk alamayacaktır. Eğer ateşte iseler yine aynı durum sözkonusudur. Çünkü ateşe herbir ümmet girdikçe kendisini bu hale sokan diğer ümmete lanet okuyacaktır.

Şunu bilmek gerekir ki şirk oldukça gizlidir. Halilu’r-Rahman ve haniflerin imamı (İbrahîm aleyhisselam) dahi yüce Allah’ın ondan bize aktardığı duasında görüldüğü gibi şirkten koşmuştur: ”Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut.” (İbrahîm, 14/35) diye dua etmiştir. Burada onun “uzak tut” demiş olmasına “alıkoy” demediğine dikkat etmek gerekir. Çünkü “beni uzak tut” yani sen beni sana ibadet tarafında bulundur, putlar ise ayrı bir tarafta olsunlar. Bu ifade beni alıkoy ifadesinden daha beliğdir, çünkü kendisi bir tarafta, putlar bir tarafta bulunur iseler onlara ibadetten daha uzak kalır. İbn Ebi Müleyke şöyle demiştir: “Ben Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın ashabından otuz kişiye yetiştim, hepsi de kendisi adına münafıklıktan korkardı.”[28]

Müminlerin emiri Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh., Huzeyfe b. el-Yeman’e şöyle demiştir: “Allah adına sana and veriyorum. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem sana münafıkların isimlerini verirken, benim de ismimi verdi mi?” Halbuki Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem onu cennet ile müjdelemişti. Ancak Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’in hayatta iken yaptığı işleri gördüğünden ötürü de (kendisi adına münafıklıktan) korkmuş idi. Esasen münafık olmamaktan yana ancak münafık olanlar emin olur. Münafık olmaktan da ancak mümin olanlar korkar. O halde kula düşen ihlasa alabildiğine dikkat etmek ve bu hususta kendi nefsiyle gereken mücadeleyi vermektir. Seleften kimisi şöyle demiştir: “Ben nefsimle ihlas için mücadele ettiğim kadar hiçbir hususta mücadele etmiş değilim.” Çünkü şirk gerçekten zor bir iştir, kolay değildir. Fakat yüce Allah ihlası kula kolaylaştırır. Bu da kulun yüce Allah’ın rızasını hedef gözetmesi, ameliyle Allah’ın rızasına yönelmesi ile mümkündür.

İkinci Esas: Dinin Etrafında Birleşmek ve Zıttı Dinde Ayrılığa Düşmek

Yüce Allah din etrafında birleşmeyi etretmiş olup, din hususunda ayrılığa düşmeyi yasaklamıştır. Yüce Allah bu hususu avamın dahi anlayacağı şekilde rahatlatacak bir surette açıklamış bulunmaktadır. Bizlere, bizden önce ayrılıp, ihtilaf eden ve sonunda helak olan kimseler gibi olmayı yasaklamıştır. Müslümanlara din etrafında birleşip, din hususunda ayrılığa düşmelerini yasakladığını emrettiğini belirtmiştir. Sünnette varid olmuş hususlar buna daha da bir açıklık getirmektedir ki bu hususta gerçekten kişi hayrete düşer. Fakat sonunda insanlar dinin esasları ve dinde ilim ve fıkıh sahibi olmak demek olan fer’î hükümleri hususunda ayrılığa düştüler ve artık zındık ya da deli kimseler dışında din etrafında birleşmekten kimse söz etmeyecek hale kadar gelinmiş oldu.

Müellifin zikrettiği esasların ikincisi din etrafında birleşmek ve din ile ilgili hususlarda ayrılığa düşmenin yasaklanışı ile ilgilidir. Bu gerçekten büyük bir esastır. Yüce Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile ashab-ı kiramın ve selef-i salihin ameli buna delil teşkil etmektedir:

Yüce Allah’ın kitabındaki deliller:

”Ey iman edenler Allah’tan nasıl korkmak gerekirse, öyle korkun ve siz ancak müslümanlar olarak ölün. Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz de kalblerinizi birleştirmişti de O’nun nimetiyle kardeş olmuştunuz ve yine siz ateşten bir çukurun kenarındayken oradan da sizi o kurtardı. İşte Allah hidayet bulasınız diye size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor.” (Al-i İmran, 3/102-103)

”Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp, ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.” (Al-i İmran, 3/105)

”Birbirinizle çekişmeyin, sonra korkuya kapılırsınız, gücünüz parçalanıp gider.” (el-Enfal, 8/46)

”Dinlerini parça parça edip, fırka fırka ayıranlar var ya senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (el-En’am, 6/159)

”O dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuh’a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimizi İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptı.” (eş-Şura, 42/13)

Bu âyet-i kerimelerle yüce Allah ayrılığı yasaklamakta ve ferd, toplum ve bütünüyle ümmet hakkındaki vahiy sonuçlarını açıklamaktadır.

Sünnetten bu büyük esasa delil teşkil eden buyruklara gelince, Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçümsemez. -Göğsüne işaret buyurarak- takva buradadır, takva buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçümsemesi yeter. Müslümanın tümü, müslümana haramdır: Kanı, namusu (şeref ve haysiyeti) ve malı.”[29]

Bir rivayette de şöyle buyurmaktadır:

“Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinizin kötülüklerini araştırmayınız, gizliliklerini kurcalamayınız, birbirinizin alışverişini (kardeşinizin aleyhine olmak üzere) kızıştırmayınız. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.”

Bir rivayette de şöyle buyurulmaktadır:

“Birbirinizle ilişkiyi kesmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinizi kıskanmayınız. Allah’ın kardeş kulları olunuz.”[30]

Yine Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:

“Müminin, mümine karşı durumu bir binanın yapı taşları gibidir. Biri diğerinin gücünü pekiştirir.”[31]

Peygamber sallallahü aleyhi vesellem Ebû Eyyub radıyallahu anh.’a şöyle buyurmuştur:

“Sana bir ticaret göstereyim mi?” O:

“Göster ey Allah’ın Rasûlü” deyince, şöyle buyurdu:

“İnsanlar arası ilişkiler bozulduğunda sen onların arasındaki ilişkileri düzeltmeye koşarsın, birbirlerinden uzaklaştıklarında onları biribirlerine yakınlaştırmaya gayret edersin.”[32]

Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in müminlere biribirlerini sevmeyi, birbirleri ile kaynaşmayı, birinin diğerine iyilik istemeyi, iyilik ve takva üzere dayanışmayı bunları pekiştirecek ve geliştirecek yolları emretmenin karşılığında müslümanların ayrılıklarını ve birbirlerinden uzaklaşmalarını gerektirecek şeyleri de yasaklamış bulunmaktadır. Çünkü ayrılıp, kin duymanın neticesinde pek büyük kötülükler ortaya çıkar. Ayrılık cin ve insan şeytanlarının gözbebeğidir. Çünkü insan ve cin şeytanları müslümanların bir görüş etrafında bir araya gelmelerini istemezler. Onlar dağılmalarını isterler, çünkü onlar ayrılığın emirlere bağlılık ve yüce Allah’a yönelmekle ortaya çıkan gücü parçalayıcı olduğunu iyi bilirler.

Bundan dolayı Peygamber sallallahü aleyhi vesellem söz ve davranışlarıyla kaynaşmaya ve karşılıklı sevgiye teşvik etmiş, buna karşılık sözbirliğini parçalayan, gücü ortadan kaldıran ayrılık ve ihtilafları yasaklamıştır.

Ashab-ı kiramın uygulamalarına gelince, onlar arasında birtakım ayrılıklar baş göstermiştir. Fakat bu ayrılıklardan dolayı tefrika, düşmanlık ve kin ortaya çıkmamıştır. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem aralarında iken Rasûlullahın döneminde bile aralarında birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Mesela Peygamber sallallahü aleyhi vesellem Ahzab gazvesinden sonra Cebrail gelip, kendisine antlaşmalarını bozdukları için Kureyza oğulları üzerine yürümesini emredince, ashabına şöyle demişti: “Sizden hiçbir kimse Kureyza oğulları yurduna varmadan ikindi namazını kılmasın.” diye buyurmuştur.[33] Onlar Medine’den Kureyza oğulları yurduna gitmek üzere çıktılar. İkindi namazı vakti geldi. Kimisi: Biz ancak Kureyza oğulları diyarında namazımızı kılarız, isterse güneş batsın dedi. Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbir kimse Kureyza oğulları yurduna varmadan ikindi namazını kılmasın.” İşte biz de dinledik ve itaat ettik diyoruz.

Kimileri de şöyle demişti: Biz vaktinde namazımızı kılarız. Çünkü Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem bu sözleriyle yola çabukça koyulmayı kastetmiştir. Namazımızı geciktirmeyi istemiş değildir. Bu husus Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’a ulaşınca, onlardan hiçbir kimseyi azarlamadı ve anlayışı dolayısıyla kimseye sitem etmedi. Bizzat kendileri de Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın hadisini anlamak hususundaki bu görüş ayrılıkları dolayısıyla dağılmadılar, tefrikaya düşmediler.

Selef-i salihin uygulamalarına gelince: Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin ihtilaflı meselelere dair benimsediği esaslardan birisi de şudur: Eğer bu görüş ayrılıkları içtihaddan dolayı sözkonusu ise ve bu içtihadın mümkün olabildiği hususlardan ise bu ayrılık sebebiyle biribirlerini mazur görürlerdi. Bundan dolayı biri diğerine kin, düşmanlık beslemez, ondan nefret etmezdi. Aksine kardeş olduklarına inanırdı, isterse aralarında böyle bir ayrılık ortada olsun. Hatta onlardan herhangi bir kimse kendi görüşüne göre abdestsiz olduğunu kabul ettiği kimse arasında eğer imam abdestli olduğu kanaatinde ise namaz kılardı. Mesela deve eti yemiş bir kimse arkasında namaz kılanları olurdu. İmam deve eti yemenin abdesti bozmadığı kanaatinde iken onun arkasında namaza duran ise deve eti yemenin abdesti bozduğu kanaatinde idi. Bununla beraber böyle bir imamın arkasında namazın sahih olduğu görüşünde idi. Halbuki böyle bir kimse tek başına namaz kılacak olsaydı, bu şekilde kılacağı namazının sahih olmayacağı kanaatine sahibti. Bütün bunun sebebi onların içtihadın mümkün olduğu alanlarda içtihaddan dolayı ortaya çıkan görüş ayrılıklarında gerçek anlamıyla bir ayrılık olmadığı kanaatini paylaşmaları idi. Zira farklı görüşlere sahib olan herbir kimse kendi kanaatine göre başkasını kabul etmesi caiz olmayan ve uyması icab eden bir delile uymaktadır. Onların kanaatlerine göre içtihad eden kardeşleri delile uyarak herhangi bir amelde kendilerine muhalefet ederse, gerçek anlamda ise kendilerine muvafakat ediyordu. Çünkü onlar nerede olursa olsun delile uymayı terketmiyorlardı. Kendisince delil kabul ettiği bir hususa uyarak kendilerine muhalefet edecek olursa, gerçekte o kendilerine muvafakat ediyor demekti. Zira böyle bir kimse kendilerinin davet ettiği ve hidayet yolu olarak gördükleri Allah’ın kitabının ve Rasûlünün sünnetinin hükmüne uygun hareket ediyordu.

Ayrılığın caiz olmadığı alanlara gelince, bu ashab ve tabiînin izlediği yola muhalif olan hususlardır. İnsanlardan sapıtanların saptığı ve ancak faziletli kabul edilen nesillerden sonra ayrılıkların ortaya çıktığı itikadi meseleler gibi. Yani bu hususlardaki görüş ayrılıkları ancak faziletli oldukları kabul edilen nesillerden sonra yayılmıştır. Her ne kadar ashab döneminde bu ayrılıkların küçük bir kısmı mevcut idiyse de bu böyledir. Şunu bilmek gerekir ki bizler ashab nesli dediğimiz vakit bu ashabın tamamının vefatı ile sona eren zamanı kastetmiyoruz. Bununla kastettiğimiz bu neslin büyük çoğunluğunun bulunduğu zaman dilimini kastediyoruz. Nitekim Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: “Bir asırda yaşayanların çoğunluğunun ölümü ile o asrın sona erdiğine hüküm verilir.”

O halde faziletli oldukları belirtilen nesiller sona erdiğinde onlardan sonra itikadi hususlarda yaygınlık arzeden görüş ayrılıkları bulunmamaktaydı. O halde ashab ve tabiînin izlediği yola muhalefet eden bir kimsenin bu muhalefeti onun aleyhinedir ve onun bu muhalefeti kabul edilemez.

Ashab-ı kiram döneminde görülen ve içtihadın çerçevesi içerisinde bulunan ayrılık noktalarına gelince, bu hususlarda görüş ayrılıklarının devam etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Hakim hüküm verip de hükmünde içtihad eder ve isabet ederse, onun için iki ecir vardır. Şâyet içtihad edip, yanılırsa onun için bir ecir vardır.”[34] İşte ölçü budur.

O halde bütün müslümanların görevi tek bir ümmet olmaktır, dilleriyle, kılıçlarıyla birbirine girecek şekilde ayrılığa düşmemek, fırkalara bölünmemek, içtihadın mümkün olabildiği hallerdeki ayrılıklardan ötürü de birbirlerine düşmanlık etmemek, kin beslememektir. Çünkü onlar kendi anlayışlarına uygun olarak nasların gerektirdiği hususlarda birbirleriyle ayrılığa düşseler bile bu -Allah’a hamdolsun ki- müsamahası olan, genişlik bulunan bir husustur. Önemli olan kalblerin birbirleriyle kaynaşması ve sözbirliğidir. Şüphesiz ki müslümanların düşmanları müslümanların ayrılığa, tefrikaya düşmelerini isterler. Bunlar ister düşmanlıklarını açıkça ortaya koyan kimseler olsun, isterse de müslümanlara ve İslama dost gibi görünen ve gerçekte öyle olmayan düşmanlar olsun.

Üçüncü Esas: Yöneticilere İtaat

Bir araya gelmenin eksiksiz olması başımızda amir konumuna gelen kimselere dinleyip, itaat etmeyi de gerektirir. İsterse bu kimse Habeşli bir köle olsun. Allah bu hususu şeriatiyle ve kaderiyle, çeşitli açıklama yollarıyla oldukça yaygın ve yeterli bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Sonra bu esas ilim sahibi olduğunu iddia eden kimseler tarafından bilinmez bir hale geldi. Peki ya bununla nasıl amel edilecek?

Müellif şunu belirtmektedir: Emir sahiblerini dinleyip, onlara itaat etmek bir araya gelmenin tamamlayıcı bir unsurudur. Bu da onların verdikleri emirlere uymak, yasakladıklarını terketmekle olur, isterse başımıza gelen amir Habeşli bir köle olsun.

Müellifin: “Yüce Allah bunu... yeterli ve yaygın bir şekilde açıklamıştır...” sözlerini açıklamaya çalışalım:

Bu husus şer’î olarak yüce Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetinde gereği gibi açıklanmış bulunmaktadır. Buna yüce Allah’ın kitabında açıklık getiren buyruklardan bazıları:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de.” (en-Nisa, 4/59)

”Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, sonra korkuya kapılırsınız, gücünüz gider. Bir de sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfal, 8/46)

”Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın. Parçalanıp, ayrılmayın.” (Al-i İmran, 3/103)

Bu hususun Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’in sünnetinde açıklık kazandığı buyruklardan bazıları da şunlardır: Buhari ve Müslim’de yer alan Ubade b. es-Samit radıyallahu anh.’ın rivayet ettiği hadiste şöyle demektedir: Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem hoşunuza giden ve gitmeyen hallerde zorluk ve kolaylık halimizde ve başkaları bize tercih edilecek olsa dahi dinleyip, itaat etmek ve emir sahibi kimseler ile ayrılık çıkarmamak üzere beyatleştik. O şöyle buyurdu:

“Ancak elinizde ona dair Allah’tan gelmiş bir delil bulunan apaçık bir küfür görmeniz hali müstesnadır.”[35]

Yine Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Her kim emirinden (olumsuz) herhangi bir şey görürse, sabretsin. Çünkü şüphesiz ki cemaatten bir karış kadar dahi ayrılan ve bu haliyle ölen bir kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür.”[36]

Bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır:

“Her kim itaatten el çekecek olursa, kıyamet gününde lehine herhangi bir delil bulunmaksızın Allah’ın huzuruna çıkar.[37]

Yine şöyle buyurmaktadır:

“Başınıza Habeşli bir köle emir tayin edilse dahi dinleyip itaat ediniz.”[38]

Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır:

“Müslüman kişi -masiyet ile emrolunması hali müstesna- sevdiği ve hoşlanmadığı bütün hususlarda dinleyip, itaat etmekle yükümlüdür. Ona masiyeti gerektiren bir emir verilecek olursa, dinlemek de, itaat etmek de sözkonusu olmaz.”[39]

Hadis Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.

Abdullah b. Ömer radıyallahu anh. dedi ki: Bir seferde Peygamber sallallahü aleyhi vesellem ile birlikte idik. Bir yerde konakladık. Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın münadisi topluca namaza diye seslendi. Biz de Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın huzurunda bir araya geldik şöyle buyurdu:

“Gerçek şu ki yüce Allah ne kadar peygamber göndermiş ise mutlaka o peygamberin ümmetine bilmiş olduğu hayırlı yolları onlara göstermesi ve kötü hususları da onlardan sakındırarak uyarması görevi olmuştur. Şüphesiz sizin bu ümmetinizin esenliği baş tarafında takdir edilmiştir. Sonradan gelecek olanlarına birtakım belalar ve sizin uygun göremeyeceğiniz bir takım işler isabet edecektir. Biri diğerini inceltecek (hafif gösterecek) fitneler gelecektir. Bir fitne gelecek mümin: İşte ben bununla helak olacağım diyecek, bir diğer fitne gelecek bu sefer: İşte bu, (işte bu beni helak edecek) diyecektir. Her kim ateşten uzaklaştırılıp, cennete girdirilmeyi arzu ederse Allah’a ve ahiret gününe iman ettiği halde ölümü gelip, onu bulsun. İnsanlara da kendisine yapılmasını arzuladığı şeyleri yapsın. Her kim bir imama bey’at edip, elini onun eline verir, kalbinin meyvesini (samimiyetle bey’at etmek suretiyle) ona verecek olursa, gücü yettiği takdirde ona itaat etsin. Bir başkası gelip, o imam ile çekişecek olursa, diğerinin boynunu vurunuz.”[40]

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Bu hususun kader ile de beyan edilmiş olmasına gelince: İslam ümmeti dinine sımsıkı sarılan, dini etrafında bir araya gelmiş, yöneticilerine gereken tazim ve saygıyı gösterip, onlara maruf olan hususlarda itaat ettikleri zamanlardaki durumu apaçık ortadadır. Bu halde iken İslam ümmeti yeryüzünde üstün ve lider konumunda idi. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Allah içinizden iman edip, salih amel işleyenlere vaadetti ki: Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi -andolsun ki- kendilerini de muhakkak yeryüzünde halife kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar yapacak, önceki korkularını güvene çevirecektir. Çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet ederler.” (en-Nur, 24/55)

”Allah kendi dinine yardım edene elbette yardım eder. Muhakkak Allah güçlüdür, azizdir. O kimselere eğer biz yeryüzünde bir iktidar imkanı verirsek, onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, marufu emreder, münkerden alıkoyarlar. İşlerin akıbeti Allah’ındır.” (el-Hac, 22/40-41)

Fakat İslam ümmeti olmadık işleri yapıp, dinlerini kısım kısım parçalayarak meşru yöneticilerine karşı dikbaşlılık edip, onlara karşı çıkmaya başlayınca fırkalara bölündüler, düşmanlarının kalblerinde onlara karşı var olan heybet kaldırıldı, onlar da birbirlerine düştüler, dağıldılar, güç ve kuvvetleri kayboldu. Diğer ümmetler onların üzerine çullanmak üzere birbirlerini çağırdılar ve İslam ümmeti selin üzerindeki çörçöpe dönüştü.

Bu asıl ilke ilim, Allah’ın dinine hamasetle bağlılık iddiasında bulunan çok kimse tarafından bilinmez oldu. Müslüman fertlerden herbirisi kendisini bir emir yahut emir ile mücadele eden bir emir konumunda gördü. O halde yöneten ya da yönetilenler olarak hepimizin görevi yüce Allah’ın bize farz kıldığı karşılıklı olarak sevmek ve iyilik ve takva üzere yardımlaşmak, kurtulanlardan olalım diye maslahatlarımız etrafında birleşmektir. Hak üzere birleşmeli, onun üzerinde yardımlaşmalıyız, bütün amellerimizi ihlasla yapmalı, tek bir hedefe koşmalıyız. Bu da bu ümmeti dini ve dünyevi olarak mümkün olduğu kadarıyla ıslaha götürmektir. Bunun gerçekleşmesi ise sözbirliğini sağlayıp, aramızdaki anlaşmazlıkları terketmedikçe mümkün değildir. Hiçbir hedef gerçekleştirmeyen karşı çıkışları terketmedikçe bu hedef gerçekleşemez. Hatta bunlar yapılmadıkça maksat da ortadan kalkar ve varlık olarak varsa bile yok olur.

Sözbirliği dağılacak olup, yönetilenler dik başlılık ettikleri takdirde hevalar ve kinler devreye girer, herkes kendi sözünün gerçekleşmesi için çalışır. İsterse hak ve adaletin başka yerde olduğu açıkça ortaya çıkmış olsun. Böylelikle bizler yüce Allah’ın şu buyruklarındaki direktiflerininde dışına çıkmış oluyoruz:

”Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekirse, öyle korkun ve siz ancak müslümanlar olarak ölün. Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp, ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de o kalblerinizi birleştirmiş, siz de onun nimetiyle kardeş olmuştunuz ve yine siz ateşten bir çukurun kenarında iken oradan da sizi o kurtardı. İşte Allah hidayet bulasınız diye size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor.” (Al-i İmran, 3/102-103)

Her birimiz hak ve görevlerini bilip, hikmete uygun bir şekilde gereklerini yerine getirecek olursa, şüphesiz ki genel ve özel işler de en güzel ve mükemmel bir düzen üzere yürümeye devam eder.

Dördüncü Esas: İlim ve Alimler, Fıkıh ve Fakihler

Dördüncü olarak ilim, alimler, fıkıh ve fakihler ile onlardan olmadığı halde bunlara benzemeye çalışan kimselere dair açıklamaları ihtiva eder. Yüce Allah bu esası Bakara suresinin baş taraflarında: ”Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin. Ben de ahdinizi yerine getireyim.” (el-Bakara, 2/40) buyruğundan itibaren; “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi ve sizi alemler üzerine gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın.” (el-Bakara, 2/47) buyruğuna kadar olan âyet-i kerimelerde bu esası açıklamış bulunmaktadır. Avamdan anlayışı kıt olan kimseler için dahi çok açık ve seçik bir şekilde sünnet-i seniyede yer alan apaçık bir çok ifadeler de bu hususa daha bir açıklık getirmektedir. Ancak daha sonraları bu en garib (en az bilinen) şey olmuştur. Artık ilim ve fıkıh diye bid’at ve delaletlerin kendisi bilinir olmuştur. Bunların elinde bulunan en hayırlı şeyler ise hakkı batıla karıştırmaktır. Yüce Allah’ın insanlara farz kıldığı ve övdüğü ilim ise ancak zındıkların yahut delilerin ağzını açıp söyledikleri şey halini almıştır. Onu inkar eden, ona düşmanlık eden, ondan sakındırmaya ve alıkoymaya dair eser yazan kimseler ise bizzat alim ve fakih kimseler olmuştur.

Burada ilimden kasıt şer’î ilimdir. Şer’î ilim de yüce Allah’ın Rasûlüne indirmiş olduğu apaçık deliller ve hidayettir. Övgü ve övücü ifadelerin hakkında sözkonusu edildiği ilim ise şeriat ilmi olan Allah’ın Rasûlüne indirmiş olduğu kitab ve hikmetin bilgisi demek olan ilimdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”De ki hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu? Ancak özlü akıl sahibleri öğüt alır.” (ez-Zümer, 39/9)

Peygamber sallallahü aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur:

“Allah kimin hakkında hayır dilerse, onu dinde derin bir bilgi sahibi kılar.”[41]

Yine Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Peygamberler ne bir dinar, ne de bir dirhem miras bırakmışlardır. Onlar ancak ilmi miras bırakmışlardır. Kim onu alırsa, o pek büyük bir pay almış olur.”[42]

Bilindiği gibi peygamberlerin miras bıraktığı şey ancak şeriat ilmidir. Bununla birlikte bizler diğer ilimlerin bir faydasının olacağını inkar ediyor değiliz. Şu kadar var ki bu fayda iki tarafı da keskin bir bıçak gibidir. Eğer yüce Allah’a, Allah’ın dininin zafere ulaşmasına yardımcı olur, Allah’ın kulları da bunlardan istifade ederse, elbetteki bu bir hayır ve bir maslahat olur. Bazı ilim ehli birtakım sanayilerin öğrenilmesinin farz-ı kifaye olduğunu belirtmişlerdir. Ancak bu üzerinde düşünülecek ve tartışılacak bir konudur.

Durum her ne olursa olsun hakkında ve onu öğrenmek isteyenler için övgünün sözkonusu olduğu ilim Allah’ın kitabının ve Rasûlünün sünnetinin fıkhedilmesi ilmidir. Bunun dışındaki bilgiler ise eğer hayra bir araç olursa hayırdır, şâyet şerre araç olursa şerdir. Ne buna, ne ötekine araç değilse o takdirde bu bir zaman kaybetmek ve boş bir iştir.

İlmin Faziletleri

İlmin pekçok faziletleri vardır. Bunların bazılarını şöylece sıralayabiliriz:

1- Allah ilim ehlini ahirette de, dünyada da yükseltir. Ahirette yüce Allah ilim ehlini yüce Allah’ın yoluna yaptıkları davet ve bildikleri gereğince amel etmeleri oranında derecelerle yükseltir. Dünyada da onları yerine getirdikleri ve gerçekleştirdikleri işlere göre kulları arasında yükseltir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Allah sizden iman edenleri ve (özellikle) kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltir.” (el-Mücadele, 58/11)

2- İlim, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şu buyruğunda olduğu gibi bıraktığı mirastır:

“Peygamberler ne bir dinar, ne de bir dirhem miras bırakmışlardır. Onlar ancak ilmi miras bırakmışlardır. Her kim onu alırsa pek büyük bir pay almış olur.”[43]

3- Ölümünden sonra insanın faydasına geriye kalacak olan şeylerdendir. Hadis-i şerifte Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğu sabittir:

“Kul öldü mü artık ameli şu üç şey müstesna kesilir: Cari bir sadaka yahut kendisiyle yararlanılan bir ilim yahutta kendisine dua edecek salih bir evlat.”[44]

4- Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem iki nimet dışında hiç bir kimseye sahib olduğu nimetler dolayısı ile gıbta etmesini teşvik etmiş değildir. Söz konusu bu iki nimet:

a- İlim taleb etmek ve gereğince amel etmek.

b- Malını İslama hizmet yolunda kullanan zengin.

Abdullah b. Mesud radıyallahu anh.’dan rivayete göre Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“İki şey dışında kıskançlık (gıbta) olmaz. (Bunlardan birisi) yüce Allah’ın kendisine mal verdiği ve o malını hak yolunda tüketmeye musallat kıldığı kimse ile yüce Allah’ın kendisine hikmet (ilim) öğrettiği ve gereğince hüküm verip, onu öğreten kimse.”[45]

5- İlim kulun kendisi ile önünü aydınlattığı bir nurdur. Onunla Rabbine nasıl ibadet edeceğini, başkalarına nasıl davranacağını öğrenir. Böylelikle o bu hususlarda ilim ve basiret üzere yol almış olur.

6- Alim insanların kendisi vasıtası ile din ve dünya işlerinde doğru yolu buldukları bir nurdur. İsrailoğullarından 99 kişi öldürüp te abid bir kimseye tevbesi kabul olur mu diye soru sorması ile ilgili kıssa çoğu kimsenin bildiği bir husustur. Abid kişi bu işi büyük bir hadise olarak görmüş olduğundan olmalı ki: “Hayır” demişti. Bunun üzerine soru soran kişi onu öldürmüş ve böylelikle öldürdüğü şahısları yüze tamamlamıştı. Daha sonra bir ilim adamına gitmiş, ona durumu sormuş, bu ilim adamı ise kendisine tevbe etmesinin mümkün olduğunu, tevbe ettiği takdirde tevbesinin kabulünü hiçbir şeyin engellemeyeceğini bildirmişti. Daha sonra ona ahalisi salih olan bir beldeyi söyleyerek oraya gitmesini söylemişti. O şehire gitmek üzere ayrılıp, gidince yolda ölmüştü. Bu kıssa bilinen bir kıssadır.[46] Şimdi alim ile cahil arasındaki farkı açıkça görebiliriz.

Bu hususlar açıklık kazandığına göre o halde insanları Rablerinin şeriati üzere terbiye eden rabbani ve gerçek ilim adamlarının kim olduklarının bilinmesi de kaçınılmaz bir şeydir ta ki bu rabbani ilim adamları ile onlardan olmadıkları halde onlara benzemeye çalışanlar birbirlerinden ayırdedilebilsinler. Çünkü bu gibi kimseler görünüş ve dış halleriyle, söz ve fiilleriyle onlara benzemeye çalışırlar. Gerçekte ise insanlara karşı samimi öğüt vermek ve hakkı istemek bakımından onlardan değildirler. Bu gibi kimselerin elindeki en iyi sermaye hakkı batıla karıştırması ve susuzun su zannettiği fakat yanına geldiği vakit hiçbir şey olmadığını anladığı süslü püslü ibareler ile bunu insanlara sunarlar. Hatta bunların insanlara sundukları bazı kimselerin ilim ve fıkıh diye zannettikleri bunun dışındaki ifadeleri ise ancak zındık yahutta deli kimselerin sözkonusu edebilecekleri birtakım bid’atler ve sapıklıkları dile getirirler.

İşte müellifin sözlerinin anlamı budur: Sanki o bu sözleriyle ehl-i sünnete insanları ehl-i sünnet alimlerinden bilgi edinmelerini engellemek maksadıyla hiç de kendileriyle ilişkisi bulunmayan ifadelerle dil uzatıp, onları ayıplayan saptırıcı bid’at ehlinin ileri gelenlerine işaret ediyor gibidir. Bunların dile getirdikleri ise kendilerinden önce azgınlık edip, haddi aşan kimselerin, peygamberleri yalanlayanların mirasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Onlardan öncekilere gelen peygamberlerin herbirine de mutlaka böylece sihirbaz veya deli derlerdi. Acaba bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır onlar azmış bir kavim idiler.” (ez-Zariyat, 51/52-53)

Beşinci Esas: Yüce Allah’ın Gerçek Dostları ve Onlara Benzemeye Çalışan Allah Düşmanları

Yüce Allah gerçek dostlarının kim olduklarını açıkladığı gibi kendileri ile onlara benzemeye çalışan münafık ve günahkâr olan Allah düşmanlarını da birbirinden ayırdetmiştir. Bu hususta şu âyet-i kerimeler yeterli açıklamaları ortaya koymaktadır:

“De ki Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 3/31)

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse... kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir...” (el-Mâide, 5/54)

“Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı davrananlardır.” (Yunus, 10/62-63)

Bundan sonra ise ilim sahibi olduğunu, insanları hidayete ileten ve şeriati koruyanlardan olduğunu iddia eden kişilerin büyük çoğunluğu evliya olan kimselerin rasûllere uymayı terketmelerinin kaçınılmaz olduğunu, rasûllere uyan kimselerin ise evliyadan olamayacağını, cihadı terketmenin kaçınılmaz olduğunu, kim cihad ederse onlardan olamayacağını, imanı ve takvayı terketmenin kaçınılmaz olduğunu, kim iman ve takvayı sürekli gözönünde bulunduracak olursa onlardan olamayacağını ileri sürecek hale geldiler.

Rabbimiz biz senden affını ve esenliğini dileriz. Şüphesiz ki sen duaları işitensin.

Yüce Allah’ın velileri (gerçek dostları) ona iman eden, ondan sakınan, dini üzere dosdoğru yürüyen kimselerdir. Onlar yüce Allah’ın: “Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı davrananlardır.” (Yunus, 10/62-63) buyruğu ile nitelendirdiği kimselerdir.

Dolayısıyla Allah’ın velisi (dostu) olduğunu ileri süren herkes veli demek değildir. Aksi takdirde Allah’ın veliliğini herkes iddia edebilirdi. Fakat velilik iddiasında bulunan herkes ameli ile bu iddiası ölçülür. Eğer onun yaptığı ameller iman ve takva esasına dayanıyor ise o kimse bir velidir. Aksi takdirde veli değildir. Böyle bir kimsenin velilik iddiasında bulunması kendisini temize çıkarması demektir. Bu da yüce Allah’a karşı takvalı olmaya (O’ndan korkup, sakınmaya) aykırıdır, çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Artık kendinizi temize çıkarmayın. O kimin takvalı davrandığını en iyi bilendir.” (en-Necm, 53/32)

Bir kimse kendisinin Allah’ın velilerinden olduğu iddiasında bulunacak olursa, kendisini temize çıkarmaya çalışmış demek olur. O vakitte bu kişi Allah’a isyana ve Allah’ın kendisine yasakladığı şeyin içine düşmüş olur, bu da takvaya aykırıdır. Allah’ın gerçek dostları, velileri böyle bir tanıklıkta bulunarak kendilerini temize çıkarmaya çalışmazlar. Onlar Allah’a iman ederler, O’ndan korkarlar, sakınırlar. O’na en mükemmel şekliyle itaatin gereklerini yerine getirirler. İnsanları Allah’ın yolundan saptırsınlar diye böyle bir iddia ile kandırmazlar, aldatmazlar. Kimi zamanlar kendilerinin seyyid, kimi zaman evliya olduğunu iddia eden bu gibi kimselerin insan gerçek hallerini dikkatle inceleyecek olursa, velilikten, seyyidlikten en uzak bir yerde olduklarını göreceklerdir. O bakımdan müslüman kardeşlerime öğüdüm şu ki: Velilik iddiasında bulunan kimselerin hallerini yüce Allah’ın dostlarının niteliklerine dair naslarda varid olmuş buyruklar ile kıyaslamadıkça o kimselere aldanmasınlar.

Müellif Allah’ı sevmek ve Allah’ın veliliğinin alametlerine kaydettiği âyet-i kerimelerle işaret etmiş bulunmaktadır:

Kaydettiği ilk âyet-i kerime Al-i İmran Suresinde yer alan: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran, 3/31) âyetidir. Bu âyet-i kerime mihnet yani imtihan âyeti diye adlandırılır. Çünkü bazıları yüce Allah’ı sevdiklerini iddia etmişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirmişti. Kim Allah’ı sevdiğini ileri sürecek olursa, biz de onun ameline bakarız. Eğer o Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’a uyan bir kimse ise doğru sözlü bir kimsedir, aksi takdirde o kişi bir yalancıdır.

İkinci âyet-i kerime ise yüce Allah’ın el-Maide Suresinde yer alan şu buyruğudur:

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah... kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir topluluk getirir...” (el-Maide, 5/54)

Bu iki âyet-i kerime ile yüce Allah gerçek dostlarını birtakım nitelikler ile sözkonusu etmektedir ki bunlar da Allah’ı sevmenin belirtileri ve sonuçlarıdır:

1- Bu gibi kimseler müminlere karşı alçak gönüllüdürler, onlarla savaşmazlar. Karşılarında durmazlar ve hiçbir şekilde onlarla çatışmazlar.

2- Kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Yani onlara karşı güçlüdürler, onları yenik düşürürler.

3- Allah yolunda cihad ederler yani Allah’ın adı en yüksek olsun diye Allah düşmanları ile savaşmak uğrunda bütün gayretlerini, imkanlarını ortaya koyarlar.

4- Allah yolunda kınayan kimsenin kınamasından çekinmezler. Yani Allah dininin gereklerini yerine getirdiklerinden ötürü herhangi bir kimse onları kınayacak olursa, onun bu kınamasından korkmazlar. Bu da onların Allah’ın dininin gereklerini yerine getirmelerine engel olmaz.

Üçüncü âyet-i kerime Yunus suresinde yer alan şu âyet-i kerimedir:

”Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı davrananlardır.” (Yunus, 10/62-63)

Yüce Allah, Allah dostlarının bu iki niteliğe sahib kimseler olduklarını açıklamaktadır: İman ve takva. İman kalbtedir, takva ise bedenin azaları ile ortaya çıkar. Bu iki niteliğe sahib olmadığı halde Allah dostu (velisi, evliyası) olduğunu ileri süren bir kimse yalancıdır.

Daha sonra müellif artık işin ilim sahibi olduğunu, insanları hidayete ileten şeriatı muhafaza eden kimselerden olduğunu ileri sürenlerin çoğunun nezdinde işin tam aksi bir hal aldığını açıklamaktadır. Böyle bir kimseye göre veli peygamberlere uymayan, Allah yolunda cihad etmeyen, O’na iman etmeyen, O’ndan sakınmayan kimsedir.

Burada Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin “el-Farku Beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan”[47] adlı risalesinde yazdıklarını aktarmak ve mümkün olan bölümlerini burada iktibas etmek yerinde olacaktır. Müellif şunları söylemektedir:

“Şanı yüce Allah kitabında ve Rasûlü de sünnetinde Allah’ın insanlar arasından birtakım velilerinin (dostlarının) şeytanın da birtakım dostlarının bulunduğunu açıklamış bulunmaktadır. Rahmanın dostları ile şeytanın dostları arasında fark olduğunu belirterek yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir. Onlar iman edip, takvalı davrananlardır. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz. İşte bu en büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (Yunus, 10/62-64)

Yine yüce Allah şeytan dostlarını da sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

“Kur’ân’ı okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Doğrusu iman edip, yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak kendisini dost edinip de onu Allah’a ortak koşanlar üzerinedir.” (en-Nahl, 16/98-100)

O halde Allah ve Rasûlü nasıl her ikisi arasında fark gözetmiş ise bu iki kesimin arasında da gerekli farkın gözetilmesi gerekir. Allah’ın dostları mümin ve takva sahibi olan kimselerdir... Onlar, O’na iman eden, O’nu dost bilen, O’nun sevdiğini seven, nefret ettiği şeylere nefret eden, O’nun razı olduğu şeylerden hoşnut olan, O’nun gazablandığı şeylere gazablanan, O’nun emrettiğini emreden, yasakladığını yasak bilen ve yasaklayan, verilmesini sevdiği hususları veren, engellenmesini alıkonulmasını sevdiği şeyleri de engelleyip, alıkoyan kimselerdir... O halde ona (peygambere) ve onun getirdiklerine iman eden, zahiren ve batınen O’na uyan kimselerin dışında hiçbir kimse Allah’ın velisi olamaz. Allah’ın sevdiğini, Allah’ın velisi olduğunu iddia etmekle birlikte, ona yani Rasûle tabi olmayan bir kimse Allah’ın dostlarından değildir. Aksine kim ona muhalefet ederse, o Allah düşmanlarından, şeytanın dostlarından olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran, 3/31)

İnsanlar iman ve takva bakımından üstünlüklerine göre Allah’ın velisi olmak bakımından da birbirlerinden üstündürler. Aynı şekilde küfür ve nifaktaki ileriliklerine göre de Allah’ın düşmanlıkları bakımından biri diğerinden ileridirler...

Allah’ın dostları iki tabakadır: Sabikun (ileri geçenler) ve mukarrebun (yakınlaştırılmış olanlar) ashab-ı yemin ise orta halli olanlarıdır. Yüce Allah onları kitab-ı azizinin birkaç yerinde sözkonusu etmiştir. el-Vâkıa suresinin başında ve sonunda, el-İnsan suresinde, el-Mutaffifîn ve Fâtır surelerinde... Cennette biri diğerinden çok büyük çapta üstün dereceler halindedir. Allah’ın mümin ve takva sahibi dostları ise bu derecelerde iman ve takvalarına göre yer alacaklardır.

Yüce Allah’a yakınlaşmayan, iyilikleri işleyip, kötülükleri terketmeyen bir kimse hiçbir zaman Allah’ın dostlarından olamaz... Bilhassa bu husustaki delili kendisinden işitilen bir mükaşefe yahutta bir tür tasarruftan ibaret olan kimselerin kendilerinin Allah’ın velisi olduklarına inanmaları hiç kimse için caiz olamaz... Bir kimsenin Allah’ın velisi olduğuna dair sadece bunları delil diye sürmesi caiz değildir. İsterse o kimsenin Allah’ın velisi olduğunu çürütecek herhangi bir hali bilinmemiş olsun. Hele onun Allah’ın velisi olmakla çelişecek bir hali bulunursa, durum ne olur? Mesela böyle bir kimsenin zahiren ve batınen peygambere tabi olmanın farziyetine iman etmiyorsa, aksine kendisinin batıni hakikat bir tarafa, zahiri şeriata uyduğuna inanıyorsa yahutta Allah’ın veli kulları için peygamberlerin getirdiği yolun dışında özel bir yollarının olduğuna inanıyor ise... Buna göre her kim veli olduğunu ortaya koymakla birlikte farzları eda etmiyor, haramlardan uzak durmuyorsa, aksine bazan bunlarla çelişecek işler yapıyor ise hiçbir kimsenin böyle birisi hakkında bu Allah’ın velisidir demek hakkı yoktur... Allah’ın veli kullarının mübah işlerden zahir olanlarında insanlardan kendilerini ayırdedebilecek hiçbir özellikleri yoktur... Allah’ın velisinin hata yapmayan, yanlışlık yapmayan masum bir kişi olması şartı da yoktur. Aksine bu kimsenin şeriatın bazı bilgilerini bilememesi mümkün olabildiği gibi, dinin bazı hususlarının içinden çıkamaması da mümkündür... İşte bundan dolayı Allah’ın veli kulunun yanlışlık yapması mümkün olabildiğine göre, insanların Allah’ın velisinin söylediği bütün sözlere inanması gerekmez ki bir peygamber olarak görülmesin... Bunun yerine onun bütün hallerini Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’ın getirdiklerine arzedilmesi, sunulması gerekir. Onlara uygun düşeni kabul eder, onlara aykırı olanı kabul etmez. Şâyet uygun mudur, değil midir bilemeyecek olursak o takdirde bu durum hakkında da hüküm vermez.

İnsanlar bu hususta üç gruba ayrılmışlardır. İki uç nokta ile orta yol. Bunlardan kimisi bir kişinin Allah’ın velisi olduğuna inanacak olursa, kalbinin kendisine Rabbindendir diye sezdirdiği herbir hususta o kimseye büsbütün muvafakat eder ve bütün yaptıklarının doğru olduğunu kabul eder. Kimileri de şeriate uygun olmayan herhangi bir iş yaptığını ya da bir söz söylediğini görecek olursa, tamamıyla Allah’ın velisi olmanın sınırının dışına çıkartır. İsterse bu kimse hata eden bir müçtehid olsun.

Ancak işlerin en hayırlıları onların orta yollu olanlarıdır. Bu da böyle bir kimseye masum (asla günah işlemez, hata etmez) nazarıyla da bakmayacak, hata eden bir müçtehid olduğu takdirde de günahkar görmeyecek, bütün söylediklerinde ona uymayacak, içtihad ile bir iş yaptığı takdirde onun kâfir ya da fasık olduğuna hüküm vermeyecek. Çünkü insanlar hakkında vacib olan da Allah’ın Rasûlü ile gönderdiği şeylere uymaktır.

Ümmetin selefi ve imamları Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem dışında herkesin sözlerinin bazısının anılacağını, bazısının da terkedilebileceğini ittifakla kabul etmişlerdir. İşte bu peygamberler ile diğerleri arasındaki farklardandır. Peygamberlere yüce Allah’tan aldıklarını haber verdikleri bütün hususlarda iman etmek gerektiği gibi, verdikleri bütün emirlerde de onlara itaat etmek gerekir. Evliyalar ise böyle değildir. Onlara verdikleri bütün emirlerde itaat vacib olmadığı gibi, haber verdikleri herşeye iman etmek de icab etmez. Aksine onların durumları ve haberleri kitab ve sünnete sunulur. Kitaba ve sünnete uygun düşenin kabul edilmesi gerekir. Kitab ve sünnete uymayan ise red olunur. Eğer bu söz ve halin sahibi Allah’ın evliyasından olmakla birlikte müçtehid birisi ise söylediklerinde mazur olur, içtihadı dolayısıyla da ecri vardır, fakat kitab ve sünnete muhalefet etmiş ise hata etmiş olur ve bu eğer elinden geldiği kadarıyla Allah’tan sakınmış ise bu hatası da bağışlanır...

Allah’ın velilerinin kitab ve sünnete sımsıkı sarılmaları gerekir. Onlar arasında kitab ve sünnet gözönünde bulundurulmaksızın kalbine doğan herşeye uymayı gerektirecek şekilde günahtan korunmuş (masum) bir kimsenin varlığı ne onlar arasında sözkonusu olabilir, ne de başkaları arasında. Bu da yüce Allah’ın gerçek dostlarının ittifak ile kabul ettikleri bir husustur. Bu hususta muhalefet eden kimse ise Allah’ın kendilerine uymayı emretmiş olduğu Allah dostlarından olamaz. Aksine böyle bir kimse ya kâfir birisidir, yahutta cahillikte aşırı giden birisidir... Çoğu insanlar bu hususta yanlışlık yapmakta, bir şahsın Allah’ın velisi olduğunu ve Allah’ın velisinin söylediği herşeyin kabul edilmesi gerektiğini zanneder, söylediği herşeyini kabul eder, yaptığı herşeyi kabul eder. Şâyet kitaba ve sünnete aykırı hareket ederse, onun bu halini de uygun görür. Allah’ın Rasûlü ile gönderdiklerine de muhalefet eder. Oysa Allah bütün insanlara Rasûlünün haber verdiği hususlarda tasdik edilmesini, verdiği emirlerde ona itaat edilmesini emretmiştir. Onu gerçek dostları ile düşmanlarının ayırıcı çizgisi cennet ehliyle cehennemliklerin, bahtiyar kimselerle bedbahtların arasındaki ayırıcı çizgi kılmıştır. Kim ona uyarsa, Allah’ın takva sahibi velilerinden, onun kurtuluşa eren askerlerinden ve salih kullarından olur. Kim de ona uymazsa Allah’ın hüsrana uğrayan ve günahkar düşmanlarındandır. Allah Rasûlüne muhalefet etmek ile böyle bir şahsa muvafakat etmek herşeyden önce kişiyi bid’ate ve sapıklığa sonunda da küfre ve münafıklığa kadar sürükler... Bu gibi kimselerin çoğunun böyle birisinin Allah’ın velisi olduğuna dair inanışlarındaki dayanak noktalarının ondan bazı hallerde birtakım keşiflerin sadır olmasını yahutta olağan üstü birtakım tasarruflarının varlığını gösterdiklerini görürsünüz... Halbuki bütün bu hususlar arasında bu işleri yapanın Allah’ın velisi olduğuna delalet eden hiçbir şey bulunmaz. Çünkü Allah’ın velileri ittifakla şunu kabul etmişlerdir ki bir kimse eğer havada dahi uçsa yahut suyun üzerinde yürüyecek olsa, Allah Rasûlüne tabi oluşuna, onun emir ve yasaklarına uygun hareket edilmesine bakılmadıkça bunlara aldanmamak gerekir. Allah dostlarının kerametleri bu hususlardan daha büyüktür. Bu olağanüstü hususları gösteren şahıs eğer Allah’ın velisi ise mesele yok, fakat bunları gösteren bir kimse bir Allah düşmanı da olabilir. Çünkü bu gibi olağanüstü haller birçok kâfir, müşrik, kitab ehli ve münafıklar tarafından da gösterilebilir. Bid’at ehli olan kimseler de, şeytanlar da böyle şeyleri gösterebilirler. Dolayısı ile bu hususlardan herhangi birisini ortaya koyan bir kimsenin Allah’ın velisi olduğu asla zannedilmemelidir. Aksine Allah’ın velileri kitab ve sünnetin delalet ettiği nitelikleriyle, fiilleriyle ve halleriyle bilinirler. Onlar iman ve Kur’ân nuru ile imanın gizli hakikatleri ile İslam şeriatının açık hakikatleri ile bilinirler... Ümmetin selefi, imamları ve sair Allah’ın veli kulları ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Peygamberler kesinlikle peygamber olmayan velilerden daha üstündürler. Yüce Allah kendilerine nimet ihsan olunmuş bahtiyar kullarını dört mertebe olduklarını belirtmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddıyklar, şehidler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.” (en-Nisa, 4/69)

Bu gerçek velilerin Allah’ın takva sahibi velilerini kendileriyle taltif ettiği birtakım kerametleri vardır. Allah’ın velilerinin en hayırlılarının kerametleri ise ya dine dair bir delil ortaya koymak içindir, yahutta müslümanların ihtiyacı dolayısı ile olur. Tıpkı onların peygamberlerinin mucizelerinin bu maksatla ortaya çıkması gibi. Allah’ın velilerinin kerametleri de esasen Allah’ın Rasûlüne tabi olmanın bereketi ile ortaya çıkar. Dolayısıyla bu kerametler gerçekte Allah Rasûlünün mucizeleri kapsamı içerisindedir... Bilinmesi gereken hususlardan birisi de şudur: Kerametler bazan kişinin ihtiyacına göre ortaya çıkabilir. Eğer imanı zayıflığı dolayısıyla keramete ihtiyaç duyarsa yahutta buna ihtiyaç duyan bulunursa, imanını pekiştirecek ve ihtiyacını karşılayacak şekilde kerametler ona ihsan edilir. Bununla birlikte Allah’a velayet mertebesi ondan daha mükemmel derecede olan bir diğerinin ise buna ihtiyacı bulunmayabilir, bundan dolayı mertebesinin yüksekliği ve ona ihtiyacı olmadığından dolayı -yoksa velilik mertebesi eksik olduğundan ötürü değil- benzeri bir hali de olmayabilir. İşte bundan dolayı tabîin arasında bu gibi hususlar ashaba nisbetle daha fazla görülmüştür. İnsanları hidayete iletmek ve onları ihtiyaçları dolayısı ile olağanüstü birtakım haller gösteren insanların durumundan farklı idiler. İşte onlar derece itibariyle daha büyüktür. Olağanüstü haller hususunda insanlar üç kısımdır:

Kimileri peygamberlerin dışındaki şahısların bu gibi halleri göstermelerini yalanlarlar. Bazan icmali olarak bunları tasdik etmekle birlikte kendisince Allah’ın veli kullarından olmadığı için insanların çoğu hakkında kendisine anlatılanları yalanlayabilmektedirler.

Kimisi de birtür olağanüstü bir hale sahib olan herkesi Allah’ın velisi olduğunu zanneder. Halbuki her iki yaklaşım tarzı da yanlıştır... Bundan dolayı bu gibi kimselerin müşriklerin de, kitab ehlinin de müslümanlara karşı savaşlarında kendilerine yardımcı olan yardımcılar olduğunu ve bunların Allah’ın veli kullarından olduklarını söylediklerini görebiliriz. Bunlar bu gibi kimselerle birlikte olağanüstü hali bulunan kimselerin olacağını kabul etmezler.

Doğru olan ise üçüncü görüştür. O da şudur: “Onlarla birlikte Allah’ın dostlarından değil de kendi cinslerinden kendilerine yardım edecek kimseler bulunur...”

Yaptığımız bu kadar nakil Allah’ın izniyle yeterlidir. Daha geniş bilgi sahibi edinmek isteyen asıl kaynağa başvurabilir. Başarı Allah’tandır.

Altıncı Esas: Kur’ân ve Sünnetin Terkedilip, Değişik Hevâ ve Görüşlere Uymaya Dair Şüphe

Bu esas şeytanın ortaya koymuş olduğu Kur’ân ve sünnetin terkedilip, farklı ve değişik görüş ve hevalara tabi olmayı öngören şüphenin reddedilmesi ile alakalıdır. Sözkonusu şüphe şöyle ifade edilir: Kur’ân ve sünneti ancak mutlak müçtehid bilebilir. Mutlak müçtehid ise şu şu birtakım niteliklere sahib olan kimsedir. Belki bu niteliklerin tamamı Ebu Bekir’de de, Ömer’de de bulunmayabilir. Bir kimse bu halde olamayacağına göre o halde kesin ve kaçınılmaz bir fark olarak onlardan yüz çevirmek gerekir. Bunda da herhangi bir şüphe ve bir tereddüt sözkonusu olamaz. Buna göre Kur’ân ve sünnetten hidayeti bulmak isteyen bir kimse ya zındık birisidir, yahutta delidir. Çünkü bunları anlamak çok zordur.

Fesubhanallah! Allah’a hamdolsun ki yüce Allah hem şer’î olarak, hem kaberi olarak, hem filkatiyle, hem de emriyle bu lanetli şüpheyi o kadar değişik yönleriyle reddedip, çürütmüştür ki (bu şüphenin çürütülmüşlüğü) adeta genel ve kesin bilgiler seviyesine ulaşmıştır. Ancak insanların çoğu bilmezler.

“Andolsun ki onların çoğunun üzerine o söz (azab) hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler. Şüphe yok ki biz onların boyunlarına, çenelerine varan demir halkalar koyduk. O bakımdan başlarını kaldırmış haldedirler. Hem biz onların önlerinden bir set ve ardlarından da bir set çektik, gözlerini de perdeledik artık onlar görmezler. Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, artık onlar inanmazlar. Sen ancak zikre (öğüt dolu Kur’ân’a) uyan ve gayb ile (kimsenin görmediği hallerde) Rahmandan kalbinden saygı duyarak korkan kimseleri uyarırsın, işte böylesini bir mağfiret ve kerim bir ecirle müjdele.” (Yasin, 36/7-11)

Sözlerimizin sonu alemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun, efendimiz Muhammed’e onun aile halkına ve ashabına kıyamet gününe kadar pek çok salat ve selam olsun demek olsun.

İçtihad sözlükte zor bir işi gerçekleştirmek için olanca gayreti ortaya koymak demektir.

Terim olarak: Şer’î bir hükmü öğrenebilmek için olanca gayreti harcamaktır.

İçtihadın birtakım şartları vardır. Bazıları şunlardır:

1- İçtihadında kendisine gerek duyacağı ahkam âyetleri ve ahkam hadisleri gibi şer’î delilleri bilmesi.

2- İsnadı, isnaddaki ravileri ve buna benzer hususlar gibi hadisin sıhhati ve zayıflığı ile ilgili hususları bilmesi.

3- Mensuh olan delil ile hüküm vermemek yahutta icmaa muhalefet etmemek için. Nasihi ve mensuhu ve icma yapılmış hususları bilmesi.

4- Bu hususlarda muhalif hüküm vermemek için hükmün farklı olmasını gerektiren delillerdeki tahsis, takyid ya da buna benzer hususları bilmesi.

5- Amm, has, mutlak, mukayyed, mücmel, mübeyyen ve buna benzer delaletler gereğince hüküm verebilmesi için delaletler ile ilgili dil ve fıkıh usulü bilgilerine sahib olması.

6- Hükümleri, delillerinden çıkartabilecek imkanı kendisine veren bir güç ve kudrete sahib olmak.

İçtihad kısımlara bölünebilir. İlim bahislerinin herhangi birisinde yahutta herhangi bir meselede içtihad bulunabilir. Önemli olan müçtehidin hakkı bilmek yolunda bütün gücünü ortaya koymakla yükümlü olmasıdır. Sonra da kendisince kuvvetli gördüğüne göre hüküm verir. Şâyet isabet ederse iki ecri vardır: İçtihad ettiği için bir ecir, hakka isabeti dolayısıyla bir ecir. Çünkü hakka isabet etmesi hakkı güçlendirmesi ve hak gereğince amel etmesi sözkonusudur. Şâyet hata ederse bir ecri vardır. Hatası da bağışlanır, çünkü Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Hakim içtihad edip, hüküm verir de sonra hakka isabet ederse onun iki ecri vardır. Eğer içtihad edip, hüküm verdikten sonra hata ederse onun için bir ecir vardır.”

Eğer hükmün hangisi olduğu onun için açığa çıkmayacak olursa, bu durumda hüküm vermekten kaçınması icab eder ve o vakit zaruret dolayısıyla ve yüce Allah’ın:”Eğer bilmiyor iseniz, zikir ehline sorunuz.” buyruğu dolayısıyla taklid etmesi caiz olur. Bundan dolayı Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Taklid leş eti yemek gibidir. Eğer bizatihi kişi kendisi delili ortaya koyabilecekse onun için taklid helal olmaz.” Merhum İbnu’l-Kayyum da en-Nuniye diye bilinen kasidesinde şöyle demektedir: “İlim hidayeti delil ile bilmektir. Elbetteki bu ve taklid eşit olamazlar.”

Taklid iki yerde sözkonusu olur:

1- Mukallid eğer bizatihi hükmü bilemeyen avamdan birisi olursa, onun için taklid farz olur. Bunun gerekçesi de yüce Allah’ın:”Eğer bilmiyor iseniz, zikir ehline sorunuz.” buyruğudur. Bu durumda olan bir kimse alim ve takvalı bulduğu en faziletli kimseyi taklid eder. Eğer ona göre iki kişi birbirine eşit ise ikisi arasından birisini tercih eder.

2- Müçtehid bir olay ile karşı karşıya kalır ve derhal onun hakkında hüküm vermesi gerekmekle birlikte meseleyi tetkik etmek imkanını bulamayacak olursa, o vakit onun için taklid etmek caizdir.

Taklid de genel ve özel olmak üzere iki türlüdür:

Genel taklid bir kimsenin muayyen bir mezhebe bağlı kalarak dini ile ilgili bütün hususlarda o mezhebin ruhsatlarını ve azimetlerini alıp amel etmesidir. Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Kimisi müteahhirler arasında içtihadın imkansızlığı sebebiyle vacib olduğunu nakletmiştir.

Kimisi de Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’den başkaları hakkında mutlak bir bağlılık ihtiva ettiğinden dolayı haram olduğunu nakletmiştir. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye de şöyle demektedir: “Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’ın dışındakiler hakkında vermiş olduğu bütün emir ve yasaklarında itaat etme gereğini söylemek elbetteki icmaa aykırıdır. Bunun caiz olduğunu söylemek ise pek o kadar mümkün bir şey değildir.”

Özel taklid ise belirli bir meselede, belirli bir kimsenin görüşünü alıp, kabul etmektir. Bir kimse eğer içtihad ile hakkı bilmekten yana aciz kalacak olursa caizdir. Onun bu acizliğinin gerçek bir acizlik olması ile pek büyük meşakkat ile birlikte bu işe güç yetirebilmesi anlamındaki bir acizlik olması arasında bir fark yoktur.

Burada altı esas risalesi sona ermektedir. Yüce Allah’tan müellifine en güzel şekilde mükafat vermesini, bizi de onunla birlikte lutuf ve ihsan yurdunda biraraya getirmesini dileriz. Şüphesiz ki O pek cömert, lutuf ve keremi pek bol olandır.

Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun, Peygamberimiz Muhammed’e salat ve selam olsun.

---------------------------------------------------------------------------------------------

[22] Buhari, 52; Müslim, 1599 nolu hadisler.

[23] Ahmed, Müsned, I, 214 ve 224; Nesaî, Amelu’l-Yevmi ve’l-Leyle, s. 286, hadis no: 994-995; Abdu’r-Rezzak, el-Musannef, XI, 27; Buhari, el-Edebu’l-Müfred, s. 234.

[24] Ahmed, Müsned, II, 125; Ebu Davud, el-Eymanu ve’n-Nuzur, Babu’l-halfi bi gayrillahi teala; Tirmizi, en-Nuzur, Bab-u kerahiyyeti’l-halfi bi gayrillahi; Tirmizi: Hasen bir hadistir demiştir; Beyhaki, es-Sünen, X, 29; el-Beğavî, fierhu’s-Sünne, X, 7; Hakim, el-Müstedrek, I, 65: “Buhari ve Müslim’in şartına göre sahih bir hadistir” kaydıyla.

[25] Ahmed, Müsned, III, 241; Abdu’r-Rezzak, el-Musannef, XI, 272; Buhari, el-Edebu’l-Müfred, no: 875.

[26] Buhari, İlm, Bab-u men hassa bi’l-ilmi kavmen...; Müslim, İman, Bab-u men mate la yuşriku billahi şey’en dehale’l-cenneh...

[27] Ahmed, Müsned, V, 428; İbn Ebi Şeybe, İman, s. 86, Babu’l-huruci mine’l-imani bi’l-maasi; el-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 222, “Bu hadisi Taberani de rivayet etmiş olup, ravileri Abdullah b. Şebib b. Halid dışında sahihin ravileridir. Ayrıca bu sika bir ravidir” kaydıyla.

[28] Buhari, İman, Bab-u havfi’l mu’mini en yuhba taamelehu ve huve la yeş’uru

[29] Buhari, İkrah, Yeminu’r-raculi li sahibihi...; Müslim, el-Birr ve’s-sıla, Bab-u tahrimi’z-zull.

[30] Buhari, Edeb, Bab-u ma yunha ani’t-tahasudi ve’t-tedabur; Muslim, el-Birr ve’s-sıla, Bab-u tahrimi’t-tahasudi ve’t-tebağut.

[31] Buhari, Edeb, Bab-u teavuni’l-mu’miniyne ba’duhum ba’da; Müslim, el-Birru ve’s-sıla, Bab-u terahumi’l-mu’miniyne ve taatufihim.

[32] el-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, VIII, 80.

[33] Buhari, Havf, Bab-u salati’t-talibi ve’l-matlubi rakiben ve imaen; Muslim, el-Cihadu ve’s-siyer, Babu’l-mübadereti bi’l-ğazvi.

[34] Buhari, el-İ’tisamu bi’l-kitab-i ve’s-sünne, Bab-u ecri’l-hakimi iz ectehe...; Müslim, el-Akdiye, Bab-u beyani ecri’l-hakimi iz ectehede...

[35] Buhari, Fiten, Bab-u kavli’n-nebiyyi: Seteravne ba’di umuren türkiruneha; Müslim, İmare, Bab-u vucubi taati’l-umerai fi gayri ma’siyetin.

[36] Buhari, Fiten, Bab-u kavli’n-nebiyyi (s.a): “Seteravne ba’di...”; Müslim, İmare, Bab-u vucubi mülazemeti cemaati’l-müslimin...

[37] Müslim, İmare, Bab-u vucubi mülazemeti cemaati’l-müslimin...

[38] Buhari, Ahkam, Babu’s-Sem’i ve’t-taati li’l-imam...

[39] Buhari, Ahkam, Babu’s-Sem’i ve’t-taati li’l-imami ma lem tekun masiye; Müslim, İmare, Bab-u vucubi taati’l-umerai fi gayri ma’siyetin.

[40] Müslim, İmare, Bab-u vucubi’l-vefa-i li bey’ati’l-hulefai el evveli fe’l-evveli.

[41] Buhari, İlm, Bab-u men yuridillahu bihi hayran; Müslim, Zekat, Babu’n-nehyi ani’l-mes’ele.

[42] Ahmed, Müsned, V, 196; Ebu Davud, İlm, Babu’l-Hassi ala talebi’l-ilm; Tirmizi, İlm, Bab-u ma cae fi fadli’l-fıkhi ale’l-ibade; İbn Mace, Mukaddime, Bab-u fadli’l-ulemai...; Darımî, Mukaddime, Bab-u fadli’l-ilmi ve’l-alim; Beğavi, Şerhu’s-Sünne, I, 275, no: 129; İbn Hibban, Sahih, no: 88; el-Heysemi, Mevaridu’z-zam’an, I, 177, no: 80; Buhari, et-Tarihu’l-Kebir, VIII, 337; Hafız İbn Hacer, Fethu’l-Bari, I, 160’da: “Bu hadisin kendileriyle kuvvet kazandığı başka tanıkları da vardır” demektedir.

[43] Bir önceki nota bakınız.

[44] Müslim, Vasiyye, Bab-u ma yelhaku’l-insane mine’s-sevabi ba’de vefatihi.

[45] Buhari, İlm, Babu’l-iğtibati fi’l-ilmi ve’l-hikmeti; Müslim, Salatu’l-Musafiriyn, Bab-u men yekumu bi’l-Kur’ân-i ve yuallimuhu.

[46] Olay ile ilgili rivayet şöyledir: Ebu Said Sad b. Malik b. Sinan el-Hudri radiyallahu anh’dan rivayete göre Rasûlullah sallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Sizden öncekiler arasında doksandokuz kişi öldürmüş birisi vardı. Yeryüzünün en alimi kimdir? diye sordu. Ona bir rahib gösterildi. Onun yanına gidip dedi ki: Ben doksandokuz kişi öldürdüm. Tevbe etmem mümkün mü? Rahib: Hayır, dedi. Bu sefer onu öldürdü ve böylelikle öldürdüklerinin sayısını yüze tamamladı. Sonra yine yeryüzünün en bilgili kişisi kimdir? diye sordu. Ona alim bir kişi gösterildi ve (gidip) ona dedi ki: Ben yüz kişi öldürdüm, tevbe etmem mümkün olur mu? Alim: Tabi, dedi. Seninle tevben arasına kim girebilir. Sen şu şu nitelikteki yere git, orada yüce Allah’a ibadet eden insanlar var sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Eski topraklarına da bir daha geri dönme, çünkü orası kötü bir diyardır. Bunun üzerine yola koyuldu. Yolun yarısına vardığında eceli geldi. Rahmet melekleri ile azab melekleri onun hakkında tartışmaya koyuldular. Rahmet melekleri: Bu kişi kalbinden tevbe ile yüce Allah’a yönelerek geldi. Azab melekleri ise: Bu kişi hiçbir hayır işlemedi dediler. Bu sefer bir insan suretinde onlara melek geldi. Onu kendi aralarında hakem tayin ettiler. O da kendilerine: Her iki yerin arasını ölçünüz. Hangisine daha yakın olursa, o zaman o kimseyi o kişiler alsın dedi. Yerleri ölçtüler, gitmek istediği yere daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine rahmet melekleri onu aldılar.”

Buhari’nin sahih’inde yer alan rivayette de şöyle denilmektedir:

“Allah’a yemin olsun ki salih insanların yaşadığı kasabaya bir karış daha yakın idi. O bakımdan oranın ahalisinden sayıldı.”

Yine bir diğer sahih rivayette şöyle denilmektedir:

“Yüce Allah buraya sen uzaklaş, öbür yere de sen de yakınlaş diye vahyetti. Bunun üzerine hakem dedi ki: Her ikisi arasındaki mesafeyi ölçünüz. Böylelikle onun öbürüne (gideceği yere) bir karış daha yakın olduğunu gördüler. Yüce Allah da ona mağfiret buyurdu.”

Bir rivayette de:

“Göğsüyle o (gideceği) yere doğru yaklaşmaya çalışmıştı.”

Bu hadisi: Buhari, Enbiya, Bab-u ma zukire an beni İsrail; Müslim, Tevbe, Bab-u Kabili Tevbeti’l-Katil, 46, 47, 48 nolu hadisler; Daha geniş bilgi elde etmek için bk. değerli hocamızın bu hadise dair “Şerhu Riyazi’s-Salihin” I, 21 nolu hadise dair açıklamaları.

[47] Mecmuu’l-Fetava, I, 156.

ŞÜPHELERİ YOKEDEN TEVHİD GERÇEĞİ / İbn ‘Useymîn - Guraba Yayınları

Read On 0 yorum

GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)