GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Sakal Dinen Gereklidir..

20:46
SAKAL DÎNEN GEREKLİDİR...






Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır. Salât ve selâm, peygamberlerin sonuncusu Rasûlullah’ın, ailesinin, ashabının ve kıyamete kadar onları dost edinen herkesin üzerine olsun.

Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)

Ve yine şöyle buyurdu:

“Kim Allah’a ve Rasûlune karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”(Nisa, 14)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:

“Şeytan artık bu topraklar üzerinde kendisine tapılmasından ümidini kesmiştir. Fakat bunun dışında sizin önemsemediğiniz bazı şeylerde ona itaatiniz onu memnun eder. Bundan kaçının. Muhakkak ki ben size iki şey bıraktım ki bunlara sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Bunlar Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetidir.” (Hakim)

Değerli Müslüman Kardeşim!

Bu ayet ve hadisler bize şunu ifade ediyor. Müslüman; gerek akaid gerek farzlar gerekse dua ve zikirde, kısaca bütün işlerinde Allah’ın Kitabı ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnetine sarılmadıkça gerçek bir müslüman olamaz. Bunun zahiren ve batınen, tam bir teslimiyet, gönül hoşnutluğu ve ihlas üzere olması gerekir. Allah ve Rasûlüne çağrıldığında bir müslümanın “İşittik ve itaat ettik.” (Nur, 51) demesi onun en belirgin şiarıdır. Şöyle ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerini yeryüzündeki tüm insanların sözlerine tercih eder. Büyük küçük ayrımı yapmadan İslam’ın tüm emirlerine sarılmaya çalışır. Zira İslam parçalanamaz bir bütündür. Hak, bölünme kabul etmez. İslam’da orta bir çözüm yoktur. Bazılarınca küçük görünen birtakım emirler şeriatin nazarında büyüktür.

“Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.”(Nur, 15)

Bilindiği gibi, bugün birçok müslüman sakal kesme hastalığına müptela durumdadırlar. Kültür işgalinin etkisiyle müslümanlar başta sakal tıraşı olmak üzere birçok gayr-i İslamî adet ve davranışları benimsemişlerdir. İslam ümmetinin aydınlık tarihinde böyle bir şey görülmemiştir. Müslümanların hidayet önderi imamlarından sakalını kesen tek bir kişi dahi yoktur. Bu sapık âdet bize, ülkemizi işgal eden kâfirlerden veya aramızdan kâfirlerin ülkelerine gidip salih geçmişlerinin yolundan yüz çevirerek kendilerini tamamen onlara benzeten, müminlerin yolundan başka yollar seçen kimseler vasıtasıyla girmiştir.

Allah Teâlâ’nın müslüman kardeşlerimizi faydalandırması ümidiyle burada sakalın İslam’daki yerini açıklamaya çalışacağız.







Sakalın tanımı:




Sakal: Yanaklar ve çene arasında çıkan kılların ismidir.

Bıyık dışında, çene, iki çene kemiği altı, iki yanak ve boynun iki yanında biten tüm yüz kıllarına sakal denir.

Sakal bırakmanın hükmü: Sakal bırakmak, akıl baliğ müslüman tüm erkeklere farzdır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sakal bırakılmasını emretmiş, kesilmesini yasaklamıştır.





Sakal bırakılması hakkındaki hadisler:




* Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Bıyıkları kısaltın, sakalları bırakın.” (Müslim)

*Yine şöyle buyurdu.

“Bıyıklarınızı iyice kısaltıp sakallarınızı salın.” (Buhari, Müslim)

* Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Mecûsilere muhâlefet edin, sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kesin.” (Müslim)

* Yine şöyle buyurdu:

“Müşriklere muhalefet edin, sakallarınızı çoğaltın, bıyıklarınızı azaltın.”(Buhari, Müslim)

* Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“On şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın uzatılması, misvak, istinşak (Burna su çekmek), mazmaza (ağza su vermek), tırnakları kesmek, parmak aralarını hilallemek, koltuk altı ve etek tıraşı olmak, istinca yapmak.”(Müslim)

Fakih sahabî İbn Ömer radıyallâhu anhumâ anlatıyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Bıyıkları kısaltın, sakalları olduğu gibi bırakın.” (Müslim)

Hadis metinlerinde sakalla ilgili geçen “Salın,” “Bırakın,” “Uzatın” ve “Çoğaltın” gibi tüm kelimeler sakalın kısaltılmaksızın kendi hali üzerine bırakılması anlamına gelir.

* Kisra’nın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gönderdiği iki elçi de sakallarını kesmiş, bıyıklarını ise uzatmışlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, huzuruna gelen bu adamlardan yüz çevirerek onlara bakmak istemedi ve “Yazıklar olsun, size bunu kim emretti?”diye çıkıştı. Onlar da “Bize bunu Rabbimiz (yani Kisra) emretti.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “Fakat Rabbim bana sakalımı uzatmamı ve bıyığımı kısaltmamı emretti.” (İmam Taberi)

Allahu Ekber! Vah o sakalını kesen müslümana! İşin vahametine bir baksın; acaba Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onun yüzüne bakmak istemezse ne hissedecek? Hatta mübarek yüzünü, “Yazıklar olsun! Sana bunu kim emretti?!”diyerek ondan çevirirse ne cevap verecek?

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına emrettiği her şeyi öncelikle kendisi yerine getirirdi. O, uzun ve gür sakallıydı.





Sakalı Kesmenin Haram Olduğuna Dair Deliller:




1- Allah’ın yarattığını değiştirmektir: Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Allah’ın yaratışında değişme yoktur.” (Rum, 30) Yani Allah’ın yaratışını ve sizi yarattığı şekli değiştirmeyin. Allah Teâlâ, İblis’in şöyle dediğini naklediyor:

“Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.”(Nisa, 199)

Bu nas açıkça, şer’î bir izin olmaksızın, Allah’ın yarattığını değiştirmenin şeytanın emrine itaat olduğunu göstermektedir. Sakal kesmenin, şeytanın sevdiği ve emrettiği bir “yaratılışı bozma işi” olduğunda hiç kuşku yoktur.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Güzelleşmek için dövme yapan ve yaptıran, yüzden kıl alan (kaşlarını incelttiren), seyrekleştirmek için dişlerinin arasını yontturmak suretiyle Allah’ın yaratmış olduğu şekli değiştirenlere Allah lanet etmiştir.” (Buhari, Müslim)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bütün bu davranışları Allah’ın yaratmış olduğu şekli bozmak olarak kabul etmiştir. Sakal tıraşının da güzellik için işlenilen bir yaratılışı bozma eylemi olduğunda şüphe yoktur. Bu davranış da aynı amacı taşıdığı için yaratılışı bozmaya yönelik diğer davranışlar gibi hadiste belirtilen lanete dahildir. Sakal tıraşı, Allah’ın yarattığına itiraz anlamına gelir. Zira Allah Teâlâ insanı en güzel ve en mükemmel surette yaratmıştır. Allah azze ve celleşöyle buyuruyor:

“Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.”(Tegabun, 3)

“Biz, hakikaten âdemoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.” (İsra, 70)

“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık.”(Tin, 4)

“Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml, 88)

Şüphesiz sakalın kesilmesi bu büyük nimete karşı yapılan bir nankörlüktür.

2- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine muhalefettir: Yukarıda geçen hadislerde görüldüğü gibi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem açıkça sakalın uzatılmasını emretmiş ve kesilmesini yasaklamıştır. Emir ise emredilen şeyin yapılmasını gerektirir. Emre uyan sevap alırken uymayan cezalandırılır. Usul-i fıkıhta emir, -aksine bir delil olmadığı sürece- farziyet ifade eder. Burada ise bütün deliller bu emrin farziyet ifade ettiğini desteklemektedir. Buradan da sakalı kesmenin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in açık ve kesin emrine aykırı olduğu anlaşılmaktadır.

Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

“Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzab, 36)

“Artık kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse, bilsin ki ona, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin, 23)

3- Kafirlere benzemektir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem birçok sahih hadisinde “Mecusilere muhalefet edin...” “Müşriklere muhalefet edin...” ve “Ehl-i kitaba muhalefet edin...” buyurmuştur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sakalı kesmenin müşriklerin âdeti olduğunu, müslümanların onlara muhalefet etmeleri ve benzememeleri gerektiğini bildirmiştir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor: “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o, onlardandır.” (Ebu Davud)

Sakalı kesmek, günümüzde birçok kâfir milletin alameti olmuştur. Bu, onlara ait çirkin bir âdet olup bize de onlardan geçmiştir. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor:

“Bizden başkasının âdetiyle amel eden bizden değildir.”(Taberani)

4- Kadınlara benzemektir:Şüphesiz erkekleri kadınlardan ayıran sakalın kesilmesi onların kadınlara benzemesine sebebdir. Zira sakal, erkeğin alameti farikası olup erkekle kadın arasındaki en büyük farktır. Kadınlara benzemeye çalışanlar erkekler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in diliyle lanetlenmişlerdir.

“Erkeklerden kadınlara benzemeye çalışanlar lanetlenmişlerdir.”(Buharî)

Eğer sakalı kesmek, kadınlara benzemek değilse, kadınlara benzemek ya nasıl olur?!

Sakalın erkeklere kazandırdığı birçok özellik vardır: O; erkeğin süsü, vakarı ve heybetidir. Ayrıca kadın ile erkeği birbirinden ayıran en büyük farklardan biri de sakaldır.

5- Fıtrata aykırıdır: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30)

Fıtrat: Allah’ın insanları yarattığı saf ve temiz hâl, yani Rasûlullah’ın ve bütün peygamberlerin getirdiği sünnettir! İnsanlar fıtrata eğilim duyarlar, ona aykırı şeylerden kaçınma isteği üzerine yaratılmışlardır. İnsanın, fıtrattan gelen bu hasletleri terk ettiği takdirde, insanlığından bir eser kalmaz. Sakal, tüm peygamberlerin aleyhimüs salati vesselam seçtikleri ve tüm şeriatlerin üzerinde ittifak ettikleri ezelî bir sünnet ve fıtrattan gelen bir haslettir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hulefa-i Raşidîn, Sahabe, Tabiînin tamamı, dört imam ve müctehid imamların hepsi fıtratın ve sünnetin gereği olarak uzun sakallı idiler.

6- Sakal tıraşı; israf, vakit kaybı ve günahı açığa vurmaktır: Sakalı kesmek için jilet, tıraş sabunu v.b. gibi şeylere masraf yapılmaktadır ki bu, Allah’ın bize emanet olarak verdiği malı uygun olmayan işlerde harcamaktır. Yüce Allah, kıyamet gününde bunun hesabını soracaktır. Bu iş için harcanan paranın fazla bir şey olmadığı söylenemez. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 9)

Aynı şekilde müslümanın vakti de çok kıymetlidir. Böylesi haram işler için zayi edilmemesi gerekir. Sakalı kesmek; açıkça günah işlemek ve bunu herkese göstermek olup bu da çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor:

“Bütün ümmetim affolunur, ancak günahlarını açıktan işleyenler hariç.” (Buhari)





İmamların sakal kesme konusundaki sözleri:




Bütün fakihler, sakal tıraşının haram olduğunu belirtmişlerdir. İbn Hazm rahimehullah, Meratibu’l-İcmaa’da şöyle diyor: “Sakal kesmenin, caiz olmayan bir tür musle olduğunda ittifak edilmiştir.” (Musle: Şekli değiştiren küçük düşürücü, alay ettirici ve onur kırıcı bir davranıştır)

Zira yüz, Allah’ın yaratıcılık kudretinin ileri derecede ifadesini bulduğu, duyuların ve güzelliğin merkezidir. Dolayısıyla yüze saygı duyulması ve onun, Allah’ın yarattığı şekilde muhafaza edilmesi gerekir; çirkinleştirilmesi veya aşağılanması değil!

Abdullah b. Yezid el-Ensarî radiyallahu anhşöyle diyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yağmacılığı ve müsle yapmayı yasakladı.” (Buharî)

* Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah, el-İhtiyaratu’l-İlmiyye’de şöyle der: “Sahih hadislerde belirtildiği üzere sakalı kesmek haramdır. Hiç kimse mübah görmemiştir.”

* Hanefi âlimlerinden allame İbn Abidin rahimehullah, Reddü’l-Muhtar’da şöyle der: “Erkeğin, sakalını kesmesi haramdır.”

* İmam-ı Şafi rahimehullah da el-Ümm’de sakalı kesmenin haram olduğunu belirtmiştir.

* Malikî âlimlerinden el-Adevi rahimehullah da, İmam Malik’den, sakal kesmenin mecusilerin işlerinden olduğunu nakletmiştir. İmam İbn Abdilber de et-Temhid’de sakal kesmenin haram olduğunu ve bunu ancak kadınlara benzeyen -kadınsı- erkeklerin yaptığını belirtmiştir.

Çağımızda, önder imamların yolundan giden birçok büyük âlim de sakalı kesmenin haram olduğu görüşünde birleşmişlerdir.





Sakal kısaltılabilir mi?




Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in muteber âlimleri bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Elbette bu ihtilafın ayrıntılarının yeri burası değildir. Fakat sözlü ve fiilî hadisler ışığında en tercihe layık görüş, sakala dokunmamak, olduğu gibi bırakmaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şemailinden biri de budur:

“Sakalı çok idi.” (Müslim)

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem uzun sakallıydı.” (Ahmed)

Enes b. Malik radıyallahu anh, onu anlatırken “Sakalı şuradan şuraya kadar doldurmuştu.” dedi ve ellerini boynunun iki yarısında dolaştırdı. (Tarihu İbn Asakir)

Sahabe radiyallahu anhum, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okuduğunu “sakalının kıpırdamasından” anlıyordu. (Buharî)

Ancak bu görüşe sahip olan âlimler sakalın; hadislerde belirtilen muhtevasına, yapısına ve gürlüğüne dokunulmaması şartıyla fahiş taraflarının, dengesizliklerinin (bir tarafının uzun, bir tarafının kısa olması gibi) düzeltilerek giderilebileceğine cevaz vermişlerdir.

Ayrıca diğer âlimler de farklı görüşleri tercih etmiş olup sakalı bir tutam (bir kabza) kesmenin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Onlar; Hz. Ömer, oğlu Abdullah ve diğer bazı sahabîlerin radiyallahu anhum fiillerine binaen sakalın bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemişlerdir.

Şunu iyi bilmeliyiz ki sakalın bir tutamdan fazlasının kısaltılması meselesi ictihadî bir konudur. Bu konuda nasihatin ötesinde “Sakalını şu ölçüde kısalttı.” diye kimseye baskı yapılamaz ve bundan dolayı da vela ve bera (dostluk-düşmanlık) uygulanamaz.





Ancak sakalını bir tutamdan fazla kesenlerin, çok kısaltanların, fahiş derecede alanların ve gürlüğünü kaybettirenlerin muteber âlimlerden gelen geçerli hiçbir delili yoktur. Onlar; çağa ve modaya uyarak, heva ve hevese kapılarak ve şeytanın vesvesesine aldanarak nefse hoş geldiği için bu hatayı işliyorlar. Biz onları, Allah’tan korkmaya davet ediyor ve cennetle müjdeleyip cehennem ateşinden sakındıran Elçisinin sünnetine uymaya çağırıyoruz.




















Ey Allah ve Rasûlünü Seven Değerli Kardeşim!






Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i sevdiklerini iddia edip de onun görüntüsünü ve ona benzemeyi sevmeyenlere ne demeli!?

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.”(Âl-i İmrân, 31)







Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:




Tamamı idrak edilemeyenin tamamı terk edilemez; az olan, hiç olmayandan daha hayırlıdır. Sakalını kısaltan, bu davranışında hatalı olmakla beraber, sakalını tamamen kesenden daha hayırlıdır.
















Allah ve Rasûlünü seven akıllı müslüman kardeşim!


“Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine icabet edin.” (el-Ahkaf, 31)

Allah’ın rahmet olarak gönderdiği Peygamberine muhalefet etmekten kaçın!

“Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”(Buhari, Müslim)

Sakalını kestiğin zaman kafirlere benzemiş olursun ki bu durumda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözüne muhatap olursun:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o, onlardandır.”(Ebu Davud)

Ayrıca şu hadisi idrak etmekte de bir fayda olduğunu düşünüyoruz:

Eş’as b. Süleym şöyle dedi: Halamdan duydum. Amcasının şöyle dediğini anlattı: “Medine’de yürürken arkamdan birisi, “İzarını yukarı kaldır, böylesi daha takvâya yakındır.” dedi. Dönüp baktığımda bir de ne göreyim! O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem! “Ya Rasûlallah, bu uzun bir hırka.” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Ben senin için iyi bir örnek değil miyim?” buyurdu. İzarına baktım; diziyle ayakları arasında, bacaklarının yarısındaydı.” (Şemailu Tirmizî)





Ey sakalını kesen müslüman!






Sen bu konuda mazeretler sıralarken, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, sana; “Ben senin için iyi bir örnek değil miyim?” dediği zaman ne yapacaksın!?

Daima ahireti düşünmek ve fitneler diyarı olan fani dünya hayatına aldanmamak gerekir. Çünkü dünya hayatı gerçekten kısayken ahiret hayatı ise ebedîdir.





Sözlerimizi bitirirken; Peygamberimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabına salât ve selâm ederiz.
Read On 1 yorum

İslam Alemindeki Son Gelişmelerden Alınacak Dersler..

20:44
İSLAM ÂLEMİNDEKİ SON GELİŞMELERDEN

ALINACAK DERSLER



Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd; Peygamberimiz Muhammed’e, ailesine, ashabına ve onları dost edinenlere salât ve selam olsun.

Hak ile bâtıl arasındaki mücadele çok eskidir; yüce Allah’ın, babamız Adem’i Cennet’te yarattığı günden beri devam etmektedir. Bu mücadele, Allah Teâlâ’nın kâinata koymuş olduğu bir sünnettir (kanundur). Bâtıl ehli kâfirlerin ve yardımcılarının, çeşitli yollara başvurarak İslam’ı ve Müslümanları ortadan kaldırma yönündeki çabaları da yüce Allah’ın bu kâinattaki sünnetidir.

Osmanlı devletinin yıkılışından sonra kâfirlerin, İslam diniyle savaş konusunda başvurdukları yöntemlerin en başta geleni, İslam ülkelerinde, Müslümanlar arasından, onların sözlerinden dışarı çıkmayan uşakları ve yardakçıları seçip önemli görevlere getirmek, onların sayesinde Allah’ın şeriatını devlet yönetiminden uzak tutmak ve onu -tamamen ya da kısmen- insanların hayatından çıkarmak olmuştur. Böylece yıllar sonra pek çok Müslüman, üstün dinlerinden neredeyse hiçbir şey bilmez bir hale gelmişlerdir. Zulüm, baskı, istibdat ve perişanlık yayılmıştır.

İslam dininin esaslarına dört koldan savaş açılması sonucunda İslam ülkelerinde dengeler alt üst olmuş ve hak bâtıl, bâtıl hak, rezalet de fazilet halini almıştır. Kötülükler artmış, çirkin işler çoğalmış ve dine ters düşen inançlar her yanı sarmıştır. Bunun peşinden de zalim yöneticilerin baskı ve zulmünden kaynaklanan korku, insanlar arasında hâkim olmuştur.

Yüce Allah, sonsuz hikmeti gereği bu kutlu ümmetin içinde bulunduğu durumu değiştirmeyi irade edince, Müslüman halklar hep birden -önceden hiçbir belirti de olmaksızın- ayaklanarak zorba idarecilerine baş kaldırdılar ve bazılarını tahtlarından alaşağı ettiler. Bu ayaklanmalar hâlihazırda devam etmekte ve geride kalan tahtlar da sarsılmakta, devrilecekleri günü beklemektedir. Diktatör devlet başkanlarının birkaçı, ülkelerini bırakıp kaçmış; ne orduları ne de zorba emniyet güçleri onlara bir yarar sağlamamıştır. İşte korkaklar böyledir. Korkuya kapıldıklarında her şeyi bırakıp kaçarlar. Tarih bir kez daha tekerrür ediyor.

“Acısıyla tatlısıyla hayat, ders ve ibretlerden oluşur.” kuralından yola çıkarak biz de her Müslüman’ın bu son olaylardan alması gereken önemli dersleri gözler önüne sermek istiyoruz:

1- Allah Teâlâ değiştirir, ama kendisi asla değişmez. Bütün kâinatın mülkiyeti, yalnızca O’nun elindedir. O’nun ortağı yoktur. Mülk, O’nundur ve hamd de O’nadır. O’nun her şeye gücü yeter. Mülkü dilediğine verir, dilediğinin elinden alır. Bütün idare, O’nun elindedir. O, her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“(Rasûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden de geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Şüphesiz ki Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmran, 26)

2- Zulüm ne kadar köklü ve büyük olsa da, ne kadar uzun sürse de ilelebet devam etmez. Zalimlerin sonu; mutlaka helak, yıkım ve acıklı bir azaptır. Allah Teâlâ, hikmeti gereği zalime mühlet verir, ama onu asla unutmaz ve cezasız bırakmaz. O, insanlar gibi acele de etmez. Çünkü yüce Allah insanların acelelerine göre hareket etmez; olayları, kendi ezelî ilmi ve sonsuz hikmetiyle takdir eder. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah, zalim toplumu doğru yola ulaştırmaz.” (Âl-i İmran, 86)

“Allah, zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 57)

3- Küfür ehli, uşaklarını ve yardakçılarını yapayalnız ve yardımsız bırakıp onların kendilerinden olmadıklarını ilan ederler. Nitekim bu durum, son olaylarda da ayan beyan ortaya çıkmış ve herkes tarafından görülmüştür. Kâfir devletler, önceden kendilerini destekleyen uşaklarına arka çıkmayıp yalnız bırakmışlar ve onların kendi ülkelerine iltica etme isteklerini bile reddetmişler, hatta mazlum halkların yanında olduklarını açıklamışlardır.

İşte şeytanın da kendisine tâbi olanlara karşı takındığı tavır budur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Tıpkı şeytan gibi… Çünkü şeytan, insana, ‘İnkâr et. (Küfret)’ der. İnsan küfredince de ‘Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ der.”(Haşr, 16)

4- Azim, sabır, ısrar ve İslamî ilkelere bağlılık sayesinde -Allah’ın izniyle- bütün amaçlar, arzular ve imkânsız gibi görülen şeyler gerçekleşir. Bu, şu demektir: Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmak; samimi Müslümanların takva, tevekkül, sabır, sebat ve ciddiyetle sürekli bir şekilde çalışmalarını ve fedakârlıkta bulunmalarını gerektirmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Eğer sabreder ve takvalı olursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmran, 120)

5- İslam ümmeti -ne yazık ki- hâlâ daha ilahî yardım ve yeryüzüne hâkim olma şerefini kazanmaya hazır değildir. Çünkü bunu sağlayacak gerçek sebeplere sahip değildir. Zira yaşanan bu son olaylarda ön plana çıkan istekler, Allah Teâlâ’nın şeriatından uzak şeylerdir. Hatta bunlar arasında yüce Allah’ın şeriatı dışındaki sistemlerin hâkim kılınması yönünde istekler bile var! Hâlbuki önemli olan, sadece düzenin değişmesi değildir. Esas önemli olan, Müslüman toplumların Allah Teâlâ’nın şeriatını yeryüzünde hâkim kılmak için iman, eğitim ve fedakârlık noktasında ne kadar hazırlıklı olduklarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (O’nun dinini hakim kılmaya çaba gösterirseniz) Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz, sabit kılar.” (Muhammed, 7)

6- Bazı Müslümanlar, adam öldürmek ve kan dökmek suretiyle Allah’ın koyduğu sınırları çiğneme noktasında büyük bir cür’et gösteriyorlar. Aynı şekilde protesto amacıyla kendilerini yakıp intihar etme cür’etini gösterenler de vardır. Bundan daha dehşetlisi ve kötüsü ise bu tür protesto eylemlerinin teşvik edilmesi, hatta şehadet ve kahramanlık olarak nitelendirilmesidir. Hâlbuki bu, büyük günahlardan ve haramlardan biridir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 93)

“Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide, 32)

7- Ümmet, geçmişten ders mi alacak? Yoksa geçmişte yaşananlar tekrar edilecek ve bu olayların meyvelerini, onların sahibi olmayan ve geçmişteki bozgunculardan da hiçbir farkı bulunmayan bozguncu odaklar mı devşirecek? Allah’ın emin Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Mümin, aynı delikten iki kere ısırılmaz.” (Buhârî)

8- Ne emniyet ne güven ne huzur ne mutluluk ne izzet ne zafer ne kölelikten kurtuluş ne hâkimiyet… Kısacası ümmetin bir asırdan daha fazla bir süredir içinde bulunduğu sıkıntı ve zilletin son bulması, ancak samimi bir şekilde Allah’a yönelmekle ve O’nun hikmet dolu şeriatını hâkim kılmakla mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Allah, sizlerden iman edip salih ameller yapanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar Bana kulluk ederler; hiçbir şeyi de Bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur, 55)

9- İsyanlar, günahlar, kötülükler, Allah’ın şeriatından yüz çevirmek, haramları işlemek ve yasakları çiğnemek, Allah Teâlâ’nın gazaplanmasının ve azabının inmesinin en başta gelen sebeplerindendir. Başa gelen her musibet, işlenen bir günah sebebiyledir. O musibetin kalkması ise ancak samimi bir dönüş ve nasuh (gerçek) bir tevbeyle mümkündür. Çünkü Allah’a isyanı görüp ona karşı çıkmayan, günahı görüp onu çirkin bulmayan bir toplum; bela, musibet ve fitnelerin her türlüsüne uğramayı hak etmiş demektir. Tıpkı Allah’ın yolundan sapan ve O’nun Kitabından yüz çeviren Müslüman ülkelerin uğradığı gibi… Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Rabbin, zulmeden memleketlerin halkını (azapla) yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle (şiddetli)dir. Şüphesiz O’nun yakalaması, çok acı vericidir ve pek çetindir!” (Hud, 102)



Müslüman Âlimler Birliği Yüksek Kurulu Üyesi ve

Türkiye Temsilcisi

Abdullah YOLCU
Read On 0 yorum

Muâviye b. Ebî Süfyân radiyallâhu anhumâ’nın Konumu ve Faziletleri..

20:42
İlahiyatçı Yazar Necmi SARI

Muâviye b. Ebî Süfyân radiyallâhu anhumâ’nın Konumu ve Faziletleri



Ehl-i Sünnet’in sahâbe hakkındaki yolu istisnasız bütün sahâbîleri içermektedir. Muâviye radiyallâhu anh de hiç kuşkusuz babası Ebû Süfyân b. Harb, annesi Hind bnt. ‘Utbe ve erkek kardeşleri Yezîd b. Ebî Süfyân ve ‘Utbe b. Ebî Süfyân radiyallâhu anhum ile birlikte bu sahâbîlerden olma şerefine nail olmuştur. Bacısı Ümmü Habîbe radiyallâhu anhâ ise Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in mübarek eşleri ve müminlerin annesi olması hasebiyle Muâviye radiyallâhu anh,Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kaynı olmuştur. Yine Muâviye radiyallâhu anh “müminlerin dayısı”[1], Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in “vahiy kâtibi” ve “müslümanların halifesi” olarak ayrıca bir yere sahiptir.



Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem sahâbîsi Muâviye radiyallâhu anh’den övgüyle bahsetmiş, onun fazilet ve menkıbelerini ifade eden birtakım hadisler söylemiştir. Bu hadisler Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sahih yollarla gelmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:



“Allah’ım! Muâviye’ye kitabı ve hesabı öğret; onu azaptan koru!”[2]



“Allah’ım! Muâviye’yi hidayet eden, hidayet ehli ve hidayete ehil kıl!”[3]



“Ümmetimden denizde gaza eden ilk ordu cennete girmeyi hak etmişlerdir.”[4] Kaynakların ittifak halinde kaydettiklerine göre deniz gazasına çıkan ilk İslam ordusunun komutanı Muâviye radiyallâhu anh’dir.[5]



Bu hadislerin yanında Muâviye radiyallâhu anh’ın fazilet ve menkıbelerini ifade eden ve onun diğer sahâbîler arasındaki seçkin yerini gösteren seleften gelmiş pek çok söz de mevcuttur. Bunlardan bazıları şöyledir:



Ömer b. el-Hattâb radiyallâhu anh dedi ki: “Sizin yanınızda Muâviye radiyallâhu anh varken siz Kisrâ ile Kayser’den ve onların dâhi olduklarından mı bahsediyorsunuz?!”[6]



Bir başka rivâyete göre Ömer b. el-Hattâb radiyallâhu anh, Muâviye radiyallâhu anh’ı gördüğü zaman şöyle derdi: “İşte bu, Arapların Kisrâ’sıdır.”[7]



Ebû Muhammed el-Umevî şöyle anlatmaktadır: “Ömer b. el-Hattâb radiyallâhu anh bir gün Şâm’a gitti. Muâviye radiyallâhu anh’ın kendisini bir bölük asker ile karşıladığını görünce onun yanına gitti ve Muâviye’ye: ‘Ey Muâviye! Bunun gibi bölüklerin yanında sabahlıyorsun, demek. Ayrıca bana ulaştığına göre sen evinde sabahlıyormuşsun ihtiyaç sahibi insanlar da seni kapının önünde bekliyorlarmış.’ dedi Muâviye de: ‘Ey müminlerin emiri! Muhakkak ki şu yaşadığımız yerde düşmanlar bizim çok yakınımızdalar. Üstelik onların gözleri üzerimizde, casusları da içimizdedir. Ey müminlerin emiri! Böyle yaparak sadece onların, İslam’ın izzet ve üstünlüğünü görmelerini istedim.’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattâb radiyallâhu anh ona: ‘Muhakkak ki bu çok akıllı bir adamın tuzağı veya birini şüpheye düşürmek isteyen bir adamın hilesidir.’ dedi. Muâviye ise ona: ‘Ey müminlerin emiri! Bana emret, emrini derhal yerine getireyim.’ deyince Ömer b. el-Hattâb radiyallâhu anh de Muâviye’ye şöyle dedi: ‘Yazıklar olsun sana! Seni ayıpladığım hangi iş olursa olsun, onun hakkında senle tartışmış olmayayım ki, sonunda acaba ben o işi sana emredeyim mi yoksa yasaklayayım mı, bunu bilmediğim bir halde beni bırakmış olmayasın.’”[8]



Ali radiyallâhu anh Sıffîn savaşından döndükten sonra şöyle dedi: “Ey insanlar! Muâviye radiyallâhu anh’ın yönetimini çirkin görmeyiniz. Çünkü siz onu kaybederseniz, insanların kafalarının karpuz gibi omuzlarından yere düştüklerini görürsünüz.”[9]



İbn Ömer radiyallâhu anhumâ dedi ki: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra Muâviye’den daha iyi bir lider görmedim”. Bunun üzerine kendisine “Baban Ömer radiyallâhu anh de mi?” denilince “Babam Ömer radiyallâhu anh ondan daha hayırlı idi, ama Muâviye radiyallâhu anh babamdan daha iyi bir liderdi.”[10]



Bir diğer rivâyette İbn Ömer radiyallâhu anhumâ şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra Muâviye’den daha iyi bir lider görmedim”. Bunun üzerine kendisine “Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali radiyallâhu anhum da mı?” denilince şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali radiyallâhu anhum ondan daha hayırlı idi, ama Muâviye radiyallâhu anh onlardan daha iyi bir liderdi.”[11]



Muâviye radiyallâhu anh’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Ey İnsanlar! Ben sizin en hayırlınız değilim. Sizin aranızda mutlaka Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve benzeri daha çok faziletli ve benden daha hayırlı kimseler vardır. Ama öyle umuyorum ki yöneticilikte ben size daha faydalı olacağım. Düşmanlarınızı geri püskürtmede daha güçlü olacağım. Size sütü daha bol akıttıracağım (gelirinizi arttıracağım).”[12]



İbn Abbâs dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh kadar hükümdarlık için yaratılmış başka birini daha görmedim. Onun yanından gelenler geniş bir vadinin yanından gelmiş gibi oluyorlardı. Dar ve taşlıklı, sıkıntılı olan yerler gibi değildi.” İbn Abbâs bunlarla İbnu’z-Zübeyr’i kastediyor. Çünkü İbnu’z-Zübeyr çabuk kızıp öfkelenen birisi idi.[13]



İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ yine şöyle demiştir: “Allah Hind’in oğlunun (Muâviye’nin) hayrını versin. İnsanlara yeterliliği ne kadar cömertçe, güç ve kudreti ne kadar çoktu. Allah’a yemin ederim ki, minberde asla bize sövmedi. Üstelik yeryüzünde bize karşı ondan daha cömert, insanlara cömertlikte de daha yeterli biri yoktu.”[14]



Muâviye radiyallâhu anh, Hasan b. Ali radiyallâhu anhumâ’nın vefatı üzerine “Muhakkak ki Allah, Hasan hakkında seni utandırmaz ve başına kötü bir hal gelmesine izin vermez.” sözüyle İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’yı tesellî edince İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ ona şöyle dedi: “Allah, müminlerin emirini benim için baki kıldığı sürece başıma kötü bir hal gelmesine asla izin vermez ve beni asla utandırmaz.”[15]



Abdullah b. Abbâs radiyallâhu anhumâ, Muâviye radiyallâhu anh’ın yanına gelmiş, Muâviye de oğlu Yezîd’e, gelip İbn Abbâs’a Ali radiyallâhu anh’ın oğlu Hasan radiyallâhu anh’ın ölümü sebebiyle taziyelerini sunmasını emretmişti. Yezîd, İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’nın yanına geldiğinde ona hoş geldin, dedi ve ikramda bulunup yanına oturdu. İbn Abbâs, onun biraz daha yukarıda oturmasını isteyince Yezîd kabul etmedi ve şöyle dedi: “Ben, taziyelerini sunan bir adamım. Tebrik sunan biri değilim. Onun için taziyelerini sunan bir adama yaraşır bir yerde oturmam gerekir.” Böyle dedikten sonra Hasan radiyallâhu anh’den söz açtı ve şöyle dedi: “Allah, Muhammed’in babası Hasan’a rahmet etsin. Ona bol bol versin. Allah, senin ecrini ve sevabını çoğaltsın, taziyeni de güzelleştirsin, musibetinin yerine senin için daha hayırlı bir mükafat ve daha iyi bir akibet versin.” Yezîd, İbn Abbâs’ın yanından kalkıp gideceği zaman İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ ona: “Harb oğulları gittikleri zaman insanların yumuşak huyluları da (alimleri de) gitmiş olurlar.” dedi. Sonra da şu şiiri okudu: “İnsanların gizliliklerini görmezden gelir bunlar, onların gizliliklerinden söz etmezler. Akıl mirasının ilk aslı bunlardır.”[16]



İbn Ebî Müleyke’den rivâyete göre O şöyle demiştir: “İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’ya “Müminlerin Emiri Muâviye hakkında ne dersin? Çünkü o, tek bir rekat ile vitir kıldı.” denildi. O da “İsabet etmiştir. Çünkü O, fakihtir.” dedi.”[17]



İbn Ebî Müleyke’den gelen bir diğer rivâyette İbn Ebî Müleyke şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh yatsıdan sonra tek bir rekat ile vitir kıldı. Yanında İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’nın bir azatlısı vardı. İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’ya geldi (ve gördüğünü anlattı.) İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ da: “Bırak onu. Çünkü o, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sohbetinde bulunmuş biridir.” dedi.[18]



Ebu’d-Derdâ’ radiyallâhu anh şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra O’nun namazına, bu emirinizin yani Muâviye’nin namazından daha çok benzeyen birini görmedim.”[19]



Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye, İbn Abbâs ve Ebu’d-Derdâ’ radiyallâhu anhum’un yukarıdaki rivâyetlerini kaydettikten sonra şöyle demiştir: “Bu, sahâbenin Muâviye radiyallâhu anh’ın fıkhı ve dini hakkındaki şahidlikleridir. Fıkhına şahitlik eden İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ, namazının güzelliğine şahitlik eden ise Ebu’d-Derdâ’ radiyallâhu anh’dir. Bu iki zatın da büyük iki sahâbî olduğu unutulmamalıdır. Bu hususa muvafakat eden haberler daha pek çoktur.”[20]



Abdullah b. ez-Zübeyr dedi ki: “Allah Hind’in oğlunun (Muâviye’nin) hayrını versin. Biz onu korkuturduk da -ki aslan, pençelerine karşı ondan daha cüretkâr (cesur) değildi- ama o yine de bize ilişmezdi. Yeryüzünde kendisinden daha dahi ve bize hile yapabilecek daha başka kimse olmadığı halde biz ona hile yapardık yine de o bize hile ile karşılık vermez, sadece aldanmış gibi görünürdü. Allah’a yemin ederim ki şu dağda –Ebû Kubeys dağına işaret etti– bir taş bulunduğu müddetçe Muâviye’den yararlanmamızı çok istedim.”[21]



Sa’d b. Ebî Vakkâs radiyallâhu anh şöyle demiştir: “Osmân radiyallâhu anh’den sonra şu kapının sahibi Muâviye kadar hakkıyla insanları yöneten başka birini daha görmedim.”[22]



Ebû Hureyre radiyallâhu anh Medine çarşısında dolaşır ve şöyle derdi: “Yazıklar olsun size! Muâviye’nin zülüflerine sıkı sıkıya tutunun. Ey Allahım! Beni çoluk çocuğun yönettiği zamana eriştirme.”[23]



‘Umeyr b. Sa’d dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh’i ancak hayırla anın.”[24]



Abdullah b. Mübârek “Ömer b. Abdülazîz mi yoksa Muâviye mi daha faziletlidir?” şeklinde bir soruya muhatap oldu. Ve şöyle dedi: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e tabi olarak savaşırken Muâviye’nin atının burnuna giren bir toz zerresi, Ömer b. Abdülazîz’deki aynı şeyden daha faziletlidir.”[25]



Bu rivâyet bazı kaynaklarda Abdullah b. Mübârek’e yöneltilen şu soruyla birlikte geçmektedir: “Muhammed b. Yahyâ b. Sa‘îd dedi ki: İbn Mübârek’e Muâviye’yi sordular. O da şöyle cevap verdi: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisi hakkında “‘Allah kendisine hamd edeni işitir (semiallâhu limen hamideh)’, sonra da ‘Ey Rabbimiz! Hamd ancak sanadır (Rabbenâ ve leke’l-Hamd)’ diyeni de işitir.” diye buyurduğu bir adam için ben ne diyebilirim ki?!”[26]



İbnu’l-Mübârek dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh bizim katımızda öyle bir mihnettir ki (imtihan) kimin ona göz ucuyla baktığını görürsek, onu sahâbîlere karşı kötü söz söylemekle itham ederiz.”[27]



İbnu’l-Mübârek, Muhammed b. Müslim kanalıyla İbrâhîm b. Meysere’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Ömer b. Abdülazîz’in Muâviye radiyallâhu anh’e sövenden başkasına vurduğunu görmedim. Zira Muâviye radiyallâhu anh’e söven bir adamı kırbaçladı.”[28]



Rebâh b. el-Cerrâh el-Mevsılî’nin anlattığına göre bir adam el-Mu‘âfâ b. ‘İmrân’a, “Ömer b. Abdülazîz, Muâviye’den daha faziletli” dedi. el-Mu‘âfâ öfkelendi ve: “Hiç kimse Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbıyla mukayese edilemez. Muâviye O’nun sahâbîsidir, dünürüdür ve kâtibidir. Allah Azze ve Celle’nin vahyinin eminidir.” Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ashâbım ve dünürlerimi bana bırakın (onlara sataşmayın), kim onlara söverse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun.”[29] dedi.[30]



Bir diğer rivâyette Bişr b. el-Hâris buna benzer bir olayı şöyle anlatmaktadır: el-Mu‘âfâ b. ‘İmrân’a, Muâviye radiyallâhu anh mi yoksa Ömer b. Abdülazîz mi daha faziletlidir diye soru sorulunca şöyle cevap verdi: “Muâviye radiyallâhu anh, Ömer b. Abdülazîz misali altı yüz kişiden daha faziletlidir”[31]



İbrâhîm b. Sa‘îd el-Cevherî şöyle demiştir: Ebû Usâme’ye (Hammâd b. Usâme b. Zeyd el-Kureşî) “Muâviye mi yoksa Ömer b. Abdülazîz mi daha faziletlidir?” diye sordum. Ebû Usâme şöyle cevap verdi: “Hiç kimse Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbıyla mukayese edilemez.”[32]



Ebû Bekr el-Mervezî şöyle demiştir: Ebû Abdillah Ahmed b. Hanbel’e dedim ki: Muâviye mi yoksa Ömer b. Abdülazîz mi daha faziletlidir? O şöyle cevap verdi: “Muâviye daha faziletlidir. Biz Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbı ile hiç kimseyi kıyas etmeyiz. Çünkü Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘İnsanların en hayırlısı benim içinde gönderildiğim yüz yıldır.’[33] diye buyurmuştur.”[34]



İbn Şihâb ez-Zührî dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh yönetime geçtikten sonra yıllarca Ömer b. el-Hattâb radiyallâhu anh’ın sîreti ile hükmetti. Bu süre zarfında bu duruma aykırı hiçbir şey ortaya koymadı.”[35]



Mücâhid dedi ki: “Eğer Muâviye radiyallâhu anh’i görseydiniz muhakkak bu Mehdî’dir, derdiniz.”[36]



Katâde dedi ki: “Eğer Muâviye radiyallâhu anh’ın ameli gibi amel işleyen birini görseydiniz muhakkak çoğunuz bu Mehdî’dir, derdi.”[37]



A’meş (Süleymân b. Mihrân el-Esedî) dedi ki: “Eğer Muâviye radiyallâhu anh’i görseydiniz muhakkak bu Mehdî’dir, derdiniz.”[38]



Bir gün A’meş’in yanında Ömer b. Abdülazîz ve adeletinden bahsedilence: “Ya peki Muâviye’ye yetişseydiniz nasıl olurdu?!” dedi. Bunun üzerine orda bulunanlar: “Ey Ebâ Muhammed (A’meş)! Herhalde Muâviye’nin yumuşak huyunu kastediyorsun?” dediler. A’meş de onlara şöyle dedi: “Vallahi hayır. Aksine adaletini kastediyorum.”[39]



Ebû Tevbe Rebî’ b. Nâfi’ el-Halebî dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbının perdesidir. Kişi bu perdeyi araladığı zaman onun arkasındakilere (sahâbeye) sataşmaya cüret eder.”[40]



İbn Vehb, Mâlik kanalıyla İbn Şihâb ez-Zührî’nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Sa‘îd b. el-Müseyyeb’e Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbını sordum. O bana dedi ki: “Dinle ey Zührî! Kim Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali’yi severek ölür, on kişinin cennetle müjdelendiğine şahitlik eder ve Muâviye’ye rahmet okursa işte o kimseyi hesaba çekmemesi Allah’ın üzerine bir haktır.”[41]



Meymûnî, Ahmed b. Hanbel’in kendisine şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Ey Ebâ Hasen! Bir adamın sahâbelerden kötü sözle bahsettiğini görürsen, onun müslümanlığını itham et (müslümanlığından şüphe et).”[42]



Meymûnî şöyle demektedir: Ahmed b. Hanbel’e dedim ki: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: “Dünürlüğüm ve nesebim dışında her türlü dünürlük ve nesep kesilir.”[43] buyurmuyor mu? O: Elbette, dedi. Ben: Peki bu Muâviye için de böyle mi? dedim. O: Evet Muâviye’nin Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ile dünürlük ve nesep bağı vardır, dedi. Meymûnî daha sonra Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediğini söylemiştir: “Onlar kim, Muâviye radiyallâhu anh kim?! Ne oluyor da Muâviye radiyallâhu anh ile uğraşıyorlar. … Allah’tan afiyet dileriz.”[44]



Fadl b. Ziyâd dedi ki: “Muâviye ile Amr b. el-Âs radiyallâhu anhumâ hakkında kötü sözler sarfedip onları kınayan bir adamın Râfızî sayılıp sayılmayacağı Ebû Abdillah’a (İmam Ahmed’e) sorulduğunda o şu cevabı verdi: Bu iki kişi aleyhinde konuşmaya cüret eden adamın içinde mutlaka gizli bir kötülük vardır. Sahâbelerden herhangi birinin hakkını korumayan ve onun hakkında kötü sözler sarfeden adamın niyeti de mutlaka kötüdür.”[45]



İmam Ahmed’e: “‘Muâviye’nin vahiy kâtibi olduğunu söylemiyorum, yine O’nun müminlerin dayısı olduğunu da, söylemiyorum. Çünkü O iktidarı kılıç zoruyla gasbederek aldı.’ diyen kimse hakkında ne dersin Allah’ın sana rahmet etmesini dilediğimiz ey imam?” şeklinde soru sorulunca şöyle cevap verdi: “Bu, kötü ve çirkin bir sözdür. Böyle söyleyen topluluktan sakınılır, onlarla oturulup kalkılmaz ve onların durumlarını insanlara açıklarız.”[46]



İbrâhîm el-Harbî dedi ki: Ebû Abdillah (İmam Ahmed) bir adamın: ‘Benim Muâviye radiyallâhu anh’ı aşağılayan bir dayım var. Belki de onunla birlikte yemek yediğim olmuştur, bu hususta ne dersiniz?’ şeklindeki sorusuna süratle şu cevabı vermiştir: “Onunla birlikte yeme!”[47]



Kaynaklarda sahip olduğu liderlik vasfı dışında Muâviye radiyallâhu anh’ın dindarlık, yumuşak huyluluk, merhamet, cömertlik ve hazır cevaplılık gibi daha birçok üstün meziyetinden bahseden sözler bir hayli yer tutmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:



el-Misver b. Mahreme, Muâviye radiyallâhu anh’ın kendisine şöyle dediğini anlatmaktadır: “Muhakkak ki ben öyle bir din üzereyim ki, Allah o dinde iyilikleri kabul eder, kötülükleri ise bağışlar. Allah’a yemin ederim ki, ben bu yol üzereyim. Yine Allah’a yemin ederim ki, (herhangi bir hususta) Allah ile gayrı arasında muhayyer bırakılmayayım ki yani onlardan birini seçip tercih etmem istenmesin ki, ben (o hususta) Allah’ı gayrına seçip tercih etmiş olmayayım.”[48]



Abdülmelik b. Mervân bir gün Muâviye radiyallâhu anh’den bahsederken şöyle dedi: “Hind’in oğlu Muâviye kadar yumuşak huylu, tahammüllü ve kerem sahibi birini görmedim.”[49]



Kabîsa b. Câbir el-Esedî dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh kadar yumuşak huylu, onun kadar liderlik sıfatına sahip, onun kadar tahammüllü, merhametli, onun kadar kolayca çıkış yolu bulan, onun kadar iyilik yapmaya müsait birini görmedim.”[50]



Başka bir rivâyette Kabîsa b. Câbir el-Esedî şöyle demiştir: “Sonra Muâviye’ye arkadaşlık yaptım. Bu arkadaşlığım sırasında ne dost olarak ondan daha sevimli bir kimseyi, ne de içi dışına bu kadar benzeyen birini gördüm.”[51]



Bir adam Muâviye radiyallâhu anh’e kötü sözler sarfetti. Bunun üzerine Muâviye radiyallâhu anh’e denildi ki: “Şunun hakkından gelsene!” Muâviye radiyallâhu anh de şöyle cevap verdi: “İdarem altındaki bir kimsenin suçu yüzünden yumuşak huyluluğu bırakıp öfkelenmekten haya ederim.”[52]



İbnu’l-‘Arabî dedi ki: “Adamın biri Muâviye radiyallâhu anh’e senden daha düşük ve değersiz birini görmedim deyince Muâviye radiyallâhu anh, ona şu karşılığı verdi: “Evet, hiç kimse bu haliyle adamlarla karşı karşıya gelemez.”[53]



Muhakkık âlimler de Muâviye radiyallâhu anh’den övgüyle söz etmişler onun faziletini ve diğer sahâbîler arasındaki seçkin yerini ifade eden özlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerden bazıları şöyledir:



İbn Kudâme el-Makdisî şöyle demiştir: “Muâviye müminlerin dayısıdır. Allah’ın vahyinin kâtibidir. Müslümanların halifelerinden –ki Allah onlardan razı olsun– biridir.”[54]



Kadı İbnu’l-‘Arabî şöyle demiştir: “Fakat Muâviye radiyallâhu anh’de birçok haslet toplanmıştı ki, Ömer radiyallâhu anh; güzel sîreti, el-Beyda’nın himayesi ve sınır boylarını korumak için ortaya koyduğu mücadele, ordunun ıslahı ve düşmanlara karşı galip gelmek için yaptıkları ve insanları yönetmedeki başarısı sebebiyle bütün Şam’ın idaresini onun elinde toplayarak Şam valiliği görevini tek başına ona verdi.”[55]



Başka bir yerde ise şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh’e gelince Ömer radiyallâhu anh onu vali olarak atamış, bütün Şam’ın idaresini onun elinde toplamış Osmân radiyallâhu anh de onun bu tercihini aynen ikrar etmiştir. Hatta bunun da ötesinde şu denebilir: Muâviye’yi vali olarak bizzat Ebû Bekir radiyallâhu anh atamıştır. Çünkü Ebû Bekir radiyallâhu anh Muâviye’nin kardeşi Yezîd’i vali olarak atamış Yezîd de kardeşi Muâviye’yi kendi yerine vekil tayin etmişti. Ömer radiyallâhu anh de bu uygulamayı, bizzat Ebû Bekir radiyallâhu anh’ın vali olarak atadığı kişinin kardeşini kendi yerine vekil tayin etmesinden dolayı Ebû Bekir radiyallâhu anh’ın hilafeti dönemindeki uygulamalara bağlılığı nedeniyle ikrar etmiştir. Daha sonra Osmân radiyallâhu anh de Ömer radiyallâhu anh’ın uygulamalarına bağlı kalmış ve Ömer radiyallâhu anh’ın Muâviye radiyallâhu anh’ın valiliği doğrultusundaki kararını aynen ikrar etmiştir. Şu zincire bir baksanıza! Kulpu ne kadar da sağlam bir kulp!!!”[56]



Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Âlimler, Muâviye radiyallâhu anh’ın, bu ümmetin hükümdarlarının en faziletlisi olduğunda ittifak etmişlerdir. Kendisinden önceki dördü, Peygamber’in halifesiydiler. Muâviye radiyallâhu anh ise hükümdarların (sultanların) ilkidir ve onun hükümdarlığı bir sultanlık ve rahmetti. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ‘Mülk (idarecilik) nübüvvet ve rahmet olacaktır. Sonra hilafet ve rahmet, sonra sultanlık ve rahmet, sonra sultanlık ve zorbalık, sonra da zalim sultanlık olacaktır.’[57] İşte Muâviye radiyallâhu anh’ın sultanlığında öyle rahmet, yumuşak muamele ve Müslümanlara yarar vardı ki, sultanlığının diğerlerinin sultanlığından daha hayırlı ve üstün olduğu buradan anlaşılmaktadır.”[58]



Yine şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh’ı Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in idareci olarak görevlendirdiği tevâtürle sabittir. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ile birlikte savaşmış ve ona vahiy kâtipliği yapmıştır. Vahiy kâtipliği hususunda Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem onu itham etmemiştir. İnsanları en iyi tanıyanlardan biri olan ve hakkın diline ve kalbine yansıdığı Ömer radiyallâhu anh, onu vali olarak tayin etmiştir ve valiliği hususunda onu itham etmemiştir.”[59]



Bir başka yerde ise şöyle demiştir: “Müslümanların hükümdarları içinde Muâviye radiyallâhu anh’den daha hayırlı bir hükümdar yoktur. Yine hükümdarlardan herhangi bir hükümdarın zamanındaki insanlar, Muâviye radiyallâhu anh’ın zamanındaki insanlardan daha hayırlı değildiler. Tabi bu, Muâviye radiyallâhu anh’ın hükümdarlık günlerinin kendinden sonraki günlere nispeti halinde böyledir. Yoksa Ebû Bekir ve Ömer radiyallâhu anhumâ’nın günlerine nispeti halinde bu iki sahâbînin günlerinin üstünlük ve fazileti açıktır. Ebû Bekr el-Esrem, onun kanalından rivâyetle de İbn Batta, Muhammed b. ‘Amr b. Cebele Þ Muhammed b. Mervân Þ Yûnus yoluyla Katâde’nin şöyle dediğini rivâyet etmişlerdir: ‘Eğer Muâviye radiyallâhu anh’ın ameli gibi amel işleyen birini görseydiniz muhakkak çoğunuz bu Mehdî’dir, derdi.’ Yine İbn Batta sabit isnâdıyla iki kanaldan A’meş’den, o da Mücâhid’den Mücâhid’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: ‘Eğer Muâviye radiyallâhu anh’i görseydiniz muhakkak bu Mehdî’dir, derdiniz.’ Ebû Bekr el-Esrem, Muhammed b. Havâş yoluyla Ebû Hureyre el-Müktib’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Bir gün A’meş’in yanındaydık. Ömer b. Abdülazîz ve adeletinden bahsedilence A’meş: ‘Ya peki Muâviye’ye yetişseydiniz nasıl olurdu?!’ dedi. Bunun üzerine orda bulunanlar: ‘Ey Ebâ Muhammed (A’meş)! Herhalde Muâviye’nin yumuşak huyunu kastediyorsun?’ dediler. A’meş de onlara şöyle dedi: ‘Vallahi hayır. Aksine adaletini kastediyorum.’”[60]

İbn Teymiyye Allah’ın “Allah, sizlerden iman edip salih amelde bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nûr, 24/55)âyetinin bir gereği olarak iman edip salih amelde bulunanları yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat ettiğini söyledikten sonra şöyle demiştir: “İşte bu durumda Kur’ân, Ebû Bekir, Ömer ve Osmân radiyallâhu anhum’un imanlarına, yine onlarla birlikte yeryüzüne sahip ve hakim olunan, dinin yerleşip korunduğu ve güven ortamının tam olarak sağlandığı bir zamanda yaşayanların imanlarına delalet etmektedir. Yine yeryüzüne sahip ve hakim olunan, dinin yerleşip korunduğu ve güven ortamının tam olarak sağlandığı bir zamanda yaşayanlarla Ali, Talha, ez-Zübeyr b. el-‘Avvâm, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Muâviye ve Amr b. el-‘Âs radiyallâhu anhum gibi fitne zamanını idrak edenler de bu âyetin kapsamına girmektedirler. Çünkü onlar da yeryüzüne sahip ve hakim kılınmışlar, din onlar için yerleşip korunmuş ve güven ortamı onlar için tam olarak sağlanmıştır.”[61]



Zehebî şöyle demektedir: “Muâviye b. Ebî Süfyân. Tam adı Muâviye b. Sahr b. Harb b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb. Müminlerin emiri, İslam hükümdarı. Künyesi Ebû Abdirrahmân el-Kureşî el-Emevî el-Mekkî’dir. Annesi Hind binti ‘Utbe b. Rebî‘a b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusayy’dir. Muâviye radiyallâhu anh’ın babasından önce, kaza umresi sırasında müslüman olduğu ve babasından korktuğundan dolayı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına gitmeden Mekke’de kaldığı söylenmiştir. Müslüman olduğu ancak Mekke’nin fethi günü açığa çıkmıştır. … İbn Ebi’d-Dünyâ ve başkaları Muâviye radiyallâhu anh’ın uzun boylu, beyaz tenli, güzel görünümlü olduğunu, güldüğü zaman üst dudağının çekildiği ve saçlarına kına sürüldüğünü bildirmişlerdir.”[62]



Yine şöyle demektedir: “Muâviye radiyallâhu anh’ın faziletini göstermesi bakımından Ömer radiyallâhu anh’ın, hemen peşinden de Osmân radiyallâhu anh’ın O’nu sınır boyuna vali olarak ataması, yine Muâviye radiyallâhu anh idarecesi olduğu bölgeyi zabtu rabt altına alması, işleri eksiksiz bir şekilde tastamam yürütmesi ve her ne kadar bazıları bir kereye mahsus sıkıntı çekseler de insanları cömertliği ve yumuşak huyuyla razı etmesi sana yeter de artar bile. Yönetim işte bunun gibi olsun. Her ne kadarRasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’indiğer sahâbîleri, ondan çok daha üstün, çok daha hayırlı ve salih idiler ise de,bu adam, mükemmel aklı, öne çıkan yumuşak huyu, geniş gönlü, muhteşem dehası ve güçlü (isabetli) görüşü sayesinde âleme liderlik etmiş ve âlemi yönetmiştir. Bunun yanında bazı kötü işleri ve hataları da olmuştur. Hesaba çekecek olan yalnız Allah’tır. Muâviye radiyallâhu anh, yönetimi altındakilere kendini sevdirmesini biliyordu. Yirmi yıl kadar Şâm valiliği, sonrada yirmi yıl süreyle halifelik yapmıştır. Bu süre zarfında devleti içinde ona karşı ayaklanan hiç kimse olmamıştır. Aksine değişik milletler ona yanaşmış, Arapları ve Arap olmayanları da yönetimi altına almıştı. Mekke, Medine, Mısır, Şâm (Suriye), Irak, Horasan, Fars, Cezîre, Yemen, Mağrib (Kuzey Afrika) ve daha başka ülkeler onun yönetimi altında kalmıştır.”[63]



Başka bir yerde ise şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh adaletleri zulümlerine galip gelmiş hükümdarların en hayırlılarındandır. Bunun yanında hatalardan da ber’i değildir. Allah onu affeder.”[64]



İbn Kesîr ise şöyle demektedir: “İşte bu olaylardan sonra yönetim tamamen Muâviye radiyallâhu anh’ın eline geçti ve bütün halk hicretin 41. senesinde Muâviye radiyallâhu anh’a bey’at etti. Hicrî 41. seneden Muâviye radiyallâhu anh’ın vefat senesi olan hicrî 60. seneye kadar yönetim müstakil olarak Muâviye radiyallâhu anh’ın elinde kaldı. Bu dönemde cihad, düşman topraklarında bütün hızıyla sürdü, Allah’ın kelimesi yüceltildi. Çevre ülkelerin hepsinden Muâviye radiyallâhu anh’e ganimetler yağıyordu. Müslümanlar onun yönetiminde rahat ve adalet içinde barışık ve afiyette yaşıyorlardı.”[65]



Yine şöyle demektedir: “Muâviye radiyallâhu anh yumuşak huylu, ağır başlı ve insanlar arasında sözüne uyulan bir efendi ve liderdi. Yine cömert, adaletli ve zeki bir kimse idi.”[66]



Başka bir yerde ise şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh sîreti (yaşantısı) güzel, çokça bağışlayıcı, fazla affedici ve insanların ayıplarını çokça örten biriydi. Allah-u Teâlâ ona rahmet etsin.”[67]



İbn Kesîr “Kim zulmedilerek öldürülürse; gerçekten Biz onun velisine bir hak tanımışızdır.” (İsrâ, 17/33) âyetinin tefsiri hakkında ise şunları söylemektedir:“Kâtile karşı ona bir yetki vermişizdir. O, muhayyerdir. İsterse kısas yaparak kâtili öldürür, isterse diyet karşılığı, isterse karşılıksız kâtili öldürmekten vazgeçer. Sünnet-i Seniyye’de böyle sabit olmuştur. Derin denizler gibi olan İmâm İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ bu âyet-i kerîme’nin umûmi hükmünden Muâviye radiyallâhu anh’ın saltanata yetkili olduğu neticesini çıkarmıştır. Onun ileride hükümdar olacağını belirtmiştir. Çünkü O, Osmân radiyallâhu anh’ın velisiydi. Osmân da zulmen öldürülmüş olduğundan Muâviye radiyallâhu anh, Ali radiyallâhu anh’den Osmân’ın kâtillerinin kısas yapılmak üzere kendilerine teslim edilmelerini istiyordu. Muâviye radiyallâhu anh Emevî idi. Ali radiyallâhu anh de imkân bulup böyle yapmak için işi zamana bırakıyordu. Ali radiyallâhu anh, Muâviye radiyallâhu anh’den Şam’ı kendisine teslim etmesini istemişti. Muâviye de Osmân’ın kâtilleri kendisine teslim edilinceye kadar Şam’ı Ali’ye teslim etmekten kaçınmıştı. Bunun için Muâviye ve Şam halkı da, Ali’ye biat etmemişlerdi. Nihâyet uzun hadiselerden sonra Muâviye radiyallâhu anh güç kazanıp İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’nın dediği ve bu âyetten çıkardığı gibi idâreyi eline aldı. Bu da hayret edilecek bir iştir. Taberâni, el-Mu’cemu’l-Kebîr isimli eserinde[68] bunu naklederek şöyle der : Bize Yahyâ İbn Abdülbâkî… Zehdem el-Cermî’den nakletti ki; o, şöyle demiş: Biz İbn Abbâs’ın gece meclisindeydik. Dedi ki : Ben size bir hadîs nakledeceğim ki bu ne gizlidir, ne de açıktır. Bu adam -Osmân’ı kasdediyor- hakkında olanlar olunca ben Ali’ye şöyle dedim : Köşeye çekil. Eğer bir delikte bulunacak olursan, çıkarılıncaya kadar ta’kîb edilirsin. Ali bana isyân etti. Allah’a yemîn ederim ki; Muâviye sizin üzerinizde muhakkak emîr olacaktır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : “Kim zulmedilerek öldürülürse; gerçekten Biz onun velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürmede aşırı gitmesin.” (İsrâ, 17/33)”[69]



İbn Ebi’l-‘İzz el-Hanefî şöyle demiştir: “Müslümanların krallarının ilki Muâviye radiyallâhu anh’dir. O, müslümanların krallarının en hayırlısıdır.[70]



İbn Haldûn şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh’ın devleti ve kendisi hakkındaki haberlerin, kendinden önceki halifelerin devletlerine ve onlar hakkındaki haberlere katılması gerekmekteydi. Çünkü O, fazilet, adalet ve sahâbîlikte bu halifelerin peşisıra gelmektedir. Bu konuyu ‘Halifelik benden sonra otuz yıldır.”[71] hadisi ile değerlendirmek doğru olmaz. Bu hadis sahih değildir. Hak olan Muâviye radiyallâhu anh’ın bu halifeler arasında sayılmasıdır.”[72]



Molla Aliyyu’l-Kârî şöyle demiştir: “Muâviye radiyallâhu anh’e gelince, O adalet ve fazilet sahibi kimselerden ve seçkin sahâbîlerdendir.”[73]





İlahiyatçı Yazar Necmi Sarı

(Muâviye b. Ebî Süfyân Müdafaası adlı eserinin önsözünden s. 21-39)



--------------------------------------------------------------------------------


[1] Bacısı Ümmü Habîbe radiyallâhu anhâ Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in mübarek eşleri böylelikle de müminlerin annesi olduğu için Muâviye radiyallâhu anh’a neseben değil, hürmeten ve kadren “müminlerin dayısı” ismi verilmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (4/369-376); Zehebî, el-Müntekâ min Minhâci’l-İ’tidâl (s. 257-258, terc. s. 172-173); İbn Hacer el-Heytemî, Tathîru’l-Cinân (s. 17, 18); Abdullah el-Guneymân, Muhtasaru Minhâci’s-Sünne (1/292-295).


[2] Tahrîci ileride gelecek. Bkz. 303 nolu dipnot.


[3] Tahrîci ileride gelecek. Bkz. 310 nolu dipnot.


[4] Bkz. Buhârî (No: 2924).


[5] Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî (6/120).


[6] Bkz. Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (3/264-265); İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh (3/373, terc. 4/16). Ay. bkz. Dr. Hâlid b. Muhammed el-Ğays, Merviyyâtü Hilâfeti Muâviye fî Târîhi’t-Taberî (s. 83).


[7] Bkz. el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf (2/128); İbn Abdilberr, el-İstî‘âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb (3/471); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/114, 115);İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe (5/202); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/134);Târîhu’l-İslâm (2/343);İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/417, terc. 8/212); İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe (6/121); Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’ (s. 172).


[8] Bkz. el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf (4/147); Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (3/265). Eser ayrıca buna yakın bir lafızla Abdülazîz b. Bahr’ın şeyhinden rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet eiçin bkz. İbn Abdilberr, el-İstî‘âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb (3/471-472); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/112); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/133); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/415-416, 416, terc. 8/210-211, 211). Ay. bkz. Dr. Hâlid b. Muhammed el-Ğays, Merviyyâtü Hilâfeti Muâviye fî Târîhi’t-Taberî (s. 84).


[9] Bkz. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef” (No: 37843); Abdullah b. Ahmed, es-Sünne (No: 1283); Ebû Nu‘aym, Ma’rifetü’s-Sahâbe (5/2497); Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/466); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/61, 151, 151-152, 152); İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/209); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/144); Târîhu’l-İslâm (2/343); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (9/233, terc. 6/312); (11/430, terc. 8/221); Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kübrâ (2/172, 209); Alî el-Hindî, Kenzu’l-‘Ummâl (No: 31704, 31712). el-Lâlekâî bu rivâyeti “Muâviye’nin yönetimini çirkin görmeyin.” lafzıyla Şa’bî kanalıyla Hasan radiyallâhu anh’den rivâyet etmiştir. Bkz. Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehl’s-Sünne (No: 2800).


[10] Bkz. İbn Ebî ‘Âsım, el-Âhâd ve’l-Mesânî (s. 99); Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 678-680); el-Harâitî, el-Müntehab min Mekârimi’l-Ahlâk (No: 264); Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr (12/No: 13432); el-Mu’cemu’l-Evsat (No: 6759); el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne (No: 2781); Ebû Nu‘aym, Ma’rifetü’s-Sahâbe (5/2497); İbn Abdilberr, el-İstî‘âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb (3/472); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/61, 173, 174); İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe (5/202). Eser sahihtir. Bkz. İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (17/227); Minhâcu’s-Sünne (4/444); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/152-153); Târîhu’l-İslâm (2/344);İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/438, terc. 8/226); Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid (9/357); İbn Hacer, Fethu’l-Bârî (7/125); Molla Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh (11/389, 6259 nolu hadisin şerhi); Muhibbuddîn el-Hatîb, Ebû Bekr İbnu’l-‘Arabî’nin el-‘Avâsım mine’l-Kavâsım Kitabının Tahkiki (s. 138, 1 nolu dipnot).Ebû Bekr el-Hallâl rahimehullâh, es-Sünne (No: 680) adlı kitabında bu eseri Cebele b. Sühaym’dan sahih bir senedle şu lafızla tahrîc etmiştir: Cebele b. Sühaym İbn Ömer’i şöyle söylerken işittim demiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra Muâviye’den daha iyi idareci görmedim.” “Baban bile mi?” denildiğinde “Babam Ömer radiyallâhu anh Muâviye’den daha hayırlıdır. Ama Muâviye ondan daha iyi idarecidir.” İmâm Ahmed “daha iyi idareci” ifadesini “daha eli açık” olarak tefsir etmiştir. Bu hususu ed-Dûrî, İmâm Ahmed’in bazı ashâbından nakletmiştir. Ay. bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, Kitâbu’s-Sünne (s. 441-443; No: 678, 679, 681).


[11] Bkz. İbn Abdilberr, el-İstî‘âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb (3/472); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/173, 174); İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe (5/202). İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/438, terc. 8/226).


[12] Bkz. İbn Ebî ‘Âsım, el-Âhâd ve’l-Mesânî (s. 98); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/162-163, 163); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/436-437, terc. 8/225); Zehebî, Târîhu’l-İslâm (2/344).


[13] Bkz. Abdürrezzâk, el-Musannef (No: 20985); Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/327, No:1405 , diğer baskıda , No: 7/203-204, No: 10743); Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (4/269); Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 677); Ebû Nu‘aym, Ma’rifetü’s-Sahâbe (5/2497); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/61, 174, 175). Eser sahihtir. Bkz. İbnu’l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs (1/395-396); İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh (3/374, terc. 4/18); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/153); Târîhu’l-İslâm (2/344); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/439, terc. 8/226); İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe (6/121).


[14] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/187);(63/209).


[15] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/197); İbn Manzûr, Muhtasaru Târîhi (Medîneti) Dımaşk (25/67-68).


[16] Bkz. el-Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf (2/92); İbn Abdirabbih, el-‘İkdu’l-Ferîd (4/361-362); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (65/403-404, 404); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/642, terc. 8/372).


[17] Bkz. Buhârî (No: 3765).


[18] Bkz. Buhârî (No: 3764).


[19] Bkz. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr [bkz. Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid (9/357)]; Müsnedü’ş-Şâmiyyîn (No: 282, 283); Ebû Nu‘aym, Hilyetü’l-Evliyâ’ (3/485); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/135). Heysemî eser hakkında şöyle demiştir: “Eseri Taberânî rivâyet etmiş olup ricâli Kays b. el-Hâris el-Mezhıcî dışında Sahîh’in ricâlidir. Bu zat ise sikadır.” Bkz. Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid (9/357).


[20] Bkz. İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/235).


[21] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/185, 185-186); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/442, terc. 8/228).


[22] Bkz. el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf (5/53); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/160-161); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/150); Târîhu’l-İslâm (2/344); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/435, terc. 8/224).


[23] Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/466);İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/217); İbn Manzûr, Muhtasaru Târîhi (Medîneti) Dımaşk (25/79); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (9/233, terc. 6/312); Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kübrâ (1/210).


[24] Bkz. Tirmizî (No: 3843); Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/328, No: 1405, diğer baskıda, 7/204, No: 10743 );Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/126); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/408, terc. 8/207). el-Elbânî eser hakkında “öncesiyle birlikte sahih” demiştir. Sahîhu Süneni’t-Tirmizî (No: 3843).


[25] Bkz.Âcurrî, eş-Şerî‘a (thk. Müessesetü’r-Reyyân No: 1955); Ebu’l-Kâsım el-Esbehânî, el-Hucce (2/377); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/207); İbn Hallikân, Vefayâtü’l-A’yân (3/33). Ay. bkz. İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/227); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/449, terc. 8/233); İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika (s. 321, terc. s. 456); Tathîru’l-Cinân (s. 13); el-Fetâva’l-Hadîsiyye (1/716, Matlab fî Kavli İbni’l-Mübârek); Şihâbuddîn el-Âlûsî, Rûhu’l-Me‘ânî (28/139, Cuma Suresi, 3 nolu âyetin tefsiri).


[26] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/207); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/449, terc. 8/233); İbn Hacer el-Heytemî, Tathîru’l-Cinân (s. 13).


[27] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/208-209); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/449, terc. 8/233).


[28] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/211); İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl (s. 469);İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/450-451, terc. 8/233).


[29] Hadisin “Ashâbım ve dünürlerimi bana bırakın (onlara sataşmayın)” bölümü sahih yollardan gelmemiştir. Bkz. Ebû Nu‘aym, Zikru Ahbâri Esbehân (1/175, “ve dünürlerimi” lafzı olmadan); Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs (No: 3034); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/104) Enes b. Mâlik radiyallâhu anh’den. Zehebî, Münâvî ve el-Elbânî bu lafzı zayıf görmüşlerdir. Bkz. Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/131); Feyzu’l-Kadîr (3/710, No: 4223); et-Teysîr (3/471-472, No: 4223); Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfe (No: 3601); Da‘îfu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 2983). Hadisin “Ashâbımı bana bırakın.” lafzı ise Enes b. Mâlik radiyallâhu anh’den sahih yollardan gelmiştir. Bkz. Ahmed (3/266, thk. Şuayb el-Arnavût, No: 13812); Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ (No: 10877); ‘Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle (No: 1104); Ebû Nu‘aym, Zikru Ahbâri Esbehân (1/175); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (35/271); Ziyâ’ el-Makdisî, el-Ehâdîsu’l-Muhtâre (6/66, No: 2046). Heysemî, Suyûtî, Münâvî ve el-Elbânî bu lafzı sahih görmüşlerdir. Bkz. Mecma‘u’z-Zevâid (10/15); el-Câmi‘u’s-Sağîr (s. 257, No: 4222); Feyzu’l-Kadîr (3/709-710, No: 4222); et-Teysîr (3/471, No: 4222); Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha (No: 1923); Sahîhu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 3386). Hadisin “Kim ashâbıma söverse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun.” lafzı ise İbn Abbâs radiyallâhu anhumâ’dan sahih yollardan gelmiştir. Tahrîci ileride gelecek. Bkz. 222 nolu dipnot.


[30] Bkz. Âcurrî, eş-Şerî‘a (thk. Müessesetü’r-Reyyân No: 1956); el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne (No: 2785); el-Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd (1/209); Cevrekânî (Cevzekânî), el-Ebâtîl ve’l-Menâkîr (No: 184); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/208). Eser sahihtir. Bkz. Cevrekânî (Cevzekânî), el-Ebâtîl ve’l-Menâkîr (s. 112, No: 184); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/450, terc. 8/233).


[31] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 664). Sahih bir isnâd ile. Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne Tahkiki (2/435, 9 nolu dipnot).


[32] Bkz. Âcurrî, eş-Şerî‘a (No: 1954); İbn Abdilberr, Câmi‘u Beyâni’l-‘İlmi ve Fadlih (No: 2319). İbn Abdilberr’in lafzı şöyledir: “Biz Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbı ile hiç kimseyi bir tutmayız”.


[33] Tahrîci ileride gelecek. Bkz. 189 ve 190 nolu dipnotlar.


[34] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 660). Sahih bir isnâd ile. Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne Tahkiki (2/434, 6 nolu dipnot).


[35] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 683). Aynı rivâyeti İbn Asâkir ve ondan rivâyetle İbn Kesîr şöyle rivâyet etmişlerdir. İbn Şihâb ez-Zührî dedi ki: “Muâviye radiyallâhu anh yönetime geçtikten sonra iki yıl boyunca Ömer radiyallâhu anh gibi adaletle hükmetti. Bu yönetimi hiç bozmadı. Ancak daha sonra Ömer’in yönetim tarzından uzaklaştı.” Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/150); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/430, terc. 8/220).


[36] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 669); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/172); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/438, terc. 8/225). Taberânî el-Mu’cemu’l-Kebîr (19/No: 691) bu sözün aynısını A’meş’den rivâyet etmiştir. Heysemî A’meş’den gelen bu rivâyetin isnâdının zayıf olduğunu söylemektedir. Bkz. Mecma‘u’z-Zevâid (9/357). Ay. bkz. İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/233).


[37] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 668); İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/232-233).


[38] Bkz. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr (19/No: 691). Heysemî bu rivâyetin isnâdının zayıf olduğunu söylemektedir. Bkz. Mecma‘u’z-Zevâid (9/357).


[39] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 667); İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/233).


[40] Bkz. el-Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd (1/209); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/209); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/450, terc. 8/233).


[41] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/207); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/449, terc. 8/232-233).


[42] Bkz. el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehl’s-Sünne (No: 2359); Ebu’l-Kâsım el-Esbehânî, el-Hucce fî Beyâni’l-Mehacce (2/371, No: 367); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/209); İbnu’l-Cevzî, Menâkıbu’l-İmâm Ahmed b. Hanbel (s. 209); İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl (s. 469);İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/450, terc. 8/233).


[43] Bkz. Ahmed (4/323, 332, thk. Şuayb el-Arnavût, No: 18907, 18930); Fadâilu’s-Sahâbe (No: 1333, 1347); Ebû Ya’lâ, el-Müsned [bkz. İbn Hacer, el-Metâlibu’l-‘Âliye (4/67, No: 3980)]; Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 655); Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr (20/No: 33, el-Misver b. Mahreme’nin kızı Ümmü Bekr’den mürsel olarak); Hâkim, el-Müstedrek (3/158, thk. ‘Atâ’ No: 4747, thk. ‘Allûş No: 4801); Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ (7/64); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (58/159) el-Misver b. Mahreme radiyallâhu anh’den merfû’ olarak. İbn Kesîr, Heysemî ve el-Elbânî hadisin sahih olduğunu söylemektedirler. Bkz. el-Fusûl fî Sîreti’r-Rasûl (s. 507-509); Mecma‘u’z-Zevâid (9/203); Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha (No: 1995).


[44] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 654); İbn Teymiyye, es-Sârimu’l-Meslûl (s. 469);Sahih bir isnâd ile. Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne Tahkiki (2/432, 3 nolu dipnot).


[45] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/210); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/450, terc. 8/233).


[46] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 659). Eserin isnâdı sahihtir. Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne Tahkiki (2/434, 4 nolu dipnot).


[47] Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne (No: 693). Sahih bir isnâd ile. Bkz. Ebû Bekr el-Hallâl, es-Sünne Tahkiki (2/448, 1 nolu dipnot).


[48] Bkz. Abdürrezzâk, el-Musannef (No: 20717); el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf (4/47); İbn Abdilberr, el-İstî‘âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb (3/474-475); el-Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd (1/208-209); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/161, 161-162); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/435-436, terc. 8/224); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/151); Târîhu’l-İslâm (2/466). Şuayb el-Arnavût eserin isnadındaki râvilerin güvenilir râviler olduğunu söylemektedir. Bkz. Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ Tahkiki (3/151, 2 nolu dipnot).


[49] Bkz. el-Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf (2/96); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/177); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/439, terc. 8/226).


[50] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/178); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/439, terc. 8/226).


[51] Bkz. Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mulûk (3/269). Buna benzer rivâyetler için bkz. Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/175, No: 785, diğer baskıda 7/65, No: 10123); Fesevî, el-Ma’rife ve’t-Târîh (1/244); İbn Ebî ‘Âsım, el-Âhâd ve’l-Mesânî (s. 98); İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (19/182-183); (49/247); (59/178); Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl (23/474); Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/73-74, 153); Târîhu’l-İslâm (2/268, 345, 449);İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe (5/394, No: 7291 ); Tehzîbu’t-Tehzîb (8/301, No: 5726); Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’ (s. 172, 175).


[52] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/179); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/440, terc. 8/226).


[53] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/183); İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/441, terc. 8/227).


[54] Bkz. İbn Kudâme, Lüm‘atü’l-İ’tikâd’ (s. 155, No: 89).


[55] Bkz. İbnu’l-‘Arabî, el-‘Avâsım mine’l-Kavâsım (s. 137-138).


[56] Bkz. İbnu’l-‘Arabî, el-‘Avâsım mine’l-Kavâsım (s .60).


[57] Hadis değişik lafızlarla muhtelif sahâbîlerden rivâyet edilmiş olup mana itibariyle sahihtir. Bkz. İbn Hacer el-Heytemî, Tathîru’l-Cinân (s. 19); el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha (No: 5); Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfe (7/56, No. 3055); Da‘îfu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 1578); Mişkâtü’l-Mesâbîh Tahkiki (No: 5375).


[58] Bkz. İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (4/478, terc. 4/386).


[59] Bkz. İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ (4/472, terc. 4/382).


[60] Bkz. İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (6/232-233).


[61] Bkz. İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünne (2/36-37).


[62] Bkz. Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/119-120).


[63] Bkz. Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/132-133).


[64] Bkz. Zehebî, Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/159).


[65] Bkz. el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/400, terc. 8/204-205).


[66] Bkz. el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/397, terc. 8/203).


[67] Bkz. el-Bidâye ve’n-Nihâye (11/419, terc. 8/212-213).


[68] Bkz. Taberânî, el-Mu’cemu’k-Kebîr (10/No: 10613) ve İbn Asâkir, Târîhu (Medîneti) Dımaşk (59/125). Heysemî hadis hakkında: “Hadisi Taberânî rivâyet etmiş olup isnâdında (haklarında bir şey bilmediğim) râviler vardır.” demiştir. Bkz. Mecma‘u-Zevâid (7/236). Ay. bkz. Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tathîru’l-Cinân ve’l-Lisân ‘ani’l-Hutûri ve’t-Tefevvuhi bi Selbi Muâviye b. Ebî Süfyân (s. 68). Taberânî kanalından hadisi zikreden Zehebî ve İbn Kesîr sadece hadisi zikretmekle yetinmişler hakkında hiçbir şey söylememişlerdir. Bkz. Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ’ (3/139); Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm (3/42, terc. 9/4730-4731).


[69] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm (3/42, terc. 9/4730-4731).


[70] Bkz. İbn Ebi’l-‘İzz el-Hanefî, Şerhu’l-‘Akîdeti’t-Tahâviyye (s. 483, terc. s. 529).


[71] Hadis sahihtir. Bkz. Ahmed (5/220, 221, thk. Şuayb el-Arnavût, No: 21919, 21923); Ebû Dâvûd (No: 4646, 4647); Tirmizî (No: 2226); Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ (No: 8099); İbn Hibbân (Mevâridu’z-Zam’ân, No: 1534, 1535); (el-İhsân, No: 6657, 6943). el-Elbânî hadisin sahih olduğunu söylemektedir. Bkz. Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha (No: 459); Sahîhu’l-Câmi‘i’s-Sağîr (No: 3257, 3341). Hadisin daha ayrıntılı tahrîci için bkz. Necmi Sarı, Pratik Akâid Dersleri Tahkiki (s. 258, 254 nolu dipnot).


[72] Bkz. İbn Haldûn, Târîhu İbn Haldûn (1/970).


[73] Bkz. Molla Aliyyu’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (11/151).
Read On 0 yorum

Tekfirin Şartları ve İlkeleri..

20:40
Tekfir’in

(Bir Kimseye Kâfir Hükmü Vermenin)

Şartları ve İlkeleri

Tekfir’in Tehlikesi

Gerçek şu ki, Kitâb ve Sünnet’ten bir delil olmaksızın müslüman bir kimseyi tekfir etmek, Kitâb ve Sünnet’te son derece tehlikeli, nehyedilmiş bir iştir. Çünkü küfür hükmünü vermek, Allah ve Rasûlü için hüküm vermek demektir. Dolayısı ile Allah’ın ve Rasûlünün kâfir olduk-larına hükmettiği kimseler dışında hiç kimse tekfir edilemez. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Size selâm veren kimseye –dünya hayatının menfaatini arayarak– ‘sen mümin değilsin’ demeyin.” (Nisâ, 4/94)

Yine şöyle buyurmaktadır:

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.” (İsrâ, 17/36)

O halde müslümanın görevi, Allah’ın yoluna basiret üzere davet etmektir. Hiçbir kimse insanların içlerinde gizledikleri hakkında hüküm vermekle emrolunmuş değildir.

Buna göre her kim iki şehâdeti telaffuz eder ve gereklerince amel ederse, Kitap ve sünnetten bir delile ve ümmetin selefinin üzerinde görüş birliği halinde bulundukları icmâya göre, kendisini İslâm dairesinden çıkartacak bir amelde bulunmadıkça yahut böyle bir söz söylemedikçe; zahiren onun müslüman olduğuna hüküm verilir. Onun içinde gizledikleri bizi ilgilendirmez.

İşte apaçık bir delil bulunmaksızın müslümanların tekfir edilmesini yasaklayan bazı deliller:

1- İbn Ömer (74/693) radiyallâhu anhumâ’dan dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir adam kardeşine: Ey kâfir diyecek olursa, mutlaka o söz ikisinden birisini bulur. Eğer onun dediği gibi ise mesele yok, değilse o söz onu söyleyene geri döner.”[1]

2- Ebû Zerr el-Gıfârî (32/652) radiyallâhu anh’den rivâyete göre o Rasûlullahsallallâhu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken işitmiştir: “Bir kimse bir diğerine: Kâfir diye seslenir yahutta ona: Ey Allah’ın düşmanı, diyecek olursa o da böyle değilse, o söz mutlaka onu söyleyene geri döner.”[2]

Bu âyet ve hadislerde müslüman kardeşi hakkında herhangi bir delil bulunmaksızın küfür nitelemesinde bulunan kimseler için ağır bir tehdit ve Allah hakkında bilgisizce söz söylemekten şiddetli bir sakındırma vardır.

Tekfirden Sakındırma Konusu Selefin Sözlerinde de İşlenmiş Bir Konudur

İmâm Ahmed (241/855) şöyle demiştir: “Şüphesiz bir şeyi vâcib (farz) ve haram kılmak, sevap, ceza, kâfir, fâsıklık hükmünü vermek, Allah’a ve Rasûlüne ait bir iştir. Hiçbir kimsenin bu hususta hüküm verme yetkisi yoktur. İnsanlara düşen ise Allah’ın ve Rasûlünün vacip kıldığını vacip görmek, Allah’ın ve Rasûlü’nün haram kıldığını haram kılmak, Allah’ın ve Rasûlünün haber verdiğini tasdik etmektir.”[3]

Bu konudaki âyet ve hadisler ile selefin bu husustaki sözlerinden açıkça şunu anlıyoruz: Tekfir, Allah’ın Kitâbına ve Rasûlünün sünnetine başvurulması gereken şer‘î hükümler arasındadır. Bu başvuru da, Selef-i Sâlih’in yöntemine uygun olmalıdır. Bu hususta herhangi bir kimsenin ictihâd ile yahut zann-ı galip ile ya da mücerred aklın hükmüne dayanarak hüküm verme yetkisi yoktur.[4] Şüphesiz bu hususta anlayışlar şaşırmış ve ayaklar kaymış durumdadır.

Özetle söyleyecek olursak; müslümana düşen görev, bu mesele hakkında bilgi ve Allah’tan gelmiş bir delil olmaksızın konuşmamaktır. Çünkü bir kimseyi İslâmdan çıkarmak yahut onu İslâma sokmak dinin en büyük işlerinden birisidir. Allah da, Rasûlü de, bu meseleyi de diğerleri gibi gerektiği gibi açıklayarak bizi külfetten kurtarmışlardır. Hatta onların genel olarak verdikleri hükümler, dinin en açık hükümleridir. O halde bize düşen, bunlara uymak ve bid’atler uydurmayı terk etmektir.



Tekfir’in İlkeleri

Herhangi bir delil ve apaçık bir belge bulunmaksızın müslümanı tekfir etmenin haram olduğunu belirten delilleri açıkladıktan sonra, şunu da bilmemiz gerekir ki, herhangi bir kimsenin kâfir olduğuna dair hüküm vermek için kaçınılmaz bir takım ilkeler de vardır.

Bu husustaki çok önemli iki kuralın iyice anlaşılmasının kaçınılmazlığı bunlar arasındadır:

Birinci kural: Bir söz ya da bir fiil küfür olabilir fakat o sözü söyleyen yahut o fiili işleyen bir kimse, ortada tekfire mani bir engelin bulunması ve tekfir için gereken şartlardan bir şartın yerine gelmiş olmaması dolayısıyla tekfir edilmeyebilir.

Bundan dolayı müslüman bir kimse hakkında sadece küfrü gerektiren bir amelinin yahut bir sözünün dışarıya yansıması sebebiyle dinden çıkması anlamında küfür ile –bu hususta ona karşı delil ortaya konuluncaya ve onun bu konudaki şüphe ve tereddüdü izale edilinceye kadar– hüküm veri-lemez. Hâricîler, Râfizîler, Kaderiyye ve Cehmiyye gibi çeşitli bid’at ehli bu kurala aykırı davranmışlardır. Çünkü bunlar herhangi bir delil ortaya koymaksızın, şüphe ve tereddüdü izale etmeksizin, başkalarının kâfir olduğuna hüküm verirler. Hatta kâfir olmasını gerektiren bir sebep bulunmaksızın bile, kendilerine muhalefet eden kimselerin küfrüne hükmederler.

İkinci kural: Kendisine küfür adı verilmiş olan her bir günah, kişiyi dinden çıkartıcı değildir. Çünkü küfür biri küçük küfür, diğeri büyük küfür olmak üzere iki türlüdür. Bundan dolayı Peygambersallallâhu aleyhi ve sellem’in şu buyruğunda görüldüğü gibi bazı günahlara da küfür adı verilmiştir: “İnsanlarda iki husus vardır ki, bunlar onlarda bulunan bir küfürdür: Neseblere dil uzatmak ve ölüler için ardından ağıt yakmak.”[5]

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat de bu iki büyük günahın kişiyi İslâm’dan çıkartıcı olmadığını icmâ’ ile kabul etmişlerdir. Aksine bu gibi günahlara küfürden küçük bir küfür ya da küçük küfür adı verilir.

Bu iki kural ve daha önce kaydettiğimiz naslardan sonra bizlerin, ilim ehlinin tekfir hükmünü vermek sadedinde söz konusu ettikleri şart ve konumları bilmemiz gerekmektedir.











Tekfir Hükmünde Aranan Şartlar ve Bulunmadığının Tesbiti Gereken Engeller

Tekfir’in Şartları

Nasların tetkik edilmesi ve selefin sözlerinin incelenmesi sonucu bizler için tekfirin şartları da açıklık kazanmış olur. Bunları aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

1- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin büyük küfür yahut büyük şirk olduğunun şer‘î delillerle sabit olması.

2- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin âlimlerce dinden çıkarıcı söz ya da fiil olarak değerlendirilmiş olması.

3- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin küfre delaletinin muhtemel anlamlar içermeyen açıklıkta ve sarih olması.

4- Bir hakkın açıklanması ve bir şüphenin ortadan kaldırılması için gerekli olan delilin ona ulaşmış olması ve bu delilin eğer ilim ve tetkik ehlinden bir kimse ise onun nezdinde sabit olması.

5- Anlayabilen, akıllı ve bâliğ bir kimse olması.

6- İslâma yeni girmiş olduğu için mâzur görülebilecek bir kimse olmaması.

7- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilde kasıt bulunması; hata sonucu ortaya çıkmış olmaması.

8- Kişinin bunu kendi isteği ile seçmesi ve mükreh (zorlama altında bulunan) bir kimse olmaması.

9- Örneğin, ilim öğrenmek ortamından uzak ıssız bir yerde yetişmiş olduğu için cahil bulunmaması.

Tekfir Hükmünü Vermenin Engelleri

Bizler tekfirin şartlarını öğrendiğimize göre bu şartların zıttının eğer varsa tekfire engel olduğunu da bilmiş oluruz. Söz konusu engellerden bazıları şunlardır:

1- Bir kimsede küfrü gerektiren söz ya da fiilin ortaya çıkmaması.

2- Ya delilin ona ulaşmamış olması yahutta şüphenin kalbinde yer etmiş olması ya da İslâm diyarından uzaklığı sebebiyle bilgisizliğinden ötürü onun hakkında delilin ortaya konulmamış olması.

3- Küçüklük, delilik ve kendisine söyleneni anlayamayacak kadar kocamış yaşlı olması.

4- Gerekli delilleri bilmemesi. İlim ehlinden kendisine delili gösterecek kimse bulamaması yahutta ıssız bir yerde yetişen ya da küfürden henüz yeni dönmüş ve henüz şerîatin hükümlerini bilmeyen bir kimse olduğundan ötürü, küfründen dolayı mazur görülebilecek durumda olması.

5- Küfür olan bir sözü ya da bir fiili yapmaya mülci’ (çaresiz bırakıcı) anlamda ikrah altında bulunması. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlananlar müstesnâ olmak üzere” (Nahl, 16/106)

İşte bunlar ilim ehlinin zikrettikleri bazı kaideler, şartlar ve engellerdir. O halde müslümana düşen bunlara riâyet etmek ve bunların sınırında durmasını bilmektir. Çoğu kimsenin müslümanlar aleyhinde bilgisizce hüküm vermekte ellerini çabuk tutmaları sebebiyle ortaya çıkan fitne gerçekten büyüktür. Bu da ya onların bilgisizlikleri, ya ilim ehlinden uzak bulunmaları ya da kalplerinde bir takım şüphe ve yanlış görüşlerin yer etmiş olması dolayısı iledir.

Bu halden kurtulmak ise tekrar Kitâb ve Sünnet’e dönmek, Allah’ın sapasağlam ipine sımsıkı sarılmak, geçmiş Rabbânî âlimlere ve ıslâh edici hidâyet önderlerine uymaktır. Ömer b. Abdülazîz (101/719) –Allah’ın rahmeti üzerine olsun–şöyle demektedir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ve ondan sonra gelen emir sahipleri bir takım sünnetler ortaya koymuşlardır. Bu sünnetleri izlemek Allah’ın Kitabını tasdik etmek, Allah’a itaati kemâle erdirmek, Allah’ın dininin gereklerini yerine getirmekte güç sahibi olmak demektir. Kimsenin bunları değiştirebilme yahutta buna muhalif herhangi bir şey üzerinde düşünme hakkı yoktur. Bunlarla hidâyet bulan bir kimse hidâyet bulan kişidir. Her kim bunların yardım ve desteğini alırsa şüphesiz o yardıma mazhar olan bir kimsedir. ‘Bunlara muhalefet ederek müminlerin yolundan başkasına uyan bir kimseyi de Allah yüzünü çevirdiği istikamette yürütür, onu cehenneme götürür. O da çok kötü bir dönüş yeridir.’ (Nisâ, 4/115)”[6]







Hüccet İkâmesi ve Tekfir’e Dair

Allâme Şeyh Muhammed Sâlih el-‘Useymîn rahimehullah’ın

Çarptırılan Fetvâsı



Soru: Kabirlerin önünde dua eden, ölülerden istiğâsede bulunan ve onlara kurban kesen kimselerin hükmü nedir? Buna benzer kimselerin üzerine hüccet ikâme olmuş mudur, yoksa bunlar kâfirler midir?

Cevap: Kabirlerin önünde, Allah’a dua edip kabrin sahibine yalvarmayanlar müşrik değildirler. Çünkü onlar, Allah’a dua edip yalvarmaktadırlar. Ancak onlar bid’atçidirler.

Çünkü onlar Allah’a kabirlerin yanında dua etmenin üstün bir amel olduğunu zannetmektedirler. Ancak tekfir edilmezler. Ölülerden istiğâsede bulunup ‘Ey Allah’ın velîsi! Bana yardım eyle! Bana rızık ver! Bana ihsânda bulun! diyenler ise müşriktirler. Onlar büyük şirk ile müşriktirler ve Allah Azze ve Celle’nin şu buyruğu onlara mutabıktır: “Her kim Allah’a ortak koşarsa, Allah ona cennetini haram kılar! Onun konağı cehennemdir ve zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Mâide, 5/72)

Yazıklar olsun bu adamların akıllarına! Nasıl olur da ölülere, çürümüş kemiklere ve kendi kendilerini bile kurtarmaya güçleri yetmeyecek kimselere yalvarıp yakarır ve böyle birinden meded isterler? İşte bundan dolayı ölülerden yardım istemek mutlak olarak câiz değildir, hatta şirk-i ekberdir. Güç yetiremeyecekleri hususlarda dirilerden de yardım dilemek câiz değildir.

Diri ve hazır olan kimselerden güç yetirilebilecekleri hususlarda yardım dilemekte ise bir beis yoktur. Yüce Allah Mûsâ hakkında şöyle buyurmuştur: “Taraftarlarından olan adam düşmanına karşı ondan yardım diledi.” (Kasas, 28/15)

Aynı şekilde ölüleri ta’zîm ve onlara takarrub için kurban kesenler de dinden çıkarıcı büyük şirk ile müşriktirler. Çünkü Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Deki: Benim namazım ve kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur.” (En’âm, 6/162-163)

Nasıl senin hayatın ve ölümün Allah’a bağlı ise, nasıl Allah Azze ve Celle’den başka seni yaşatan ve öldüren kimse yoksa, aynı şekilde ibâdetin de Allah’a aittir. Namaz ve kurban Allah Azze ve Celle’ye aittir. Seni yaşatan ve seni öldürecek olan nasıl kabirdekiler değilse, işte öyle namazından ve kurbanından herhangi bir şeyi onlara yöneltmemen gerekir. Yani kabrin sahibi için namaz kılman veya kurban kesmen câiz değildir. Eğer böyle yaparsan kişiyi dinden çıkaran büyük şirk ile müşriksin demektir.

Ayrıca Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem kabre doğru namaz kılmayı yasaklamış ve Müslim’in Ebû Mersed el-Ğanevî’den rivâyet ettiği hadîste “Kabirlere doğru namaz kılmayın” Yani kabirleri kendinizle kıble arasına almayın “ve onların üzerine oturmayın” buyurmaktadır. Burada namaz ile murâd edilen kabir için namaz kılmak değil kabre doğru namaz kılmaktır. Bu durumda namaz kim içindir? Allah içindir! Ama kabir kendisiyle kıble arasındadır. Ancak kabir için namaz kılmaya gelince, işte bu şirktir.

Soruyu soran kişinin: “Bunlar tekfir edilirler mi? Üzerlerine hüccet ikâme olmuş mudur? Olmamış mıdır?” Sözüne gelince; bu, göreceli bir meseledir. İnsanların bir kısmına hüccet ikâme olmuş bir kısmana ise hüccet ikâme olmamış olabilir. Ancak, her kime hüccet ikâme olmuşsa, biz onun küfrüne ve şirkine muayyen olarak hükmederiz.

Her kime de hüccet ikâme olmamışsa, bu fiil şirk ve küfürdür diye hükmeder, ancak her bir insana tatbik etmeyiz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Müjdeleyici ve uyarıcı olarak rasûller gönderdik. Tâki insanların rasûllerden sonra Allah’a karşı sunabilecekleri bir hüccetleri kalmasın.” (Nisâ, 4/165) O hâlde mutlaka, anlaşılacak bir sûrette risâletin ulaşmış olması gerekir. Bu takdirde hüccet ikâme olmuş olur. Üzerine hüccet ikâme edildikten sonra bir kişi şirk koşarsa, bu şirk ile biz, onun şirkine ve küfrüne hükmederiz.

Avamdan bazı kimseler veya aynı şekilde bazı ilim talebeleri ‘bizler bir şahsa muayyen olarak küfür veya şirk ile hükmedemeyiz. Sadece onun fiili şirktir, onun fiili küfürdür deriz.’ şeklinde bir vehme kapılmışlardır. Bu büyük bir yanlıştır.[7] Çünkü bu Rasûlullahsallallâhu aleyhi ve sellem’in kendisiyle savaştığı müşriklerin hiçbirinin şirkine muayyen olarak hükmedemeyeceğimizi gerekli kılar. Bilakis şöyle deriz: Şerîat sahibinin şirk veya küfür olarak belirlediği vasıf her kime mutabık ise şüphesiz biz onun küfrüne muayyen olarak hükmederiz. (Fetvâ burada bitti.)



Ve’l-hamdu lillâhi rabbi’l-‘âlemîn







İlahiyatçı Yazar Necmi SARI







--------------------------------------------------------------------------------


[1] (SAHİH HADİS): Bu lafızla Müslim (No: 60/111) İbn Ömer radiyallâhu anhumâ’dan. Buna yakın bir lafızla Buhârî (No: 6104) İbn Ömer radiyallâhu anhumâ’dan. Buhârî (No: 6103) Ebû Hureyre radiyallâhu anh’den.


[2] (SAHİH HADİS): Bu lafızla Müslim (No: 61/112), buna yakın bir lafızla Buhârî (No: 6045) Ebû Zerr el-Gıfârî radiyallâhu anh’den.


[3] Bk. İbn Teymiyye “Şerhu Hadîsi’n-Nüzûl” (s. 433, Mecmû‘u’l-Fetâvâ 5/554-555).


[4] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. İbn Teymiyye “el-İstiğâse fi’r-Reddi ‘ale’l-Bekrî” (s. 249-252); “Minhâcu’s-Sünne” (5/92-93); “Mecmû‘u’l-Fetâvâ” (12/525); İbn ‘Useymîn “el-Kavâ‘idu’l-Müslâ” (s. 86).


[5] (SAHİH HADİS): Ahmed (2/377) ve Müslim (No: 67/121) Ebû Hureyre radiyallâhu anh’den.


[6] (HASEN Lİ GAYRİHİ ESER): Eseri Abdullah b. Ahmed “es-Sünne” (No: 766); Ebû Bekr el-Hallâl “es-Sünne” (No: 1329); Âcurrî “eş-Şerî‘a” (thk. el-Fakî s. 48, 65, 307, thk. Müessesetü’r-Reyyân No: 92, 139, 698); İbn Batta “el-İbâne” (No: 230, 231, 594) ve İbn Abdilberr “Câmi‘u Beyâni’l-‘İlmi ve Fadlih” (No: 2326) İmâm Mâlik b. Enes yoluyla Ömer b. Abdülazîz’den, Fesevî “el-Ma’rife ve’t-Târîh” (3/386); el-Lâlekâî “Usûlu İ’tikâdi Ehli’s-Sünne” (No: 134) ve el-Hatîb el-Bağdâdî “el-Fakîh ve’l-Mütefakkih” (No: 455) İbn Şihâb ez-Zührî yoluyla Ömer b. Abdülazîz’den rivâyet etmişlerdir. İlk rivâyetin ricâli güvenilir râvilerden oluşmakla beraber İmâm Mâlik b. Enes’in, Ömer b. Abdülazîz’den semâsı bilinmemektedir. Bu nedenle bu rivâyetin isnâdı munkatıdır. İkinci rivâyetin isnâdı ise Rişdîn b. Sa’d b. Müflih el-Mehrî adlı râvi nedeniyle zayıftır. Çünkü Rişdîn zayıftır. [Bk. İbn Hacer “Takrîbu’t-Tehzîb” (s. 326, No: 1953)] Eseri ayrıca el-Hatîb el-Bağdâdî “Şerefu Ashâbi’l-Hadîs” (No: 7) İmâm Mâlik’in kendi sözü olarak sahih bir isnâdla rivâyet etmiştir. Eser mecmûu turukuyla hasen li gayrihi olmaktadır. Bk. İbnu’l-Kayyim “İctimâ‘u’l-Cuyûşi’l-İslâmiyye” (s. 155-156).


[7]Şeyh burada kendisine huccet ikâme edildikten sonra “bir şahsa muayyen olarak küfür veya şirk ile hükmedemeyiz. Sadece onun fiili şirktir, onun fiili küfürdür deriz” diyenlere cevap vermektedir. Yani Şeyh şunu demek istemektedir: “Avamdan bazı kimseler veya aynı şekilde bazı ilim talebeleri huccet ikâmesinden sonra bile ‘bizler bir şahsa muayyen olarak küfür veya şirk ile hükmedemeyiz. Sadece onun fiili şirktir, onun fiili küfürdür deriz.’ şeklinde bir vehme kapılmışlardır. Bu büyük bir yanlıştır.” Yoksa Şeyh, okuduğunu anlamayan bazı zevâtın zannettiği gibi “kişi kendisine huccet ikâme edilmeden de tekfir edilebilir” dememektedir. İyi anlaşılsın!!!
Read On 0 yorum

İtidalli Olmada Ölçü..

20:39
İTİDALLİ OLMADA ÖLÇÜ



Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Salâtu selâm Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, ehlinin, sahabesinin ve kıyâmete kadar onları dost edinen herkesin üzerine ol­sun.

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır.”(Mâide, 8)

Bu ayet, şahısların güvenilirlik dereceleri­nin konu edildiği “birini yaralama (kusur­lu bulma) veya adaletine hüküm ver­me” anlamına gelen “Cerh ve Ta’dîl” ilmi açısın­dan önemli bir kaideyi içermektedir. Adalet; imanın gereklerinden biri olarak kabul edilmiş, uzak yakın herkese adaletli ve güzel bir şekilde mu­amele etmeyi kapsamış, dost düşman herkesten sadır olabilecek zulmü yasaklamış ve böylelikle has­sas bir metod ortaya koymuştur.

Müslümanın; adâlet ve insafın azaldığı zamanımızda, tüm işlerinde adalet ölçüsüyle hareket eden selef-i salihînin metoduna dönmesi gereklidir. Maale­sef, günümüzde fikir ve yönlendirmelerin kaynağışahsîçıkarlar olmaya başladı. Bir saplantı gibi sevilen ve bağlanılan şahısların hatalarına göz yumulurken, muhâlifi olunan kişilerin güzellik ve doğrularının reddedildiği bir hâle gelindi. Ölçüler ve kavramlar değişti, birçok şey şahısların tekeline girdi. Din onlarla anlaşılıp onlarla bilinir oldu, asıl kaynaklar unutuldu...

Bu nedenle bugün, her asrın kaynağı olan Selef-i Salihînin o temiz anlayışlarına her za­mankinden daha fazla ihtiyaç hissediyoruz. Kuralsız yaralamala­rın (hata/kusur bulmaların) yerini, ölçülü ve ilmî yorumlar ve tenkitler al­malıdır.

Birçok insanın bu konuda -bilerek veya bilmeyerek- yanlış veya hata yaptığını gördük. Bu sebeple ihtiyaç olduğunu düşünerek bu yazıyı kaleme aldık. Müslümanların saflarının bölünmesine yol açan bu üzücü durum karşısında, basiretleri harekete ge­çirmeyi ümit ederek Kur’ân ve Sünnet ışığında birta­kım kuralları hatırlatmayı uygun bulduk.

Allah azze ve celle, bizleri; Müslümanların safları­nın birleşmesinde biraz olsun faydalı kılarsa gerçekten bu, mutluluk verici bir olay olur. Tevfik, şüphesiz Allah’tandır.

«...Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirme­si, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması; yaşayanın da açık bir delille ya­şaması için (böyle yaptı)...»(Enfâl, 42)





Cerh ve Ta’dîl’in Meşruluğu, Kur’ân, Sünnet ve Selef-i Salihîn’den Bazı Deliller

*Kur’ân’dan bazı deliller:

✓“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın (tebeyyün edin)...”(Hûcurât, 6)Bir başka kıraatte de “tesebbüt edin.”, yani “sabitliğinden emin olun.”şeklinde yer almaktadır. İmam İbn Kesîr rahimehullah, ilgili ayetin tefsirinde, “Allah, fâsığın getirdiği haberin -ihtiyâta binâen- içyüzünün araştırılmasını emretmiştir. Böyle­ce onun haberine dayanılarak yanlış bir hüküm ve­rilmemesi gözetilmiştir. Böyle bir kimsenin getirece­ği haber yalan olabileceği gibi hatadan kaynaklanan bir yanlışı da olabilir. Bu bakımdan hâkimin yap­ması gereken, haberin diğer yönlerini araştırmak olacaktır. Çünkü Allah, bozguncuların yoluna uyma­yı yasaklamıştır.” Allame Şevkânîrahimehullah ise şöyle demiştir: “Ayetteki söz konusu ‘tebeyyün’ kelimesinden; ‘ha­beri tanımak, içyüzünü araştırmak ve tam olarak netlik kazanana dek her türlü acele davranıştan kaçın­mak’ anlaşılır.”

✓“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tu­tan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir toplulu­ğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”(Mâide, 8)



Allah için hakkı ayakta tutmak, -dostu da, düşmanı da olsa- adaletle şahitlik etmek ve insan­lar hakkında hüküm verirken haklarınıçiğnemek su­retiyle onlara zulmetmemek mü’minlerin vasıfların­dan sayılmıştır.

Başkalarına karşı duyduğu kin ve nefretin insanları onlara karşı haksızlık yapmaya sevk etmesi men edilmiştir.



*Sünnet’ten bazı deliller:

✓“...Muâviye, malı olmayan bir fakirdir, Ebû Cehm ise asasını omzundan indirmez (kadınları döver). Sen, Üsâme b. Zeyd ile evlen.”(Müslim)

Hadiste de görüldüğü gibi kişileri maslahata mebni tenkit edip hallerini araştırmak meşrudur. Al­lah Rasûlüsallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Cehm ve Muâviye hakkında konuş­muş, ancak tercihini Üsâme’den yana yapmıştır. Hadis­ten elde edilen bir diğer fayda da cerh ederken (kusurlu bu­lurken); illet (sebep) belirtilmesinin gerekli­liğidir. Ta’dîl’de ise sebep belirtmek şart değildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Cehm ve Muâviye’yi tercih etmeme nedenini belirtirken; Üsâme’yi tercih etme nedenini zikretmemiştir.

✓Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ebû Bekir radıyallâhu anh hakkında, “Arkadaşımı bana bağışlamaz mısınız?” demiş, ona duyduğu özel ilgisini izhâr et­miştir.

✓ İbn Ömer radıyallâhu anhûmâiçin, “Abdullah, geceleri de kâim olsa (teheccüd kılsa) ne iyi bir in­san olur!” buyurmuş, onun -gıybet olmaksızın- bir eksikliğini dile getirmiştir. Bu da daha önce belirtti­ğimiz gibi şer’î maslahata mebni kişilerin hallerini belirtmenin meşruluğuna, ayrı bir delildir. Yeter ki bundan maksat; bir hususta tebeyyün etmek olsun, o kişiyi yermek ve küçük düşürmek olmasın.



*Selef-i Salihîn’den nakledilen bazı deliller:

Bu konuda Selef-i salihînden oldukça fazla örnek aktarmak mümkündür. Ancak burada bazıları­nı zikretmekle yetineceğiz;

✓İmam Muhammed b. Sîrîn rahimehullah şöyle der: “İslam toplumunda fitne vâki olmadan evvel kimse isnâd sormazdı. Ne zaman fitne baş gösterdi, insan­lar kendilerine aktarılan haberler için ‘Ricâlinizi bize sayın (kimlerden duyduysanız adlarını belirtin).’ de­meye başladılar. Bundan sonra yalnız sünnet ehlinin hadislerini alıp bid’at ehlinin hadislerini terk ettiler.”(Müslim, Mukaddime)Yine buna benzer bir söz de mücâhid imam Abdullah b. Mübârek rahimehullah’tan nakledi­lir: “İsnâd olmasaydı, dileyen dilediğini söylerdi.”“İsnâd”dan kasıt, sözün kimden alındığı ve kime dayandı­rıldığıdır ki sözün sabit olabilmesi için kim ta­rafından söylendiğinin ve o kişinin “sika/güvenilir” olup olmadığının mutlaka bilinmesi gerekir.

✓İmam Hasan-ı Basrîrahimehullah da şöyle der: “Bi­d’at ehlinin gıybeti olmaz.”

Bu hususta âlimler tarafından kaleme alınmış birçok eser vardır. Ancak burada uzun uzadıya bunlara yer vermek yazımızın kapasitesini aşacağı için bu kadarıyla yetineceğiz.



Fert ve cemaatleri; “cerh ve ta’dîl etmenin/haklarında hüküm vermenin” kayıt ve şartları:

1- Hevâ ve heveslerden sıyrılmak: Müslümanın, başkaları hakkında doğru hükmü verebilmesi için önce, hevâ ve heveslerinden arınması gereklidir. Böylece haklarında konuşmayı arzu ettiği kimselerin gü­zelliklerini de hatırlayabilir ve vereceği hükümde zul­metmez. İnsanın hevâsından konuşması da tedrîcen kişinin kalbine sızan gizli meselelerdendir. Böylece kişi farkında olmadan hevâsının kontrolüne girer. Ayette de görüleceği gibi hevâ, “Allah’ın dosdoğru yo­lundan sapma” olarak tavsîf edilmiştir:

“Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar ara­sında hak ve adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu seni, Allah’ın yolundan saptırır...”(Sâ’d, 26)

2- Allah Teâlâ’dan korkmak:

“Onlar Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştiren (koparmayan, Al­lah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten), Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.”(Ra’d, 21)

Onlar Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri halde) bir haşyet içindedirler. Yine onlar, kıyâ­metten korkan kimselerdir.”(Enbiyâ, 49)

“Fakat daha görmeden Rablerinden korkanlara gelince, onlar için gerçek­ten hem bağışlanma, hem büyük mükâfat vardır.”(Mülk, 12)

Bu özelliklere sahip olan sâdık bir Müslüman, elbette adaletli davranarak başkaları hakkında konuştuğun­da doğruluk ve iyilik adına; -gıybet ve kovuculuk gü­nahına düşerek- onlara zulmetmez. Bilakis Allah’ın sakındırdığı bir günaha düşmekten kendini alıkoyar, sakınır.

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araş­tırmayın. Biriniz diğerini arkadan çekiştirmesin. Biri­niz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphe­siz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.”(Hûcurât, 12)

Bu ayet-i kerimede Allah’tan korkanlar için uyarı olarak çok ince ve önemli bir kural belirtilmektedir.

3-Hüsnü zan beslemek: Aslında bunu, -hüsnü zannı ortadan kaldıracak aksi yönde kesin bir delilin ortaya çıkışına kadar- Müslümanlara karşı hüsnü zan beslemek şeklinde ele al­mak gerekir. Allah Teâlâ bundan, “ifk hadisesi”nde bahsetmiş, birini yaralayan (karalayan) asılsız bir sözün yayılmasının büyük günah olduğunu bildir­miştir:

“Çünkü siz bu iftirayı, gelişigüzel birbirinizin ağzından alıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız (bu uydurma haberi) ağızlarınızda geveleyip duru­yorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (suç)tur. Onu duyduğunuzda, ‘bunu konuşup yaymamız bize yakış­maz. Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır.’ demeli değil miydiniz! Eğer inanmış insanlarsanız, Allah bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır.”(Nûr, 15-17)

4-Hükümden önce rivayetin sabit bulunması: Bize nakledilen sözlerde günaha düşmemek için temkinli hareket etmek, “diyorlar ki...”, “... iddia ediyorlarmış” ve “duydum ki...” gibi yakînden uzak ifadelere dayanarak bir hükme varmamak gerekir:

“... Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemiş­se (onun karşılığı ceza) vardır. (Elebaşılık yapan, bu yüzden de) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır.”(Nûr, 11)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, “Her duyduğunu söylemesi kişiye yalan olarak yeter.”(Müslim)buyurmuştur.Yine Muğîre b. Şû’be radıyallâhu anh’ın,“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ‘denildi’ ve ‘dedi’den (dedikodu’dan) nehyetti.” dediği rivayet edil­miştir. (Buhari-Müslim)

5- Ahirette hesap vereceği bilinciyle konuşmak: Bir şahıs veya cemaat hakkında konuşmak isteyen kişinin, Allah’ın rızasına uymayan sözler söylemesinin karşılığında, Allah’ın huzurun­da “Neden böyle söyledin?” sorusunun cevabını da ha­zırlaması gerekir. Çünkü söylediğimiz her sözün kayda alındığında şüphe yoktur:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek hazır bulunmasın.”(Ka’f, 18)

6-İnsaf ve adâlet:Şeyhulislâm İbn Teymiyye rahimehullah bu konuda şunları söylemektedir: “...İnsanlar hakkında konuşmanın, ilim ve adalet esaslarıüzere olması; bid’at ehlinin yaptığı gibi zulüm ve cehalet üzere olmaması gerekir.”

(Nefsî ve şahsî arzulardan dolayı değil) şer’î bir maslahattan dolayı tenkitte bulunmanın iki önemli şartı vardır; Birincisi ilim, ikincisi ise insaf ve adalettir. İlmî bir dayanağı ol­madan yapılan tenkitler; Kur’ân, Sünnet ve Selef-i Salihînin yolu dışındadır. Adaletsiz ve insafsızca tenkit edenler (eleştirenler) ise Allah’ın şu sözüne muhaliftirler:

“Bir toplulu­ğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır.”(Mâide, 8)

7- Hakkı bil, ehlini de bilirsin:Bizler, (her­hangi birilerinin değil) sahabe ve tabiînin anlayışıyla Kitap ve Sünnete tâbi olmakla emrolunduğumuza göre; şu kâideyi hatırlamakta yarar var: Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin, bid’at ehlinden farklı olan, belirgin en önemli özelliklerinden biri de Allah ve Rasûlünün sözüne kimsenin sözünü takdim etme­mek ve Allah’ın dininde delilsizce şahıslara tâbi olmamaktır. Ehl-i sünnet -câhiliyye devrinin özelliklerinden olan- körü körüne taklide şiddetle karşıçıkmıştır.

İmam İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lâmu’l-Muvakkiîn adlı eserinde şöyle der:

“Bir adamın sözünü alıp onu şer’i nasların önüne çıkararak o sözden başka hiçbir söze itibar etmemek ya da o adamın sözüne uyan nasları almak… -Yemin ederim ki- ümmet, bunun haram olduğunda icma etmiştir. Bunlar ümmetin üçüncü döneminden sonra ortaya çıkmıştır.”

Buradaki sapkınlık, metod sapkınlığıdır. Bundan dolayı insanlar körü körüne taklitten kurtulmadıkça bu ümmetin bedeninde birçok hastalıklar ortaya çıkar. Bu da ümmeti zayıflatıp düşmanlarına fırsat verir.

Müslümanlar arasında meydana gelen, aynı za­manda fırkaların da çıkmasına yol açan ve bu fırka­lar arasında şiddetli tartışmalara neden olan ihtilafla­rı insaflıca araştıran bir kimse, bu ihtilafların körü kö­rüne taklitten kaynaklandığını -pek tabiî ki- mülâhaza edecektir.

Herkes kendi cemaat veya şeyhinin taassubuna kapılarak kendini diğerlerinden üstün görüyor ve sanki (hatta gerçekten) şöyle diyorlar; “Delilsiz de olsa üzerinde bulunduğumuz yol haktır.”(?!) Oysa insan, Allah’tan korkmalı ve her zaman hakka tâbi olmalıdır:

Onlar Rablerine karşı gayb ile (O’nu görmedikleri halde) bir haşyet içindedirler. Yine onlar, kıyâ­metten korkan kimselerdir.”(Enbiyâ, 49)

“Fakat daha görmeden Rablerinden korkanlara gelince, onlar için gerçek­ten hem bağışlanma, hem büyük mükâfat vardır.”(Mülk, 12)

Gerek şahıs gerek cemaat olarak bu noktayı yakala­mayanların Allah’ın haramlarına düşmesi, kardeşle­rine zulmetmesi an meselesidir:

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı gü­nahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphe­siz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyici­dir.”(Hucûrât, 12)Görüldüğü gibi ayet, Allah’tan kor­kan kimse için önemli bir kuralı ihtiva etmektedir.

8- Her insan hata yapar:Hata, insanda dâimî bir vasıftır. Masum peygamberler dışında hiç kimse ondan kurtulamaz. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem,“Âdemoğlu çok hata yapar. Onların en hayırlısı tevbe edenleridir.” buyurmuştur. Ehl-i sünnet kaynak­larında yer aldığı gibi sahâbe-i kiram da bazı konu­larda hataya düşmüştür. Bu; sahâbe, tâbi­în ve ulemâyı hatalarından dolayıçekiştirmeyi asla meş­ru göstermez.

Onlar her halükârda isabetli görüşleri­ne iki, hatalarına (hata etmelerine rağmen Allah’ın dinini ihya etme gayretlerinden dolayı) bir sevap alırlar. Bundan dolayı vebal altına girmeyecekleri muhakkaktır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, “Hâ­kim, hüküm verirken ictihâd eder, isabetli olursa iki, yanılırsa bir sevap alır.” buyurmuştur. (Buhari, Müslim)

9- Müsbet ve menfî arasındaki denge:Her in­sanın hata yapabileceğini ve peygamberler dışında hiçbir ferdin hatadan uzak olmadığını daha önce be­lirtmiştik. İnsan için hatanın mümkün olduğunu ka­bul ettiğimize göre; hatalarından dolayı bir ferdi veya cemaati dışlamak tutarsızlık olur ki bu, caiz değildir. Bu, herkesin hedeflediği birlik olma iddiasına da darbe vurmaktır. Uç noktalar arasında denge kurup asgarîde birleşmek şarttır. Sorunları, herkes tarafından ortak payda kabul edi­len Kur’ân ve Sünneti Selef-i salihînin çizgisinde çözümlemek elbette safları birleştirir. Bu davranış, davayışahsîçıkar edinmeye döken hâinlerin de su yüzüne çıkmasına neden olur.

Böylece her oluşumun iyi yanları desteklenir, ha­taları elbirliğiyle düzeltilmeye çalışılır, böylece yar­dımlaşma ve kaynaşma doğar. Allah Teâlâ’nın:

“...iyilik ve takva üzerine yardımlaşın!..”ayet-i celîlesine uygun bir davranış sergileyerek emrolunduğumuz adalet sıfatıyla donanmış oluruz.

Huzeyfe radıyallâhu anh’tanrivayet edilen uzun bir hadiste, o, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’eşöyle de­miştir: “...Böylesi kötülükten sonra hâlâ hayır var mı?” (Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de), “Dumana rağmen evet!” (yanıtını ver­miştir). Hadiste Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, bazı topluluklarda, zâhirî bulanık durumlar, dumanlı haller olmasına rağmen haklarındaki hayır vasfını inkâr etmemiş, on­ları hayra nisbet etmiştir.

İtibar olunan, iyiliklerin çokluğudur. Kim başka­larının hatalarını araştırıp onların güzel yanlarını görmüyorsa, bu, onun kötü niyetli olduğuna delil­dir.

Buraya kadar anlattıklarımız ehl-i sünnet inancına ve çizgisine sahip olanlar için geçerlidir. Ehl-i bid’at ve hevâ ehline gelince onların gıybeti ve hürmeti yoktur. İyi tarafları zikrolunmaz ta ki insanlar bundan etkilenip onların hastalıklarına yakalanmasın…

Ey Müslüman kardeşim! Bil ki bu şer’î kuralları uygulamadığımız takdirde saf­larımızda ayrılık, kalplerimizde soğukluk, kin, nefret ve düşmanlıklar doğacaktır. Birlik olamaz ve düşmanlarımız karşısında hezimete uğrarız. İlim, adalet ve insaftan uzak olarak ahkâm kesenler, bilerek veya bilmeyerek düşmanla­rımıza hizmet etmektedirler. İçinde bulunduğumuz durumda bunun birçok örneği vardır.



*Hadis Tenkidinde Muhaddislerin Yöntemi

Muhaddislerin (hadisçilerin) tenkit şartları -ana hatlarıyla- şunlardır:

♦ Adil ve insaflı olmak,

♦ Râvinin durumu araştırılırken dikkatli olmak,

♦ Râvinin zabtından emin olmak, (ezber ya da yaz­ma yoluyla hadisin kaydedilmesindeki sağlamlıktan emin olmak)

♦ Râvinin adil olması gibi…

Kaynaklara inebilen ve ulemânın metodunu öğ­renen bir kimse “cerh ve tâ’dîl” hususunda onların ne kadar orta yolda olduklarını fark eder.

Hasımların, diğerlerini yaralayan (cerh eden) sözlerini ölçüyle karşılarken; bu tavırlarını hısımların, birbirlerinin adaletini ispatlayan ifadelerinde de sür­dürürler. Fert veya cemaat; mütesâhil (iyi araştırma­dan adalet hükmü veren, “tâ’dîl eden”) ve müteşeddid (iyi araştırmadan yaralayan, “cerh eden”) olanlar arasında insafla orta yolu takip eder ki bu yüzden onlara da “mutedil” denir.

İmam İbn Hibbân rahimehullah, Sukât/Gü­venilir Râviler adlı eserinde şöyle der: “Ayak takımı­nı adil gören ve bunu normal karşılayanlardan deği­liz. Bize muhalif diye bir kimsenin itibarını da zede­lemeyiz. Herkese hakkını verir; her insana hak ettiği cerh ve tâ’dîlden nasibini söyleriz.”

Hadis imamlarının metodunda, sorunsuz ufak hatalarla bir kimseyi ve rivayetini reddetmek yoktur. Râvinin hataları arttığı takdirde rivayetleri kabul edilmez.

Son olarak; Elbette bazı cemaatlerin ve müntesiplerinin inkâr edilemez yanlışları vardır. Hatta bu yanlışlar bazen akîdevî boyutlara da varmaktadır. An­cak görevimiz; onları dışlamak değil, onların ileri ge­lenlerini bu olumsuzluk ve yanlışlara karşı en güzel şekilde uyarmak, nasihat etmek olmalıdır. İslam düşmanlarının göğsüne ferahlık verircesine (Müslümanları/birbirlerini) kınayan, ayıplayan tartışmalar yerine edepli, ilmî münazara­lar yapılmalıdır. Bir netice alınamadığı zaman Müslümanlar onların (hata yapan tarafın) yanlışlarına karşı uyarı­lırken iyi tarafları olduğu da vurgulanır.

Burada -bütün içtenliğimizle- insanları irşâd faaliyetinde bulunanlara sesleniyor ve diyoruz ki; İslâmî hayat Kur’ân, Sünnet ve selef-i sâlihînin anlayışına uy­gun olmalıdır. Ancak bu yolla zihinler, fert ve cemaatlerine karşı duydukları taassuptan kurtulup arına­bilir. Ve yine bu metodla Müslümanlar, Allah Rasûlünden başkasına tâbi olmaktan kurtularak İslâmî me­seleleri birtakım şahıs, kurum ve cemaatlerin teke­linde görme saplantısından çıkar ve hak olan Nebevî metodla değerlendirme erdemine kavuşurlar.

Allah’tan Müslümanların birlik içinde olmalarını, dağılmamalarını ve hak yol üzerinden ayrılmamalarını sağlamasını dileriz.



Şeyh Abdullah Yolcu
Read On 0 yorum

GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)