GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Rasulullah'ın Sünnetine Göre Oruç..

11:11
Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’adır. Salât ve selâm, O’nun emin elçisi Rasûlullah’ın, temiz ehl-i beytinin, güzide ashabının ve kıyamete kadar onların yolunda giden herkesin üzerine olsun.

Bu risâlemizde özetle Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in oruç tutma şekline yer vereceğiz. Orucun farzları, şartları, edebi, duaları, kimlerin oruçla mükellef olduğu, orucu bozan şeylere ve yararlarına değineceğiz inşâallah. Allah Teâlâ’dan dileğimiz odur ki; Müslümanları, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini hayatlarının her alanında yaşamaya muvaffak kılsın. (Âmin)



Orucun Tanımı

Güneşin doğuşundan batışına kadar, Allah Teâlâ’ya ibadet niyetiyle, hiçbir şey yememek, içmemek, cinsî münasebette bulunmamak ve orucu bozan diğer şeylerden uzak durmaktır.



Ramazan Orucu:

İslâm’ın azim şartlarından biridir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“İslâm, beş şey üzerine bina olunmuştur. Bunlar, Allah’tan başka hak ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmektir.” (Muttefekun aleyh)



Ramazan Orucunun Başlangıcı ve Bitimi:

İbadetler, her zaman, her yerde ve herkes için kolaylıkla tesbit edilecek birtakım ölçü ve alâmetlere bağlı kılınmıştır. Ramazan orucu da bunlardan biridir. Kur’an-ı Kerim ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bu ibâdete, Ramazan hilâlinin görülmesiyle başlamayı ve Şevval hilâlinin görülmesiyle bitirmeyi şart koşmuştur:

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak kendisinde Kur’ân indirilen aydır...”(Bakara, 2/185)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bu âyet-i kerimede geçen Ramazan orucuna erişmeyi hadis-i şeriflerinde açıklamıştır. Bunların bazılarını aktaralım:

* İbn Ömer radıyallahu anhuma, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Hilâli görmedikçe oruca başlamayın ve hilâli görmedikçe de oruç açmayınız. Eğer buluttan dolayı hilali göremezseniz o zaman ayın günlerini otuza tamamlayınız.”(Muttefekun aleyh)

* “Ramazandan önce oruç tutmayınız, hilâlle oruca başlayınız; (Şevval) hilalini görmekle de oruç açınız. Eğer bir bulut, hilâli görmenizi engellerse o zaman onu (Ramazanı) otuz güne tamamlayınız.” (Tirmizî)

* “Bulut olursa, Şaban’ın sayısını otuza tamamlayınız.” (Buhârî)

* “(Ramazan ayının 29. günü) bulutlu olur da (Şevval hilâlini) göremezseniz bu takdirde otuz gün oruç tutunuz” (Buhârî)

* İbn Ömer radıyallahu anhuma, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivâyet eder: “Biz ümmî bir ümmetiz, ne yazar, ne de hesap biliriz. Ay şöyle ve şöyledir.” (Buhârî, Muslim) Yani kimi zaman 29, kimi zaman otuz çeker.

Naklettiğimiz bu hadisler, konuyla ilgili pek çok hadis arasından, sadece örnek teşkil etmek üzere seçilen çok az bir bölümüdür. Bu mealdeki hadisler pek çoktur.

Bu bakımdan âlimlerin büyük bir çoğunluğu, ru’yet ile (yani Ramazan hilâlini görmekle) oruca başlayıp ru’yet ile (yine Şevvâl’in hilâlini görmekle) orucu bitirmek gerektiğini özellikle belirtmişlerdir. Müslümanların bu ibadete de diğer ibadetlere gösterdikleri hassasiyeti göstermeleri, yalnız belirtilen ölçüleri gözönünde bulundurmaları ve bu ölçüler çerçevesinde ibadetlerini yapmaya gayret etmeleri gerekmektedir.



Oruç Kimlere Farzdır?

1- Oruç; akıllı, buluğ çağına gelmiş, bir yerde daimî olarak ikamet eden ve gücü yeten her Müslümana farzdır.

2- Kâfire oruç tutmak farz olmadığı gibi Müslüman olunca da kaza etmesi gerekmez.

3- Buluğ çağına gelmemiş çocukların oruç tutması farz değildir. Ancak sahabîlerin, çocuklarına yaptıkları gibi, alışması için oruç tutmaya teşvik edilirler.

4- a) Deliye oruç tutmak farz değildir. Çünkü o mükellef değildir. Yetişkin de olsa bunun için fidye verip yemek yedirmesi gerekmez.

b) Hayatı kavrama ehliyetine sahip olmayan akıl hastasına da -mükellef olmadığı için- oruç tutmak farz değildir.

c) Yaşlılığından dolayı aklı gidip gelen ihtiyarlara da -mükellef olmadıkları için-oruç farz değildir.

5- a) Geçici bir hastalığı olan kişi, iyileştiğinde orucunu kaza eder.

b) Müzmin (kalıcı) bir hastalık yüzünden oruç tutamayan kişi, çok yaşlı olduğundan dolayı oruç tutamayan bir kişi gibidir.

Oruç tutmakta aciz olanlar, müzmin bir hastalığı olanlar ve ihtiyarlıktan dolayı oruç tutamayanlar, her gün bir fakiri doyururlar.

6- Hâmile ve emzikli kadınlar; hamileliklerinden, çocuğu emzirememekten veya çocuğun sağlığından korkarlarsa oruç tutmazlar. Bu durumları düzeldikten sonra kaza ederler.

7- Hayızlı (âdet gören) kadınlar ve nifas (loğusa) olan kadınlar, bu esnada oruç tutmayıp daha sonra kaza ederler.

8- Suda boğulma ve ateşte yanma tehlikesi olan birini (yani hayatî tehlike taşıyan birini) kurtarmak için, gerekirse oruç bozulur ve hayatları kurtarılır. Bu durumda da oruç kaza edilir.

9- Yolcu, dilerse oruç tutar, dilemezse tutmaz. Bu yolculuk ister umre gibi bir defalık olsun, isterse nakliyecilik gibi devamlı olsun, kendi beldelerinde bulunmadıkça oruç tutmayabilirler. Daha sonra, tutmadıkları gün sayısınca orucu kaza ederler.

Ancak bu ruhsata rağmen yolcuyken/yoldayken oruç tutmak isteyen kişiye, eğer tuttuğu oruç eziyet veriyorsa… Bu oruç onun için -yerine göre- haram, -yerine göre- mekruh olur.



ORUCUN HÜKÜMLERİ



1) Niyet:

Farz olan oruçlarda, şafak sökmeden niyet etmek farzdır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Fecirden önce oruca niyetlenmeyenin orucu yoktur.” (Ebû Dâvûd) buyurmaktadır. Yine “Oruca geceden niyetlenmeyen kimsenin orucu yoktur.” (Nesaî) buyurmaktadır.

Niyetin yeri kalptir. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, ashabı ve dört imam; ne dil ile niyet etmiş ne de dil ile niyet edilmesini istemiştir. Onlardan gelen bu şekilde bir rivayet yoktur.



2) Orucun vakti:

“... Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyin, için sonra geceye kadar orucu tamamlayın...” (Bakara, 2/187)

Fecir iki türlüdür;

Fecr-i Kâzib/Yalancı Fecir: Sabah namazının vakti henüz girmemiştir. Oruç tutacak olan bir kimsenin bu vakitte yemek yemesi haram değildir. Bu fecrin alâmeti; ufukta dimdik duran, kurt kuyruğu şeklindeki uzun bir aydınlıktır.

Fecr-i Sâdık/Gerçek Fecir: Sabah namazı vakti girmiştir. Bundan sonra yemek yenmez. Fecr-i sâdık, ufuk boyunca dağların ve tepelerin üzerindeki yaygın beyazlıktır.

İftar vakti ise; doğu tarafından karanlığın başladığı, batı tarafından da gündüzün sona erip güneşin yuvarlaklığını yitirdiği vakittir. Zira Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Gece buradan yayılmaya başlar, gündüz buradan sona erer ve güneş de batarsa oruçlu iftarı açar.” (Buhârî, Muslim) buyurmuştur.

Bu, güneşin tümüyle batması demektir, aydınlığı kalsa bile hüküm aynıdır.



3) Sahur:

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Bizimle ehl-i kitabın orucu arasındaki fark sahur yemeğidir.”(Muslim)ve “Bereket üç şeydedir. Cemâat, tirid ve sahur” (Taberanî, Mu’cemu’l-Kebir) buyurmuştur.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bereket olarak nitelendirdiği sahuru terketmek sünnete aykırıdır. Çünkü sahur yemek, sünnete uymaktır. İnsanlar için oruçta elbette güçlük vardır. Ancak sahur, -hadiste buyrulduğu gibi- bereketlidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Haydi bereketli gıdaya!” (Ebû Dâvûd) sözüyle buna işaret etmiştir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Sahur, bereket yemeğidir, biriniz bir şey bulamayıp bir yudum su içse bile onu terketmeyiniz. Çünkü Allah ve melekleri sahur yemeği yiyenlere dua ve mağfiret eder.”(Ahmed)ve “Mü’minin sahur yemeğinin en bereketlisi ve makbul olanı hurmadır.” (Ebû Dâvûd) buyurmuştur.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti, sahuru fecirden hemen önce yapmaktı.



4) Oruçlu Neleri Terk Edecek:

a) Dedikodu, yalan ve iftira gibi fitne ve fesad yayan sözler terk edilecektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah azze ve celle’nin, dedikodu, yalan ve iftira gibi sözleri terk etmeyenin, yeme ve içmesini terketmesine ihtiyacı yoktur.” (Buhârî) buyuruyor.

b) Hayırsızca, terbiyesizce ve ahlaksızca söylenen sözler de terk edilecektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Oruç, yememek ve içmemek değildir. Ancak oruç, hayırsız ve fâhiş (terbiyesizce ve ahlâksızca söylenen) sözden oruç tutmaktır. Biri sana sövdüğü veya cahilce davrandığı zaman ‘Ben oruçluyum, Ben oruçluyum.’ de.” (İbn Huzeyme) buyurmuştur.



5) Oruçluya Mubah Olanlar:

a) Cünüp olarak sabahlamak: Bu konuda Âişe radıyallahu anha validemiz şöyle diyor: “Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem cünüp olduğu halde fecir sökerdi. Sonra gusleder ve orucuna devam ederdi.”(Buhârî, Müslim)

b) Misvak Kullanmak: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Eğer ümmetime zorluk vereceğinden korkmasaydım onlara, her abdest alışlarında misvak kullanmalarını emrederdim.” (Buhârî, Müslim) buyurmaktadır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem misvak kullanmada oruçlu olanla olmayanı ayırmamıştır. Bunda, -oruçlu olsun veya olmasın- genel olarak herkesin abdest alırken misvak kullanabileceğine ve öğle namazından önce veya sonra kullanmasında herhangi bir fark olmadığına dair işaret vardır.

c) Mazmaza (Ağzı üç kere çalkalamak) ve istinşâk yapmak (burnu üç kere suyla temizlemek): Oruçluların sıkça ve mübâlağalı bir şekilde yapmaları yasaklanmıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “... istinşak’ı oruçlu olmadığın sürece sertçe yap.” (Ebû Dâvûd) buyurmuştur. Âlimlerin de belirttiği gibi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ramazan dışında, mazmaza ve istinşakı mübalağalı bir şekilde yapardı.

d) Kucaklaşmak ve öpmek: Aişe radıyallahu anha validemiz şöyle diyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, oruçluyken hanımlarını kucaklar ve öperdi. Fakat o, içinizde şehvetine en çok hâkim olanınızdı.” (Buhârî, Müslim) Ancak âlimlerin görüşüne göre bu, yaşlılar için değilse de gençler için mekruhtur. Çünkü Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e bunun sebebi sorulduğunda, “Yaşlı kimse, nefsine hâkim olur.” (Ahmed) buyurmuştur.

e) İğne yaptırmak: Herhangi bir gıda içermedikçe (antibiyotik iğnesi gibi), ilaç niyetiyle iğne vurulmak câizdir, orucu bozmaz. Çünkü bunlar mideye gitmez. Ancak kuvvet iğneleri ve serum, orucu bozar.

f) Kan aldırmak: Az aldırmak (tahlil için) orucu bozmaz. Çok aldırmak (kan bağışı için) oruçluyu etkileyeceği için orucu bozar.

g) Diş çektirmek: Orucu bozmaz.

h) Hacamat: Hacamat hakkında alimler ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen görüşe göre hacamat yaptırmak orucu bozmaz. Nitekim İbn Abbas radıyallahu anhuma, “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, oruçlu olduğu halde hacamat yaptı.” (Buhârî) demiştir.

ı) Diş macunu kullanmak: Gırtlağa gitmemesi şartıyla orucu bozmaz. Ancak âlimlerin görüşüne göre ikindiden sonra yapılmamalıdır. Çünkü oruçlunun, ağız kokusuyla iftar etmesi daha evladır.

k) Yemeklerin tadına bakmak: Yemeğin gırtlağa gitmemesi şartıyla câizdir.

İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Oruçlunun, sirkeyi veya başka bir şeyi tatmakta, gırtlağa gitmemesi şartıyla sakınca yoktur.” (Buhârî)

l) Sürme, damla ve göze damlatılan diğer şeyler: Bunlar orucu bozmaz. Bunların tadı boğazda hissedilse bile oruç bozulmaz. İmam Buhârî, Sahih’inde şöyle der: “Enes, Hasan ve İbrahim, oruçluyken sürme çekilmesinde bir beis görmediler.”



6) İftar:

a) İftarı açmakta acele etmek: İftarı açmakta acele etmek, Allah Rasûlü Sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetlerindendir. Bunda yahudilere ve hıristiyanlara muhalefet etmek vardır. Çünkü onlar iftarlarını yıldızlar parlayıncaya kadar geciktirirlerdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “İnsanlar, iftar için acele ettikleri sürece hayır içindedirler.” (Muttefekun aleyh) buyurmaktadır.

Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Ümmetim, iftarlarında yıldızların çıkmasını beklemedikçe benim sünnetim üzeredirler.”(İbn Hıbban)

b) Akşam Namazından Önce İftar Etmek: Sünnet olan, akşam namazını kılmadan önce iftar etmektir. Enes radıyallahu anh şöyle diyor: “Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, namaz kılmadan önce yaş hurmayla iftar ederdi. Bu olmazsa kuru hurma ile, o da olmazsa birkaç yudumluk suyla iftar ederdi.” (Ebû Dâvûd)

Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var. Akşam ezanı okunduğu zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sadece hurmayla veya birkaç yudum suyla orucunu açardı.

Biz de örneğimiz ve önderimiz olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi yapmalıyız. Yani önce bir iki şeyle orucumuzu açmalı, sonra öncelikli olan akşam namazını kılmak için mescide gitmeli, daha sonra da iftarımızı tamamlamalıyız.

c) İftar duâsı: İftar esnasında duâ etmek sünnettir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Oruçlunun iftar ânındaki duası icâbet edilen bir duadır.” (İbn Mace) buyuruyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem iftardan önce, “Allahım! Senin rızan için oruç tuttum, Senin rızkın ile orucumu açıyorum.”; iftardan sonra da “Susuzluk gitti, damarlar ıslandı, ecir de hak oldu inşâallah”(Ebû Dâvûd) diye dua ederdi.



7) Orucu Bozan Şeyler:

a) Kasıtlı (bilerek) yemek ve içmek: Faydalı (ilaç gibi) veya faydasız (sigara gibi) şeyleri, yemek ve içmek orucu bozar. Unutarak, hatayla veya zorlanılarak (ikrah altında) yemek ve içmek orucu bozmaz. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Kim unutarak yer ve içerse orucunu tamamlasın, şüphesiz ki Allah onu yedirmiş ve içirmiştir.” (Muttefekun aleyh) buyurur.

b) Cima (Cinsel ilişki): Oruçla mükellef bir kimsenin, oruçluyken cimada (cinsel ilişkide) bulunması orucunu bozar. Böyle bir kimsenin orucunu kaza etmesi ve ağır bir keffaret ödemesi gerekir. Bu kefaret de bir köle azad etmektir. Bu yapılamazsa iki hicrî ay üst üste oruç tutulur. Bu da yapılamazsa altmış fakire yemek yedirilmelidir. Keffaretin bu tertibi sünnet ile belirlenmiş ve âlimler bu konuda icma etmişlerdir ki, biri yapılamazsa ancak o zaman sonrakine geçilir! Bu sıralamaya özellikle dikkat edilmelidir. Yani bir insan, imkânı olmasına rağmen köle azad etmeyi atlayıp altmış fakire yemek yediremez. Keffaret olması için önce köle azad edecek, eğer ona imkânı yoksa 60 gün oruç tutacak, ona da imkânı yoksa 60 fakiri doyuracaktır.

c) İsteyerek kusmak: Bir kişi istemeden kusarsa orucu bozulmaz. Ancak isteyerek/zorla kendini kusturursa orucu bozulur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Kim elinde olmadan kusarsa orucu bozulmaz. Kim kusmaya kendini zorlayarak kusarsa orucunu kaza etsin.”(Ebû Dâvûd)

d) Beslenme için vurulan iğneler: Bu iğneler, vücuda besin, vitamin ve kan vermek için yapılır. Bu durumda da oruçlunun orucu bozulur. Çünkü yapılan iğnelerle kişi beslenmiş olur. Bu da orucu bozar. Buradaki iğneler ister damardan yapılsın, ister adalelere yapılsın fark etmez.

e) Serum taktırmak: Hastalık sebebiyle veya başka bir sebeble takılan serum vücudu beslediği için orucu bozar.

f) Hayız ve nifas: Oruçlu olan bir kadından, oruç anında normal kan çıkarsa (âdet görürse) orucu bozulur. İster bu orucun başlangıç anında olsun isterse bitiş anında olsun fark etmez. Hatta iftara birkaç dakika kala bile âdet olsa orucu bozulur, o günü kaza etmesi gerekir.

g) Meni çıkması: Uyanıkken, kucaklama, öpme ve benzeri bir etki sonucu meni çıkarsa oruç bozulur. Ancak irade dışı olan ihtilam nedeniyle meni çıkarsa oruç bozulmaz.

h) Kan almak: Herhangi bir sebeple dışarıdan vücuda kan verilmesi insanın orucunun bozulmasına sebeb olur.



8) Kaza:

Kaza orucu kalmış bulunan bir kimsenin en kısa zamanda oruçlarını kaza etmesi müstehabdır. Kaza orucunu peşpeşe tutmak bir zorunluluk değildir.

Âlimler, ölen bir insanın kılmadığı namazlarını bir başka kişinin kaza etmesinin meşru olmadığında ittifak etmişlerdir. Hayattayken oruç tutmaktan aciz olan bir kimsenin yerine de bir başkası oruç tutamaz.

Şer’î bir mazeretten dolayı oruç tutamayan bir kişi, her gün bir fakiri doyurmalıdır. Ancak bir kimse ölür de üzerinde nezrettiği (adadığı) bir orucu bulunursa, o orucu onun yerine velisi tutar.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Kim ölür de üzerinde bir oruç bulunursa, yerine velisi tutar.” (Muttefekun aleyh) buyurmuştur.



9) Namaz Kılmayanın Oruç Tutması:

Oruç tuttuğu halde namaz kılmayan kişi, İslam’ın tevhidden sonraki en önemli rüknünü, olmazsa olmazını terk etmiş, demektir. Kişi, namazı terkettiği sürece orucunun faydasını göremez. Çünkü namaz kılınmadığında dinin direği yıkılmış olur.

Namazı terkedenin küfründen (kâfir olmasından) ve mürtedliğinden (dinsizliğinden) korkulur. Bu durumda tüm amelleri boşa çıkar. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Onlarla (münafıklarla) aramızdaki ahid namazdır. Kim, namazı terkederse kâfir olmuştur.” (Ahmed) buyurmaktadır. Hadiste geçen "ahid," İslam’a giriş ahdidir ki, İslam’ın şartlarını kabul etmek anlamına gelir.

“Küfür” ifadesiyle bazı âlimler her ne kadar “dinden çıkma kasdedilmemiştir” deseler de durumun tehlikesinin anlaşılması açısından bu da gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak namaz veya diğer ibadetleri, küçümsemek, isteyerek ve bilerek ısrarla terk etmek ittifakla insanı dinden çıkarır.

İslâm toplumunda namaz kılmamanın hükmü hakkında ise ehl-i sünnet arasında üç farklı görüş vardır:

Onların görüşlerinin ortak noktası ise namaz kılmayan bir kişinin İslâm toplumunda yaşama hakkının olmadığıdır.

a) İmam Ebû Hanîfe rahimehullah’ın temsil ettiği görüşe göre, namaz kılmayan dinden çıkmaz ama onun namazı kılmaya başlayana kadar hapsedilmesi gerekir.

b) Diğer mezheb imamlarının bir kısmı ise tembellikten dolayı namaz kılmayanın Müslüman olarak öldürüleceğinde, cenazesinin kılınacağında ve Müslümanların mezarlığına gömülmesinde ve ona dua edilebileceği görüşündedirler.

c) İmam Ahmed rahimehullah ve onun yolunu takib eden âlimler ise tembellikten dolayı namaz kılmayanın kâfir olarak öldürüleceğini, cenaze namazının kılınmayacağını, Müslümanların mezarlığına gömülmeyeceği ve ona dua ve rahmet okunmayacaüını belirtir.

Yani bu mezheb imamlarının görüşlerinin en hafifine göre bile (İmam Ebû Hanîfe’nin görüşü) namaz kılmayan kişi, en azından hapsedilir.

Zira onun Müslüman toplumunda yaşama hakkı yoktur.



10) Kıyamu’l-Leyl (Terâvih Namazı):

Terâvih namazı (Kıyamu’l-leyl), Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in Ramazanda cemaatle kılmak suretiyle bize bıraktığı önemli bir sünnetidir. Ancak farz olmasından korktuğu için, ümmeti güç yetiremez diye sürekli cemaatle kılmamıştır.

Terâvih, vitir dışında sekiz rekâttır. Aişe radıyallahu anha validemiz şöyle diyor: “Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Ramazan ayında da, diğer zamanlarda da gece namazını on bir rekattan fazla kılmadı.” (Muttefekun aleyh)

İmam Mâlik’in, Muvattâ’da sahih olarak rivâyet ettiği gibi, Hz. Ömer radıyallahu anh, bu sünneti, on bir rekât olarak ihya etmek ve cemaatle kılmak için insanları bir araya topladı.

Teravihin vitirle birlikte on bir rekât olması dışında birtakım görüşler var ise de, muhakkik âlimlerin incelemesi sonucu bu görüş ağır basmıştır. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.

Terâvih namazı gece namazı olduğu için mutlak sünnet olan namazlara dâhildir. Bu yüzden 8 rekâttan fazla kılınmasında bir mahzur yoktur. 20 rekât kılınabileceği gibi daha az da kılınabilir daha fazla da kılınabilir. Ancak bu namazı kılanlar rekât sayısını artırdıklarında namazı çabuk kılmak için ta’dil-i erkâna riayet etmekten vazgeçerek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde olmayan bir bid’âti işlememelidirler.

İnsanlar, bu konuda Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini araştırmalı ve başkaları terk etmiş olsa bile onlar sünnete uymalıdırlar. Çünkü hayır ve mutluluk yalnız bunda; bid’atlerden kaçınıp sünneti uygulamadadır.

Günümüzde çoğu Müslümanların kıraat, rükû ve secdelerini acele yaparak kıldıkları namaz eksik bir namazdır. Bu, -kimi zaman- onların namazını bozar ve namazın tüm heybetini alır, götürür. Allah’tan korkmalı ve pişmanlığın fayda etmeyeceği gün gelmeden evvel kendimize, özellikle ibadetlerimiz hususunda çeki düzen vermeliyiz.



11) Fıtır Sadakası (Fitre):

Sadaka-i Fıtır, İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan rivayet edilen; “Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, Ramazanda sadaka-i fıtrı insanlara farz kıldı.” (Muttefekun aleyh) hadisine göre farzdır.

Sadaka-i Fıtır; küçük, büyük, kadın, erkek, hür veya köle her Müslümana farzdır. Miktarı bir sa’dır (Bir sa’, yaklaşık 2,5-3 kg.dır. Ancak ihtiyaten 3 kg. kabul etmek daha evladır). Bu da o belde halkının en çok kullandığı gıda türünden olmalıdır. Mükellefiyet şartı ise, bir günlük yiyeceğinden fazlasına sahip olmaktır. Fazilet, fakirlere daha çok yararlı olanı vermektedir. Bayram namazından önce verilmelidir. Bayram gününden bir iki gün önce vermek de mümkündür. Bayram gününden sonraya bırakılması caiz değildir.



Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz;

Ramazan ayı, Allah’ın kullarına verdiği gerçekten büyük bir nimettir. Bu bereket, rahmet ve Kur’ân ayını gafletle geçirmek; günahlardan dolayı samimi bir kalp ile Allah’a yönelmemek ve dahası haramlar işlemek kabul edilecek bir durum değildir. Selim bir kalp ile Allah’ın huzuruna çıkanın mutlu olacağı gün gelmeden, bir an evvel pişman olarak Allah’a yönelmeli; bu ayın bereketiyle kalplerimizi Allah sevgisi ve O’na itaatle nurlandırmalıyız. Buna yardımcı olması açısından ağızların tadını kaçıran ölümü, bu nebevî tavsiyeyi her zaman hatırlamalıyız.

“İman edenlerin, Allah’ı anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin huşûyla yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadîd, 57/16)




Şeyh Abdullah Yolcu

Müslüman Âlimler Birliği

Yüksek Konsey Üyesi ve

Türkiye Temsilcisi
Guraba Yayınları sahibi
Read On 2 yorum

Mutezile'nin isim ve sıfat hakkındaki neyf naslarına karşı tutumu..

10:59
بسم الله الرحمن الرحيم



El-hamdulillâh es-Salâtu ve’s-Selâmu Alâ Rasûlillâh. Emmâ ba’du:



Malum olduğu üzere ehl-i sünnetin indinde Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tespitinde kullanılacak deliller, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetidir.

Mutezile’ye gelince ise; ehl-i sünnetin onlar hakkında “Mutezile, Allah azze ve celle hakkında nefyettiklerini, tafsîlî delillerle nefyetmemektedirler.” dediğini görürüz.

Bu meseleyi daha iyi kavrayabilmek için her şeyden önce bazı ön bilgilere sahip olmamız gerekmektedir:

Şöyle ki;

Allah hakkında herhangi bir ismi veya herhangi bir sıfatı ispat etmede elimizde sadece iki şey vardır: Bunlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün Sünnetidir.


Ehl-i Sünnet, Allah’ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine bakar, orada Allah’ın kendisine veya Rasûlünün vahiy yoluyla Rabbine ispat ettiklerini ispat ve nefyettiklerini de nefyederler. Bununla birlikte ispat hakkındaki nasların nefy hakkındaki naslardan daha tafsîlî olduğunu söylerler.




Ancak burada dikkat edilmesi gereken ince bir nokta var:

Ehl-i sünnet isim veya sıfatlardan ispat ettikleri hakkında tafsilî (tek tek) delil getirir. Aynı şekilde nefyederken de tek tek delil getirir. Nefiy hakkında getirdikleri bu deliller, ya direkt olarak tayin edip de nefyeder; Mesela “و لا يظلم ربك أحدا / Ve Rabbin hiç kimseye zulmetmez” ayetiyle kendisinden “zulm”ü nefyetmesi gibi… Ya da gerektirerek/zorunlu kılarak nefyeder; mesela “وإنك أنت العليم الحكيم / Ve şüphesiz ki Sen Alîm’sin, Hakîm’sin.” ayetiyle de “ilm” sıfatını ispat eder ki bu da “cehalet”in nefyini gerektirir/zorunlu kılar.

Ehl-i sünnetin izlediği metot genel hatlarıyla (özlü olarak) bu şekildedir.

Bu konuyu Mutezile açısından değerlendirdiğimizde;

Mutezile’yi “ispat” açısından ele aldığımızda; zaten onlar sıfatları genel olarak ispat etmezler.

Ancak “nefy” açısından ele aldığımızda; ehl-i sünnet âlimlerinin Mutezile’nin açık (tafsîlî) naslarla nefyetmediğini söylediklerini görürüz.

Şayet bir kimse, ehl-i sünnetin bu sözüne karşı derse ki: Bilakis Mutezile herhangi bir sıfatı “nefy”ederken tafsîlî naslarla/delillerle nefyetmiştir. Yani “nefiylerini” naslar/deliller üzerine bina etmiştir. Mesela Allah azze ve celle’nin ahirette görüleceğini inkâr ederken;

“لا تدركه الأبصار / Gözler onu idrak edemez.” veya “فلا جاء موسى لميقاتنا كلمه ربه، قال رب أرني أنظر إليك قال لن ترني / Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!’ dedi. (Rabbi): ‘Sen beni göremezsin.’” ayetlerini delil olarak getirmiş ve böylece nefyederlerken tafsîlî delillerle nefyetmişlerdir.

Deriz ki: “Ehl-i sünnetin Mutezile’ye karşı ortaya koymuş olduğu bu kâide, aynen vechi üzeredir. O da şudur: “Mutezile, sıfatları nefyetme hususunda tafsîlî naslarla istidlâl etmemektedir.”

Ancak zikredilen bu iki delile gelince:

Mutezile şuna itikad eder ki/şunu ikrâr eder ki; Allah azze ve celle’nin görülmesi/Allah azze ve celle’yi görmek imkânsızdır.

Cedel babından, “Gözler O’nu idrak edemez.” ayetinin dünya ve ahirette Allah’ın görülemeyeceğine delalet ettiğini kabul etsek bile –ki asla buna delâlet etmemektedir- ; “Mutezile’nin mezhebi bu mudur?” Cevap ise bellidir: Elbette ki “Hayır.”

Çünkü Mutezile mezhebinin iddiası bundan daha ileri derece anlamlar içermektedir.

Bu sözümüzün anlamı şudur: Bu ayeti, ıtlağı üzere ele aldığımızda, görülmesinin nefyine delalet etmektedir. Burada, görmenin nefyinden başka bir şey yoktur. Yani sadece görmenin nefyi vardır, deriz.

Ancak Mutezile, “görülmez” deyip de nefy mi ediyor sadece? Yoksa aynı zamanda “görmenin imkansız olduğuna” mı inanıyor?!

Maruftur ki, nefyolunan bir şey, gayb olarak kalır. Yani, acaba bu nefyolunma, imkânsızlığı nedeniyle midir? Yoksa Allah’ın onu istememesi veya onu ortadan kaldıracak sebebin yokluğu nedeniyle midir?

Buraya çok dikkat edin!

Tabiri şu şekilde açacak olursak “Nefyetmek, o şeyin imkânsızlığına delalet eder mi? İmkânsızlığını gerektirir mi?

Cevap: İmkânsız kılmaz, imkânsızlığını gerektirmez.

Şayet Mutezile, delil olarak getirmiş olduğu bu ayetlerin durduğu yerde durmuş olsaydı, şöyle demesi gerekirdi: “Allah azze ve celle görülmez. Ancak görülmesi mümkün müdür, yoksa imkânsız mıdır Allah bilir. Yani; Allah azze ve celle mümkün olmasıyla birlikte mi görülmez, yoksa imkânsız olmasıyla birlikte mi görülmez Allah bilir” deselerdi, biz de derdik ki: “Evet, Mutezile nefyederken delillerle, mufassal delillerle nefyetmiş, ancak isabet edememişlerdir.

Şayet “Mümkün mü, yoksa imkânsız mı Allah bilir!” deselerdi. Derdik ki: Bunlar Haricîlerin düştüğü durum gibi gerçekten de delil getirmişler, ama bu delilleri anlayamamışlardır.

Ancak Mutezile böyle değil. Bu şekilde söylemiyor. Bilakis Mutezile, kitaplarında, görülmenin mümkün olduğuna itikad edenleri tekfir ediyor.

Çünkü onlara göre mücerred olarak Allah azze ve celle’nin görülmesinin mümkün olduğunu kabul etmek, Allah’ın cihette olmasını gerektirir. Cihette olması da cisim olmasını gerektirir. Bu da onların indinde açık bir küfürdür.

Bu yüzden kardeşler!

Meselenin tahkikine indiğimizde bunların akidelerini bina ettikleri nefiyde de tafsilî naslarla nefyetmediklerini görüyoruz.

Görüyor musunuz ehl-i sünnet âlimlerini, nasıl da muhaliflerin mezheblerini tahkik ediyor!

Bizi ehl-i sünnetten kılan Allah’a hamd olsun.

Vallâhu a’lemu ve sallallâhu alâ nebiyyinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn.



Hazırlayan: Ebu Zerka
Read On 2 yorum

Kabul ve red açısından MECAZ..

10:58
Bu mesele, dört husus dâhilinde işlenecektir.

Birinci husus: Mecazın tarifi.

İkinci husus: Mecazın rükünleri.

Üçüncü husus: Mecaz hakkındaki ihtilaflar.

Dördüncü husus: Bazı tenbihatlar.



Birinci Husus: Mecazın Tarifi.

Mecazı kabul edenler tarafından mecazın tarifi hususunda birçok söz söylenmiştir. Müteahhirlerden birçok kimse lügat kitaplarında, tefsir kitaplarında, fıkıh usulü kitaplarında mecaz meselesini bahis konusu etmişlerdir.

Mesela mecazın tarifini zikredenlerden birisi İmam Şevkânî’dir. İrşâdu’l-Fuhûl’da mecazın tarifi için şöyle diyor:

هو اللفظ المستعمل في غير ما وضع له لعلاقة مع وجود قرينة

“Bir alâka nedeniyle aslî/ilk konulduğu anlamının dışında kullanılan ve beraberinde bunu gerektiren bir karinenin bulunduğu lafızdır.”

Yine tarifi hakkında şöyle de diyor: “‘Hakikat anlamının zıddıdır.’ denmiştir.”

İbn Teymiyye rahimehullah da Mecmûu’l-Fetâvâ’nın 7. cildinde mecazın tarifi hakkında diyor ki: Lafzı, hakikat ve mecaz olarak taksim edenler şöyle demişlerdir: “Mecaz, ilk konulduğu anlamının dışında kullanılan lafızdır.” Mesela “el-Esed/Aslan” lafzının güçlü ve cesaretli bir kimse hakkında kullanılması gibi… Yapılan bu tarif, lafzın önce bir anlam için konulmasını, daha sonra da bazen ilk konulduğu anlamda, bazen de ilk konulduğu anlamın dışında kullanılmasını gerektiriyor.”

O zaman mecazın tarifine bakıldığında dört şeyin bulunması gerektiğini görüyoruz.

1. الوضع الأول = İlk konuluş.

2. الوضع الثاني = İkinci konuluş.

3. القرينة = Karinenin bulunması.

4. العلاقة = Alâkanın bulunması.

Karineden maksat: Lafzı, ilk konulduğu anlamında kullanmaya engel olan sebeptir. Lafzı, ikinci konulduğu anlamında kullanmaya mecbur bırakan/zorunlu kılan sebeptir.

Alâkadan maksat: İlk konulan anlamla ikinci konulan anlam arasında bulunan irtibattır.

Bunu bir misalle anlatalım: Şayet bir kimse,

رأيت أسدا على فرس شاهرا سيفه

“At üzerinde kılıcını çekmiş/kılıcını kuşanmış bir aslan gördüm.” derse; bu cümlede yer alan “الأسد/el-esed” lafzı, ilk konulduğu anlam olarak “avcı hayvan” hakkında ıtlak edilir (kullanılır). İkinci konulduğu anlam itibarıyla ise “cesaretli olan kişi”ye ıtlak edilir. Aralarındaki alâka ise her ikisinin de “cesaretli/güçlü” oluşudur. Bu cümlede yer alan “الأسد/el-esed” kelimesini, ilk konulduğu anlam olan avcı hayvana hamletmek ise mümkün değildir. “Atın üzerinde kılıcını çekmiş olması” karinesi, bizi ikinci konulduğu anlam olan “cesaretli/güçlü adam” anlamında kullanmaya sevk etmiştir. İşte mecazı kabul edenlerin indinde mecaz budur.



İkinci Husus: أركان المجاز dediğimiz “Mecazın Rükünleri.”

Mecazı kabul edenlerin indinde mecazın rükünleri dörttür.

Birinci Rükün: الأوضع الأول / İlk konuluş.

İkinci Rükün: الوضع الثاني / İkinci konuluş.

Üçüncü Rükün: Bizi, ilk konulduğu anlamda almaya men eden, ikinci konulduğu anlamda almaya zorunlu kılan karinenin bulunması. “Aslan” misalinde örnek verdiğimiz gibi…

Dördüncü Rükün: Alâkanın bulunması…

İşte mecazı kabul edenlerin indinde, mecaz için bu dört rüknün bulunması gerekir.

Karineye gelince: er-Râzî, Tefsir’inde, ez-Zerkeşî, el-Bahru'l-Muhît'te ve İbn Vezîr, Tercîhu Esâlîbi'l-Kur'ân da mecaz olması için bir karinenin olması gerektiği hususunda icma olduğunu belirtmişlerdir.

Bu icmayı İbn Teymiyye rahimehullah da Mecmûu'l-Fetâvâ'nın 6. cildinde zikretmiştir. Hatta akıl ehlinin icmasını belirterek demiştir ki: "Akıl ehlinin icmasıyla delil, yani karine bulunmadıkça mecaza hamletmek caiz değildir."

Alâkanın bulunmasına gelince: ez-Zerkeşî, el-Bahru'l-Muhit'te, ilk konuluş ile ikinci konuluş arasında alâkanın bulunmasının icmayla şart olduğunu zikretmiştir.

Bu sebeple bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Yani mecaz için bu dört rükün mecazın olmazsa olmazıdır. Bu dört rükünden herhangi bir tanesinin düşmesi/bulunmaması/ortadan kalkması mecazı ortadan kaldırır.



Üçüncü husus: "Âlimlerin Mecaz Hakkındaki Sözleri ve İhtilafları."

Âlimler mecaz hakkında ihtilaf etmişlerdir.

Birinci görüş: Mecaz, hem lügatte hem de Kur'ân ve sünnette bulunmaktadır. Müteahhirlerden bir grup ilim ehli bu görüştedir. Hatta bazıları bu görüşü cumhura nispet etmişlerdir. el-Âmudî, el-İhkâm kitabında; ez-Zamahşerî, el-Keşşâf ve Esâsu'l-Belâğa eserlerinde ve er-Razî, Tefsir’inde bu görüşü benimsemişlerdir. Hatta İbn Neccâr, Şerhu'l-Kevkeb'te bu görüşü cumhûra ve İmam Ahmed’in ashabının çoğunluğuna nispet etmiştir. Yine bu görüşü es-Semânî, el-Kavâti’ kitabında hem tercih etmiş hem de cumhûra nispet etmiştir. Yine bu görüşü İmam Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl'da cumhûra nispet etmiştir.

İkinci görüş: Bir grup ilim ehli, “Lügatte mecaz vardır, ancak Kur'ân da yoktur.” görüşündedir.

İmâm Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl da “Kur'ân da mecazın olmadığı görüşü Zahirîlerden rivayet edilmiştir.” demektedir. Hatta sonunda da şöyle der: "Bu, Zahirîlerden gelen, insafa sığmayan, aklın ve anlayışın kabul edemeyeceği meselelerin ilki değildir."

Yine bu görüşü İbn Teymiyye; Ebu’l-Hasen el-Harazi, Ebû Abdillah İbn Hamîd, Ebu’l-Fadl et-Teymî İbn Ebî el-Hasen et-Teymiy gibi bazı Hanbelîlere ve Muhammed İbn Huveyz Mindâd gibi Malikîlere ve Davud İbn Alî ile onun oğlu Ebû Bekr ve Munzir İbn Saîd el-Bellûtî’ye nispet etmiştir. Hatta bu konuda el-Bellûtî’nin bir eser telif ettiği/bir kitap yazdığı belirtilmiştir.

Üçüncü Görüş: Ne lügatte ne de Kur’an’da mecaz vardır. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım bu görüşü Ebû İshâk el-İsfirâyînî’ye nispet etmişlerdir. İmam Şevkani de İrşadu’l-Fuhul’da olduğu üzere bu görüşü Ebû İshâk el-İsfirâyînî’ye nispet edenler arasındadır.

Hatta İmam Şevkani, daha sonra Ebû İshâk’ın bu görüşünü çirkin görerek şöyle demiştir: Ebû İshâk el-İsfirâyînî, bu hususta muhalefet etmiştir. Bu hususta muhalefet etmesi, Arap diline muttali olmadığının en açık göstergesidir.

Sonra da diyor ki: Ebû Alî el-Fârisî’nin de böyle dediği söyleniyor. Ancak ben, Ebû Alî gibi birisinin böyle söyleyeceğini zannetmiyorum. Çünkü kendisi, böyle açık bir hususun kendisine gizli kalamayacağı bir Arap lügatı imamıdır, diyor. Hatta İbn Teymiyye rahimehullah, Fetâvâ’nın 7. cildinde bu görüşü selefe nispet ediyor. Diyor ki: Bu şekildeki bir taksimat/ayrım ilk üç asırdan sonra ortaya çıkmış bir ıstılahtır. Bunu ne sahabeden ne tabiînden ne de Malik, es-Sevri, el-Evzaî, Ebû Hanîfe, eş-Şafiî gibi meşhur imamlardan herhangi biri söylemiştir. Hatta el-Halîl, es-Sîbeveyh ve benzerleri gibi nahiv imamları da böyle bir ıstılahın varlığından bahsetmemişlerdir.

Ayrıca diyor ki: İşte İmam Şafiî. O, usulu’l-fıkıhta ilk söz sarfeden kişidir. O böyle bir taksimat yapmamıştır. Hakikat ve mecaz lafzını söylememiştir. Yine el-Camiu’l-Kebir adlı eserinde Arapça üzerine maruf sözleri olan Muhammed İbnu’l-Hasen, hakikat ve mecaz lafızlarından bahsetmemiştir. Aynı şekilde imamların sözlerinde de mecaz lafzı yoktur.

Sonra diyor ki: Bazıları İmam Ahmed’den, bu konuda iki görüş olduğunu söylemişlerdir. Ama sair imamlara gelince ne onlardan biri ne de İmam Ahmed’in ashabının ilkleri Kur’an’da mecaz olduğunu söylemişlerdir. Ne Malik ne Şafiî ne Ebû Hanîfe, hiçbiri bunu söylememiştir. Lafızların hakikat ve mecaz olarak ikiye taksim edilmesi, 3. yüzyılın başlarında zuhur etmiş ve 4. yüzyılda meşhurlaşmıştır. 2. yüzyılda olduğunu ise görmedim. Allahu alem belki sonlarında vardır.

İbn Kayyım rahimehullah, es-Savâku’l-Mursele’de diyor ki: Fasıl: Üçüncü tağutu kırma/yıkma/devirme hakkındadır. Müteahhirler bu tağuta pek düşkün yaklaşmışlar ve Muattılalar ona sığınmışlardır.

Sonra da şöyle diyor: Şeriat, bu taksimle gelmemiştir. Ona delalet de etmemiştir, işaret de... Lügat ehline gelince ise onlardan hiçbiri Arap’ın lügatini hakikat ve mecaz şeklinde taksim ettiğini tasrih etmemiştir.

Daha sonra da uzun uzun sözün ayrıntılarına girerek İbn Teymiyye’nin sözlerine benzer şeyler zikrediyor.

Ayrıca şöyle de diyor: Bu, 3. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış muhdes bir ıstılahtır. Bunun çıkışı Mutezile, Cehmiyye ve onların yolunun izleyen kelamcılar cihetinden olmuştur.

Sonra, mecazın reddine ve itimad edilmeyecek bir şey olduğuna dair elliye yakın delille istidlal ediyor.

İşte bu üç görüş, bu mesele hakkındaki en meşhur görüşlerdir.

Bu üçüncü görüşe eş-Şenkiti de destek vererek bu konu hakkında müstakil bir risale yazmıştır.

Bu görüşlerden hangisinin racih olduğuna (tercih edildiğine) geçmeden önce mecaz bahsiyle alakalı olan bir hususu, bu meseleyi anlamada yardımcı olacağından dolayı burada anlatmamız uygun olacaktır.

Âlimler, lügatin aslının nereden geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafları sonucu birçok farklı görüş ortaya çıkmıştır.

Bu meseleye İbn Cinnîn, el-Hasâis’te; İbn Teymiyye, Mecmuû’l-Fetâvâ’da; İmam Suyuti, el-Müzhir’de; Şevkani, İrşadu’l-Fuhul’da; el-Amidi, el-İhkam’da ve birçok ilim ehli daha kitaplarında değinmişlerdir, yer vermişlerdir.

Biz de burada bu görüşlere özet olarak yer verelim ki mecaz meselesinde hangi görüşün racih olduğunu anlamada yardımcı olsun.

Lügatin aslının nereden olduğu hakkındaki görüşler şöyledir:

1. Görüş: Tevkîfidir. Eşari, İbnu’l-Fevrek, Ebû Bekr İbn Abdulaziz, İbn Kudame ve İmam Ahmed’in ashabından bir taife

2. Görüş: Hepsi ıstılahtır. Mutezile, başları olan Ebû Haşim el-Cubbai. İbnu’l-Cinnîn, el-Hasâis’te bir kelam ehlinin çoğuna nispet etmiştir.

3. Görüş: Bazısı tevkîfi, bazısı da ıstılahîdir. İbn Akîl

4. Görüş: Tevkîfi de olması caizdir, ıstılahî olması da… Ebû Ya’la, el-Bâkıllânî.

5. Görüş: Lafızlar, zatları itibarıyla manalara delalet eder. Suyuti’nin el-Müzhir’de naklettiği gibi… Abbad İbn Süleyman’ın görüşüdür.

6. Görüş: Tevakkuf. Tercih etmemişlerdir. İbn Cinnîn. Razi, el-Mahsul’de muhakkiklere nispet etmiştir. Hatta Şevkani, er-Razi’nin bu görüşü cumhura nispet ettiğini nakletmiştir.

İbn Teymiyye rahimehullah bu görüşlerin çoğunu Fetâvâ’nın 12. cildinde zikretmiştir.

İbn Teymiyye tercih etmiştir ki, lügat, Allah tarafından tevkîfi ve ilhamdır. Istılahî olduğu görüşünü birçok yönden reddetmiştir.

Birinci vecih: Hiç kimse Arapların toplanıp da manalar koyduğunu ispat edemez. Bu ne Araplardan ne de başkalarından nakledilmiştir. Yani hiç kimse Araplar, avcı bir hayvanı -aslanı- gördüler ve dediler ki “Bunu ‘el-esed’ diye isimlendirelim.” Sonra cesaretli/güçlü bir adam gördüklerinde de dediler ki, “Buna da ‘el-esed/aslan’ diyelim, ancak bu, ikinci konuluş olsun!”

İbn Teymiyye, “Bunu bu şekilde kimse ispat edemez.” demiştir.

İkinci vecih: Lügatin ilham olduğu sözü, selef tarafından gelen bir sözdür. Allah azze ve celle buyurmuştur ki: “وعلم آدم الأسماء كلها / Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti.”

İbn Cerir, İbn Abbas’tan, “ علمه اسم القسعة/ Ona tabak çanağın ismini öğretti.”

İbn Cerir, Katade’den, “علمه اسم كل شيءٍ / Ona, ‘Bu denizdir,’ ‘Bu ağaçtır.’ gibi her şeyin ismini öğretti.

Yine “علمه البيان / Ona, beyanı öğretti.”

Öyleyse, “Lügat, ilham ve tevkîftir.” Bu görüş seleften gelmiştir. Diğer görüşler değil.

O zaman diyoruz ki, seleften ve sahabeden nakledilen odur ki, doğru olan görüş lügatin ilham ve tevkîf olduğudur. Yine delil odur ki, hiç kimse, Arap’ın bir şey hakkında “Bu, ilk konuluştur, diğeri ise ikinci konuluştur.” dediklerini ispatlayamaz.

Bütün bunlar anlaşıldıktan sonra diyoruz ki, Allahu alem, racih olan görüş, “Mecaz, Arapçada ve Kur’an’da vardır mı, yoksa lügatte vardır ama Kur’an’da yoktur mu, yoksa da ne Kur’an’da ne sünnette ne de Arap dilinde mecaz vardır mı?” Bu görüşlerden racih olan görüş ise Kur’an, sünnet ve Arap dilinde mecazın olmadığıdır.

Bunun tercih edilmesi birçok vecihle sabittir.

Birinci vecih: Mecazın varlığı, birinci konuluş ve ikinci konuluşun varlığına mebnidir. Birinci konuluşun ve ikinci konuluşun ise ispatı mümkün değildir. Çünkü bu söz, lügatin ıstılâhî olduğu üzere mebnidir. Lügatin ıstılâhî olduğunu ilk söyleyen ise bid’atçi Mutezile olan Ebû Hişam el-Cubbâi’dir. Geçtiği üzere ilham ve tevkîftir, ıstılah değildir.

Lügatin ilham olduğu, ıstılah olmadığı sabit olunca, bu, birinci konuluş/ikinci konuluş olgusunu iptal ediyor. Bu iptal olunca da mecaz düşmüş oluyor.

İkinci vecih: Lügatte birinci konuluş ve ikinci konuluşun sakıt olduğunu gösteren şeylerden biri de Eğer böyle bir şey olsaydı Halil İbn Ahmed, Sîbeveyh, el-Ferra’, el-Esmaî gibi lügat imamları, “Bu hakikattir,” “Bu mecazdır.” şeklinde belirttiklerini görürdük. “Birinci konuluş bu,” “İkinci konuluş da bu.” şeklinde belirttiklerini görürdük.

Eğer “Bu eseddir.” denildiğinde birinci konuluş “aslan,” ikinci konuluş “güçlü adam” olduğunu bilmesek bu bizi zor durumda bırakırdı. Yırtıcı hayvan, güçlü adamla karışırdı. O yüzden birinci konuluşla ikinci konuluşu ayırt etmek zorunluluğu doğardı. Bunu, imamların belirtmeleri gerekirdi.

Halbuki her kelime, bulunduğu cümle içinde hakikattir.

İşte bu iki vecihle ortaya çıkıyor ki, lügatte, birinci konuluş ve ikinci konuluş diye bir şey yoktur. Yok olduğu belli olunca da bu rüknün düşmesi, mecazın düşmesi demektir. Batıl üzerine bina edilen şey de batıldır.

Geriye, birçoğunun getirdiği şöyle bir itiraz kalıyor: “Nefsimdeki şu şeyi nasıl açıklarsın? Mesela bir insan, esed/aslan lafzını zikrettiğinde kalbime direkt olarak gelen, avcı bir hayvan olarak bilinen belli bir hayvandır. Güçlü/kuvvetli adam değildir. Benim zihnimin, bu kelimeyi duyduğunda, direkt olarak -ilk etapta- avcı hayvana yönelmesi, güçlü adama yönelmemesinin açıklaması nedir?”

Cevap: Özellikle geçtiği üzere birinci konuluş ve ikinci konuluş diye bir şey yoktur. Senin zihninin “esed/aslan” lafzını duyduğunda direkt olarak avcı hayvana yönelmesi başka bir sebebten dolayıdır. O da yaكثرة الإستعمال (o anlamda çok kullanıldığı) ya da السياق (siyak/bağlam/cümle içindeki anlam gidişatı) sebebiyledir.

Örneğin “Atın üzerinde bir aslan gördüm, kılıcını çekmiş kafirlere saldırıyordu.” cümlesinde neden “aslan” kelimesini duyduğunda aklına ilk gelen “güçlü adam” oldu da avcı hayvan olmadı?!

Şeyhu’l-İslam bunu açık bir şekilde beyan ediyor. el-esed kelimesini, çok fazla olarak avcı hayvan hakkında kullanmamız, zihni, bu çok kullanış sebebiyle ona yönelmeye itiyor.

Mesela sen, aranızda yaygınlaşmış bir ismin, bir şey hakkında kullanıldığını görüyorsun. Başka bir kavim de memleketlerinde o ismi başka şey hakkında daha çok kullanıyorlar. Sen o ismi kullandığında aklına ilk gelen anlam farklı oluyor, diğer memlekette de aynı lafzı kullanan kişinin aklına gelen ilk anlam farklı oluyor. Senin o kelimeyi kullandığını duyan diğer memleketteki kişi, kendi anladığı anlamı kastettiğini zannediyor. Halbuki sen, kendi anladığın anlamı kastetmektesin.

Bu durum, bu şekliyle insanlar arasındaki konuşmalarda oldukça yaygındır. Zihnin bir anlama direkt yönelmesi, çok kullanım sebebiyle olabilmektedir. Dediğimiz gibi bazen de siyak nedeniyle olabiliyor; ilk konuluş veya ikinci konuluş nedeniyle değil. İşin bu noktası anlaşılırsa yöneltilen birçok itiraz ve karşılaşılan birçok işkal (sorun) çözülmüş olur.

Yine yöneltilen itirazlardan biri de şudur: Bazıları diyorlar ki: Biz lügat kitaplarına baktığımızda “Bu mecazdır,” “Bu hakikattir.” dendiğini görüyoruz. Hatta bazen deniyor ki, “Bu ilk konuluştur,” “Bu ikinci konuluştur.” Bu da “ilk konuluş/ikinci konuluş” olgusunun varlığını göstermez mi?

Cevap: “Bu ilk konuluştur/bu ikinci konuluştur.” şeklinde söyleyen lügat ehli, kelamcılardan etkilenmiş olan lügat ehlidir. Kelam ilmi; akaid kitaplarına, lügat kitaplarına ve usûlu’l-fıkıh kitaplarına girmiştir. Bu yüzden bunlar lügat ehlinin ilklerinde böyle sözler bulamamaktadırlar. Eğer bu hak olan bir şey olsaydı, bunu çok daha iyi bilirlerdi ve beyan etmekte de çok hırslı davranırlardı. Çünkü bu sözleri anlamak, ilk konuluşun hangisi ve ikinci konuluşun hangisi olduğunu bilmeye dayalıdır.



4. Husus: Tenbihatla alakalıdır.

1. Tenbih: Daha önce İmam Şevkani’nin Ebû İshak el-İsfirâyînî’ye karşı şiddetli tavrını belirtmiştik. Hatta Ebû İshak’a karşı çıkanlar, onu Arap diline muttali olmamakla vasıflandırmışlardı. Hâlbuki bu, onun lügat ilminde nasıl muhakkik ve dakîk bir kimse olduğunu gösterir. Ki o, ilk konuluş ve ikinci konuluş diye bir şeyin olmadığının farkına varmıştır. Bu sebeble İmam İbn Kayyım es-Sevâik’te diyor ki: “Ebû İshâk’ın bu sözünü müteahhirlerden birçok kimse anlamamışlardır. Hâlbuki doğru olanı söylemiştir.”

İbn Kayyım’ın burada kastettiği ise birinci ve ikinci konuluştur.

2. Tenbih: Birisi gelip şöyle diyebilir: Sen bu kadar hissen bilinen bir şeyi nasıl inkâr edebilirsin. Hâlbuki Allah azze ve celle’nin şu kavlini görmüyor musun? “إسأل القرية / Köye sor!” Buna benzer ayetler hakkında ne dersin?

Cevap: Siz bunu mecaz diye isimlendiriyorsunuz. Biz ise “Arap üsluplarından bir üsluptur.” diyoruz. Burada mudaf hafz olunmuş, mudafun ileyh yerine getirilmiştir. Bu birinci cevaptır.

İkinci cevap ise şöyledir: Allah Teâlâ’nın, “واسأل القرية / Ve köye sorun!” sözü hakikattir, mecaz değildir.

Bu şöyledir: Karye/köy lafzı, el-ictima’/toplanmayı ifade eden anlamdan alınmış bir kelimedir. O zaman Allah azze ve celle’nin, “واسأل القرية / Ve köye sor!”dan muradı, “Oradaki topluluğa sor!” demektir. Buradaki hitap, insanlaradır.

Peki, buna göre, bir kimse, “Öyleyse ihtilaf, lafzî bir ihtilaftır.” diyebilir mi?

Cevap: Şunun bilinmesi gerekir ki lafzî ihtilaf, ancak sarih şeylerde mümkündür. Doğru olan bir şey hakkında iki farklı tabir kullanılabilir. Buna lafzî ihtilaf denir. Ancak bir şey; biri doğru olan bir tabir, diğeri de yanlış olan bir tabirle zikredilirse bu, “lafzî ihtilaf” olmaz.

Buradan yola çıkarak konumuza baktığımızda bu ihtilafın, lafzî bir ihtilaf olmadığını görüyoruz. Çünkü mecaz, birinci konuluş ve ikinci konuluş üzere mebnidir. Hâlbuki böyle bir şey (birinci konuluş/ikinci konuluş) yoktur. Öyleyse böyle bir tabir hatadır, çünkü hata üzere mebnidir.

İbn Kayyım ve İbn Teymiyye de buna bu şekilde değinmektedirler.

3. Tenbih: Bazıları İmam Ahmed’e, mecazı kabul ettiğini nispet etmişlerdir. İmam İbn Kayyım da, İbn Teymiyye de bu nispeti inkâr etmişler ve bunu İmam Ahmed’e nispet edenlerin hata ettiklerini belirtmişlerdir.

Demişlerdir ki: İmam Ahmed’den gelen “هذا مجاز/ Bu, mecazdır.” sözü, “أن هذا يجوز في اللغة / Bu, lügatte caiz olan bir şeydir.” demektir. İmam Ahmed’in Cehmiyye’ye reddiyesinde olduğu gibi… Diyor ki: “إنا نحن نزلنا الذكر و إنا له لحافظون / Zikri Biz indirdik ve onu Biz koruyacağız.” ayetinde yer alan “nahnu,” yani “Biz” lafzını müfred/tek kişi hakkında kullanmak mecazdır. Bu sözüyle bunun lügatte caiz olduğunu belirtmek istemektedir.

İşte bu sebeple İmam Ahmed’in bazı ashabı hata etmiş ve bunu onun görüşü zannetmişlerdir. İmam Ahmed’in “Bu, mecazdır.” sözünden “ıstılahî mecaz” olduğunu zannederek hata etmişlerdir.

İbn Teymiyye, Fetâvâ’nın 7. cildinde diyor ki: Mecaz lafzını söyleyenlerin ilki Ebû Ubeyd Mamer İbn el-Müsennâ olarak bilinmektedir. Ancak mecazdan kastı, hakikatin karşılığı değildir. “Ayetin mecazı şöyledir.” sözüyle kastettiği, kendisiyle ayetin tabir edileceği şeydir.

Sonra diyor ki: İmam Ahmed’in mecazı söylediğini inkar edenler diyorlar ki: İmam Ahmed’in “هذا من مجاز اللغة / Bu, lugatin mecazındandır.” sözü, “أي مما يجوز في اللغة / Bu, lugatte caiz olan şeylerdendir.” demektir.

Hizmetçileri, yardımcıları olan büyük bir kimse der ki: “Biz bunu yaptık.” “Biz böyle yaptık.” gibi sözler söyler. İmam Ahmed, bununla, “İlk konulduğunun dışında kullanılmıştır.” diye bir şey kastetmez. İbn Kayyım da bunun benzerini zikretmektedir.

O yüzden diyoruz ki: İmam Ahmed, “mecaz” der, ancak bununla müteahhirlerin mecaz lafzına yükledikleri anlamı kastetmez.

4. Tenbih: Bazıları hâlâ İbn Teymiyye’ye, mecazı kabul ettiğini nispet ederek “İbn Teymiyye, mecazı kabul etmektedir.” görüşündedirler. Buna reddiye iki yönlüdür:

a) Şayet İbn Teymiyye’nin iki görüşü varsa ve bu iki görüşün hangisinin sonuncu görüşü olduğuna dair net bir karine yoksa bu iki görüşten en çok değindiğine bakılır. Bu, çoğunlukla onun en son sözü olduğuna delâlet eder.

Mecaz hakkındaki sözlerinin çoğu, ya mecazı inkâr etme yönündedir ya da muhalifin dilinden konuşmasıdır. Yani hasma karşı tenezzül babındandır.

İbn Teymiyye’nin, mecazın inkârına dair sözleri oldukça fazladır.

b) Mesela bir sözün, İbn Teymiyye’nin olup olmadığı şeklinde bir işkalle (sorunla) karşı karşıya kalındığında İbn Kayyım’ın meseleyi tahririne/ortaya seriş durumuna bakılır. Çünkü, İbn Teymiyye’nin sözlerini en iyi anlayan; hangisinin ilk sözü, hangisi son sözü olduğunu en iyi bilen odur.

Bu konu hakkında ikisinin söylemleri aynıdır.

5. ve Son Tenbih: Mecaz kabul edilse bile bid’at ehlinin mecaz kapısından girerek isim sıfatları inkâr etmeleri mümkün değildir.

Bu, iki şekilde açıkça ortaya çıkmaktadır.

1- Mecaz gaybiyatlara dâhil değildir. Allah azze ve celle’nin isim ve sıfatları ise bize nispetle gaybîdir.

Bu sözün açılımı şu şekildedir. Mecaz, ilk anlama hamlolunmaya engel teşkil eden bir karine üzere mebnidir. Bu karineyi ise müşahede ettiğimiz, gaybî olmayan şeylerden olmadığı müddetçe bilmemiz mümkün değildir.

Bazı bid’at ehline baktığında, onların, Allah’ın “بل يداه مبسوطتان / Bilakis O’nun iki eli de açıktır.” ayetini “iki kuvveti” veya “iki kudreti” veya “iki nimeti” şeklinde tevil ettiklerini görürsün.

Bu kişilere deriz ki: “Nimet, kudret ve kuvvetin ele ıtlakı mecaz mıdır, hakikat midir?” “Hakikattir.” derler. Biz de deriz ki: “Sizi buna iten nedir? İlk anlamı bırakıp da ikinci anlamı almaya mecbur bırakan nedir seni?” Onlar da der ki: “Karinedir.”

“Peki, karine nedir?” dediğimizde ise “Teşbihe düşme korkusudur.” derler. Şayet Allah’a el sıfatını nispet edersek -mahlûkatın da eli olduğu için- Allah’ı mahlukata benzetmiş oluruz.

Öyleyse bu şekilde cevap veren kişiyle münakaşa konusu, karinenin kendisidir. Şayet karinenin sıhhati sabit olmazsa -icmayla- kelamı hakiki manaya hamletmemiz gerekir.

Getirdikleri teşbih karinesine baktığımızda mecaza hamletmek için geçerli olmayan bir karine olduğunu görüyoruz. Şöyle ki mesela “Kedinin de eli var.” “Atın da eli var.” gibi lafızların delalet ettikleri anlam tüm yönleriyle bir değildir. İbn Huzeyme’nin de Kitabu’t-Tevhid’de dediği gibi herkesin kendine uygun bir eli vardır, bu ise teşbihi gerektirmez.

Böylece getirdikleri karine sakıt kalmış oluyor/düşüyor. Karine düşünce de -icmaen- mecaz düşmüş olur.

O zaman mecazı kabul etsek bile bunun isim sıfata dahil olabileceğini ispatlamak mümkün değildir.

2- İsim sıfat babında mecazın olmadığı -icmayla- ispatlıdır. İbn Abdilber’in Temhid’de söylediği gibi “İsim sıfatlar hakikat üzeredir, mecaz değil!”

SONUÇ:

Bu meselede racih olan; ne Kur’an’da ne sünnette ne de Arap dilinde mecazın olduğudur.

Allah en iyisini bilendir.

Not 1: Mecaz hakkındaki bu risalede, mesele etrafındaki münakaşaları en ince ayrıntısına kadar serdetmedik. Bu konuda getirilen şüphelere verdiğimiz cevaplara karşı da bazı itirazlar/reddiyeler yöneltilmiştir. Yine bizim onlara karşı yönelttiğimiz delillere bazı cevaplar vermişlerdir. Ancak risaleyi özlü tutma isteğimiz sebebiyle bu risalemizde bunları ele almadık.

Not 2: Bu risalenin hazırlanmasında, Şeyh Yûsuf el-Ğafîs ve Şeyh Abdulaziz er-Reyyis gibi ilim ehli kimselerin derslerinden faydalanılmıştır.

Tevfik/başarı Yüce Allah’tandır.



Hazırlayan: Ebû Zerka
Read On 0 yorum

Selef-i Salihin ve Ramazan..

10:57
Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’adır. Salât ve selâm, O’nun emin elçisi olan Rasûlullah’ın, temiz ehl-i beytinin, güzide ashabının ve kıyamete kadar onların yolunda giden herkesin üzerine olsun.

Değerli Müslüman Kardeşlerim!

Bütün günahlardan kurtulmayı sağlayabilecek olan bu mübarek Ramazan ayı dolayısıyla tüm samimiyetimle ve kalbimin ta derinliklerinden gelen bir duyguyla sunduğum bu Ramazan hediyesinin tüm kardeşlerimize hayırlı bir öğüt olmasını dilerim. Ramazanın da tüm Müslümanlara ve İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını dilerim.

Yüce Allah, hepimizi rızasına nail eyleyip sizleri de, bizleri de cennetinde buluştursun. (Âmin)



MÜBAREK RAMAZAN’I NASIL KARŞILAMALIYIZ?

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olmak üzere kendisinde Kur’ân indirilen aydır...” (Bakara, 2/185)

Allah Teâlâ, Ramazan ayına, -Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi- diğer aylardan farklı pek çok özellik ve üstünlük vermiştir ki, bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Oruç tutanın ağız kokusu, Allah nezdinde, misk kokusundan daha hoştur.

2. Melekler, oruçlular için iftar vaktine dek mağfiret diler.

3. Allah azze ve celle, (Bir hadis-i kudsi’de belirtildiği gibi) her gün cennetini süsler ve şöyle buyurur: “Salih kullarımın üzerlerindeki sıkıntı ve eziyet veren şeyleri atarak sana gelmelerine fazla bir zaman kalmadı.” (Ahmed)

4. Bu ayda azgın şeytanlar zincire vurulur.

5. Cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kilitlenir.

6. Yine bu ayda, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi vardır. Bu gecenin hayrından mahrum kalan kimse, hayırdan mahrum kalmış demektir.

7. Ramazanın son gününde oruçluların tüm günahları affedilir.

8. Allah Teâlâ, Ramazanın her gecesinde, bir grup insanı cehennem ateşinden azad eder.



Ey Ramazana erişme mutluluğuna kavuşan değerli kardeşim!

Böylesine özellik ve faziletlere sahip olan bir ayı nasıl karşılayalım, diye hiç düşündünüz mü?

Salih bir kul, bu ayı; nasuh bir tevbe, büyük bir sadakat, tam bir kararlılık ve vakitlerini salih amellerle mamur ederek karşılar. Yüce Allah’tan, kendisine en güzel şekilde ibadet edebilmemiz için bize yardım etmesini niyaz ederiz. (Âmin)

Gelin Ramazanı en güzel şekilde değerlendirmek için ne gibi salih amellerde bulunmalıyız, sorusunun cevabını birlikte arayalım…



RAMAZANDA, ÖZELLİKLE YAPILMASI GEREKEN SALİH AMELLER



1- Oruç

Önderimiz ve örneğimizRasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ramazan orucunun değerini bakın ne güzel vurguluyor:

* “Âdemoğlunun bütün amelleri kendisinindir. Bir iyilik on katı ile yedi yüz katına kadar mükâfat görecektir. Aziz ve celil olan Allah da ‘Oruç müstesnâ, o Benimdir ve onun mükâfatını verecek olan Benim. O; arzularını, yemesini ve içmesini Benim için terk etti.’ buyurur. Oruçlunun iki sevinci vardır; biri iftar ettiğinde, diğeri Rabbine kavuşacağı gündedir. Andolsun oruç tutanın (orucundan dolayı) ağız kokusunun değişmesi, Allah nezdinde misk kokusundan daha hoştur.” (Muttefekun aleyh)

* “Kim Ramazanı, (farziyetine) inanarak ve ecrini Allah’tan umarak oruçla geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Muttefekun aleyh)

Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu müjdesi sadece aç ve susuz kalanlarla sınırlı değildir. Bu müjdenin tam olması için ayrıca şu sözlerine de dikkat etmeliyiz.

* “Her kim yalan söz söylemeyi ve o doğrultuda amel etmeyi terk etmeyecek olursa, onun yeme ve içmeden uzak durmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhârî)

* “Oruç bir kalkandır. Sizden herhangi bir kimse oruçlu olduğu günde çirkin söz söylemesin, kötü iş işlemesin, cahillik etmesin. Herhangi bir kimse kendisine sövecek olursa ‘Ben oruçluyum.’ desin.” (Muttefekun aleyh)

İşte bu yüzden oruç tutan bir kimsenin; kulağıyla, gözüyle, diliyle, yani bütün azalarıyla oruç tutması gerekir. Oruç tuttuğu gün ile oruçlu olmadığı gün birbirine benzememelidir, oruçlu olduğu günlerde daha olumluya doğru bir değişiklik gözlenmelidir.



2- Kıyam (Geceyi İhya Etmek)

“Rahman’ın kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler. Cahiller onlara sataştıkları zaman onlar, ‘Selametle’ der geçerler. Onlar gecelerini Rablerine secdeyle, kıyamla (namaz kılmakla) geçirirler.” (Furkan, 25/63-64)

“Kim Ramazanı, (farziyetine) inanarak ve ecrini Allah’tan umarak oruçla geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Muttefekun aleyh)

Geceleri ihya etmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem ve ashabının tatbik ettikleri bir sünnetti. Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle der: “Gece namazı kılmayı bırakma. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onu bırakmaz; hastalanır veya yorgun düşerse oturarak namazını kılardı.” (Ebû Dâvûd)

Hz. Ömer radıyallahu anh da geceleri arzuladığı kadar namaz kılar, gece yarısı olunca da aile bireylerini namaza kaldırırdı. Onlara, “Namaza, namaza” dedikten sonra “…Ve aile halkına da namazı emret, sen de ona sebatla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz, seni rızıklandıran Biziz. Güzel akibet muttakîlerindir.” (Tâhâ, 20/132) ayetini okurdu.

Saib İbn Zeyd radıyallahu anh şöyle anlatıyor: Bizim imamımız gece namazında her rekâtta iki yüze yakın ayet okurdu. O kadar yorulurduk ki yaşlılarımız ancak ağaçlara yaslanarak ayakta durabilirdi. Namazımız da sabaha doğru ancak tamamlanırdı.



3- İnfak

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, insanların en cömerdiydi. Diğer zamanlara göre Ramazanda daha çok infak etmeye çalışırdı. Hatta o kadar çok ve o kadar hızla infak ederdi ki, eline geçen şeyi hızla elinden çıkardığından (yani infak ettiğinden) dolayı “fırtına gibi infak ettiği” söylenirdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bizlere de bunu öğütlerdi:

“Sadakanın en faziletlisi Ramazanda verilenidir.”(Tirmizî)

Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle der: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sadaka vermemizi emretti. Bu sırada benim de bir miktar malım vardı. Kendi kendime, ‘Eğer, Ebû Bekir’i geçmem mümkünse onu işte bugün geçeceğim.’ dedim ve malımın yarısını getirdim. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Aile halkına ne bıraktın?” diye sordu. Ben de ‘Bunun kadar’ dedim. Ebu Bekir radıyallahu anh ise yanındakilerin hepsini getirdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ona, “Ailene ne bıraktın?” diye sorunca, Ebu Bekir radıyallahu anh, ‘Onlara Allah ve Rasûlünü (sevgisini) bıraktım.’ dedi. Ben de ‘Hiçbir hususta ebediyen seni geçemeyeceğim.’dedim.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Görüldüğü gibi Ramazan ayında verilen sadakanın bir üstünlüğü, bir özelliği vardır. O halde bu konuda elimizi açık tutmalı, durumumuza göre sadaka vermeye, infakta bulunmaya gayret etmeliyiz.

Ramazanda sadaka vermenin de birçok çeşidi vardır ki, en önemli ikisi şunlardır:

a) Yemek Yedirmek:

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği; yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size Allah rızası için yemek yediriyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder.” (İnsan, 76/8-12)

Selef-i salihîn, yemek yedirmeye (birçok ibadete göre) öncelik tanır, bunun için çok büyük gayret gösterirdi. Aç bir kimseyi doyurmak ile salih arkadaşlarını doyurmak arasında bir fark yoktu. Yemek yedirilecek kimsenin fakir olması gerektiğini düşünmezlerdi.

Seleften birisi şöyle diyor: “Arkadaşlarımdan on kişiyi dâvet edip onlara canlarının çektiği bir yemeği yedirmek, benim için on tane köleyi azad etmekten daha sevimlidir.”

Seleften pek çok kimse, oruçlu olduğu halde iftarını açacağı yemeği başkasına yedirir, onu kendine tercih ederdi. Onlar, kendileri oruçlu olduğu halde kardeşlerini yedirir, bununla da yetinmeyip onlara hizmet eder ve onların rahat etmeleri için de gayret gösterirlerdi.

Yemek yedirme ibadeti, birtakım ibadetlerin de kaynağıdır: Şöyle ki, kendilerine yemek yedirilen Müslüman kardeşler sevinir, aralarındaki muhabbet beslenir. Bu da cennete girmeye sebeb olur: “İman etmedikçe cennete asla giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de asla iman etmiş olamazsınız.” (Müslim)

Ayrıca yemek yedirmek sebebiyle salihlerle bir araya gelinmiş olur. Onlarla birlikte yenilen yemek neticesinde ibadetler için güç/kuvvet kazanılır. Onlara bu hususta yardımcı olunduğu için de ecir umulur.

Yine salihlerle bir araya gelmek kişinin Allah’a itaat etmesine katkı sağlar. Zira itaat eden insanlarla birlikte olmak onun da itaatini artırır.

b) İftar Vermek:

“Oruçluyu iftar ettiren, onun kadar sevap alır, oruçlunun ecrinden de bir şey eksilmez.” (Nesaî)

“Kim bir oruçluyu iftar ettirir yahut bir gaziyi donatırsa ona da onların ecrinin aynısı vardır.” (Ahmed)



4- Daha Çok Kur’ân Okumaya Gayret Etmek:

Bizim için güzel bir örnek olduklarından dolayı selef-i sâlihînin Ramazanındaki iki hususa değineceğiz:

a) Çokça Kur’ân-ı Kerim okurlardı.

Âlimlerin bildirdiği gibi Ramazan ayı, Kur’an ayıdır. Bu yüzden Müslümanın bu ayda, diğer zamanlara göre daha çok Kur’an-ı Kerim okuması, okuyamıyorsa dinlemeye gayret etmesi gerekir.

Selef-i salihîn, Allah’ın Kitabını okumaya veya dinlemeye çok fazla itina gösterirdi.

Cebrâil aleyhisselâm, Ramazan ayında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân-ı Kerim’i karşılıklı okurdu.

Selef-i salihînden kimi Kur’ân-ı Kerim’i üç gecede bir Ramazan kıyamında (teravihte) hatmederdi. Bazıları yedi günde bir, bazıları da on günde bir hatmederdi. Onlar namazda da, namazın dışında da Kur’ân-ı Kerim’i sürekli okurlardı.

İmam Şâfiî rahimehullah, Ramazan ayında Kur’an’ı altmış kere hatmederdi ve bunları namazın dışında yapardı.

İmam Şihâbuddin ez-Zührî rahimehullah da Ramazan ayında hadis okumaktan ve ilim ehliyle sohbet etmekten kaçınır, daha fazla Kur’ân-ı Kerim okumaya çalışırdı.

İmam Süfyan es-Sevrî rahimehullah ise, Ramazan ayı girince nafile ibadet yapmak yerine daha fazla Kur’ân-ı Kerim okurdu.

İmam İbn Receb el-Hanbelî rahimehullah şöyle der: “Kur’ân-ı Kerim’in üç günden daha az bir sürede hatmedilmesine dair olan yasaklamalar, bunun sürekli olarak yapılmasıyla ilgilidir. “Ramazan ayında, özellikle Kadir gecesinin arandığı gecelerde veya Mekke gibi faziletli mekânlarda, bu zamanın ve mekânın faziletini ganimet bilerek Kur’ân-ı Kerim’i çokça okumak müstehabdır ve bu nehiyden müstesnadır.”

b) Kur’ân-ı Kerim’i okumaları veya dinlemeleri Allah Teâlâ’dan korkmalarına ve ürpermelerine sebeb olur, bu yüzden de ağlarlardı.

Selef-i salihînin âdeti, üzerinde düşünmeden, kavramadan, şiir okur gibi Kur’an-ı Kerim’i hızlıca okumak değildi. Onlar Allah azze ve celle’nin kelamından etkilenir ve bundan dolayı kalpleri ürperirdi.

Buhârî’de Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anhumâ’nın şöyle dediği nakledilir:

“Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bana, “Kur’ân oku.” dedi. Ben, “Kur’ân sana indirilmişken onu yine sana mı okuyayım!?” dedim. O, “Onu başkasından dinlemeyi severim.” dedi. Ona Nisâ sûresini,“Her ümmetten birer şahit getirip bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur?” (Nisâ, 4/41) buyruğuna varıncaya kadar okudum. Bu sefer, “Bu kadarı yeter” dedi. Ona dönüp baktığımda gözlerinden yaşlar boşalıyordu.”

Beyhâkî de Sünen’inde Ebû Hureyre radıyallahu anh’ın şöyle dediğini nakletmektedir: Allah Teâlâ’nın, “Şimdi siz bu söze (Kur’ân’a) mı şaşırıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz!” (Necm, 53/59-60) buyruğu nazil olduğunda Suffe ehli, gözyaşları yanaklarından akıncaya kadar ağladı. Onların ağladıklarını farkeden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onlarla birlikte ağladı. Onun ağlaması üzerine bizler de ağladık. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah korkusundan ağlayan kimse cehenneme girmez.” buyurdu.

İbn Ömer radıyallahu anhuma da Mutaffifîn sûresini, “Öyle bir gün ki, o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divana duracaklar.” (Mutaffifîn, 83/6) buyruğuna varıncaya kadar okudu. Sonra yere yıkılıncaya kadar ağladı.

Muzâhim b. Züfer şöyle der: Süfyan es-Sevri, bize akşam namazını kıldırdı. “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” buyruğuna varınca kıraati kesilinceye kadar ağladı. Daha sonra Fatiha suresini yeni baştan okudu.



5- Güneşin Doğmasına Dek Mescidde Kalmak:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kılınca güneş doğuncaya kadar namaz kıldığı yerde otururdu. (Müslim)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

“Kim sabah namazını cemaatle birlikte kılar sonra da güneş doğuncaya kadar oturup Allah’ı zikreder daha sonra da iki rekât namaz kılarsa bu onun için tam ve eksiksiz olarak bir hac ve umre ecri gibi olur.”(Tirmizî)

Ey sevgili kardeşim, her gün umre ve hac sevabı almak istemez misin?!

Acaba bu ibadet vasıtasıyla her gün hac ve umre sevabı kazanmak mümkünse ya Ramazan günlerinde yapılırsa ecri ne olur? Bu yüzden geceyi namaz kılmakla geçirmek sûretiyle pek büyük mükâfatlar kazanmak için Allah’ın yardımını dilemeli, bu hususta salihlere uymalıyız. Allah rızası için nefislerimizle cihad etmeli ve cennet makamlarının zirvelerine ulaşabilmek için büyük gayretler göstermeliyiz ki, himmetimiz yüksek olsun.



6- İtikâf:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, her Ramazan ayının son on günü itikâfa girerdi. Vefat ettiği yılın Ramazanında ise yirmi gün itikâfa girdi.”(Buhârî)

İtikâf; Kur’an okumak, namaz kılmak, zikir, dua gibi pek çok itaati bir arada bulunduran ibadetlerden biridir. İtikâfı denemeyen bir kimse bunun zor ve sıkıntılı olduğunu düşünebilir. Ancak bu, Allah’ın kendisine kolaylaştırdığı kimseler için pek kolaydır. Her kim salih bir niyet ve samimi bir kararlılıkla kuşanırsa, Allah da ona yardım eder. İtikâf, özellikle Kadir gecesini bulmak maksadıyla Ramazan ayının son on gününde yapılan şer’î bir halvettir. İtikâfta bulunan kimse, kendini, Allah’a itaate ve Allah’ı zikretmeye hasretmiş, O’nu zikretmekten uzaklaştıracak her şeyle ilişkisini kopararak bütün kalbiyle ve bedeniyle Rabbine ve kendisini Rabbine yakınlaştıracak şeylere yönelmiş olur. Böyle bir kimsenin Allah Teâlâ ve O’nun kendisinden razı olması dışında hiçbir maksadı kalmaz.



7- Ramazanda Umre Yapmak:

“Ramazan ayında yapılan bir umre, bir hacca denktir.”(Muttefekun aleyh)

“(Ramazan umresi) Benimle yapılan bir hac gibidir.” (Fethu’l-Bârî)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir hac yapabilene ne mutlu!



8- Kadir Gecesini Araştırmak:

“Biz onu (Kur’ân’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren oldu mu? Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadir, 97/1-3)

“Kadir gecesini, (faziletine) inanarak ve ecrini de umarak namazla geçiren bir kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.”(Muttefekun aleyh)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Kadir gecesini araştırır ve ashabına da bu geceyi araştırmalarını emrederdi. Ramazanın son on gününün gecelerinde, aile fertlerini, Kadir gecesine erişmeleri umuduyla ibadet için uyandırırdı.

Ömrünü bir hiç uğrunda harcayan kul!

Peygamberimiz ve selef-i salihîn, bu büyük gecenin hayrına ulaşabilmek amacıyla yıkanır, temizlenir ve ibadetlerini de büyük bir ihtimamla yapardı.

Sen de böyle yaparak, şimdiye kadar kaçırdıklarını Kadir gecesinde telâfi etmeye bakmalısın! Elbet bugünün de hesabı verilecek! Kadir gecesinde yapılan bir amel, başka zamanlardaki bin ayda yapılan amelden daha hayırlıdır. Bu hayırdan mahrum kalan, gerçekten çok şeyden mahrum kalmış biri olur.

Ramazanın son on gününde yer alan Kadir gecesinin, özellikle tek gecelerde bulunma ihtimali daha kuvvetlidir.

Ubey b. Ka’b şöyle derdi: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in belirttiği işaretlere göre güneş, Kadir gecesinin sabahında gözü rahatsız eden parıltısı olmaksızın doğar.

Hz. Aişe radıyallahu anha’nın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dediği nakledilmektedir:

“Ya Rasûlallah! Kadir gecesine rastlarsam ne diyeyim?”Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de (اللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي)“‘Allah’ım! Şüphesiz ki Sen çok affedensin, affetmeyi seversin, beni de affet.’ de!”(Buhari) buyurdu.



9- Çokça Zikir, Duâve İstiğfârda Bulunmak:

Ramazanın tüm gün ve geceleri faziletlidir. Bu günleri ganimet bilerek çokça zikir ve dua etmek, özellikle de duaların kabul edildiği anlarda buna dikkat etmek gerekir. Bunlar da şunlardır:

a- Oruç açma vakti: Bu vakitte yapılan dua geri çevrilmez. Bu da iftar saatidir.

b- Gecenin son üçte biri: Sahih hadislerden öğrendiğimize göre Rabbimizin, izzet ve celâlinin layık olduğunca dünya semasına inip de “Bir dilekte bulunan kimse var mı ona vereyim, mağfiret isteyen var mı onu mağfiret edeyim.” dediği vakit, gecenin son üçte biridir.

c- Seher vaktinde istiğfar: “Seher vakitlerinde de istiğfâr ederlerdi.” (Zâriyat, 56/18)

d- Cuma günü duası: Cuma da duanın kabul edildiği vakit kollanmalı, cuma gününün son vakti; özellikle ikindi ezanı sonrası duayla değerlendirilmelidir.

Bu cennet bahçelerinde salih amellerin gölgesinde yaptığımız bu gezintiden sonra çok önemli bir noktaya değinelim ey aziz kardeşim!

Bu önemli nokta nedir bilir misiniz? İhlastır. Nice oruçlu, oruç tutmasına rağmen açlık ve susuzluktan başka bir şey kazanamaz. Nice namaz kılan kişi vardır ki, uykusuzluk ve yorgunluktan başka bir şey elde edemez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Kim imanla ve ecrini yalnız Allah’tan umarak Ramazanı oruçlu geçirirse geçmiş günahları affolunur.” hadisindeki “imanla ve ecrini yalnız Allah’tan umarak” sözüyle bu önemli noktaya işaret etmiştir.

Selef-i salihîn, kabul edilmeyeceği korkusuyla amellerini gizli yapmaya özel gayret gösterirdi!

Muhammed b. Vâsî rahmetullahi aleyh şöyle der: “Öyle kimselere yetiştim ki, onlardan birinin başı, hanımı ile birlikte aynı yastıkta olduğu halde yanağının altındaki yastık gözyaşlarıyla ıslanırdı da hanımı bunun farkına varmazdı. Yine öyle kimselere de yetiştim ki, safta namazdayken -her birinin- gözyaşları yanaklarına akardı da yanıbaşındaki bile bunun farkına varmazdı.”

Süfyân es-Sevrî rahmetullahi aleyh, “Öğrendiğime göre kul, gizlice bir amelde bulunur. Fakat şeytan onun peşini bırakmaz, nihayet onu yenik düşürür ve bu amel, alenî yapılmış gibi yazılır. Sonra şeytan onun peşini yine bırakmaz, o da sonunda bu ameliyle övünmeyi arzu eder. Bu sefer ameli, alenen yapılmış olmaktan da silinerek riyakârca yapılmış olarak kaydedilir.” demiştir.

İmam Ebu Eyyub es-Sahtiyanî, gece namazına kalkarken yanıbaşında yatan hanımına fark ettirmeden kalkmak için hırsız gibi davranırdı. Sabah namazı vakti girince de sanki yeni kalkıyormuş gibi ehl-i beytini namaza kaldırırdı.

İbn Ebî Udey şöyle anlatıyor: Davud İbni Ebî Hind (âlim ve âbid bir zattı), kırk sene nafile oruç tuttu da ehl-i beyti bile farkına varmadı. Ayakkabı yapan bir insandı. Sabah işe giderken yanına aldığı yemeğini yolda tasadduk ederdi. Eve döndükten sonra da akşam yemeği yiyormuş gibi iftar ederdi.



10- Ramazanda Boş Şeylerle Meşgul Olmak

Vakti boşa geçirmek ve Allah’a itâat dışında şeylerle ziyan etmek... İşte gaflet, ilahi rahmetten ve ilahi lütuflardan yüz çevirmek diye buna denir.

“Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşrederiz. O, ‘Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. Buyurur ki: ‘İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!’ Böylece, israfa sapanı ve Rabbinin ayetlerine inanmayanı cezalandırırız. Rabbinin azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” (Tâhâ, 20/124-127)



Ey Ramazanın hayrını ve bereketini yaşayan Müslüman kardeşim!

Gaflet içinde yaşayan Müslüman evlatlarının da bu hayrı ve bereketi alması için gayret etmeliyiz. Dosdoğru yola gelip hidayet bulmaları için onları davet etmeli ve gıyabında onlara dua etmeliyiz. Ümit ederiz ki, Allah dualarımızı kabul eder ve ebedî zilletten kurtuluruz. (Âmin)



Şeyh Abdullah Yolcu

Müslüman Âlimler Birliği

Yüksek Konsey Üyesi ve

Türkiye Temsilcisi

Guraba Yayınları sahibi
Read On 0 yorum

Sakal Dinen Gereklidir..

20:46
SAKAL DÎNEN GEREKLİDİR...






Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır. Salât ve selâm, peygamberlerin sonuncusu Rasûlullah’ın, ailesinin, ashabının ve kıyamete kadar onları dost edinen herkesin üzerine olsun.

Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)

Ve yine şöyle buyurdu:

“Kim Allah’a ve Rasûlune karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”(Nisa, 14)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:

“Şeytan artık bu topraklar üzerinde kendisine tapılmasından ümidini kesmiştir. Fakat bunun dışında sizin önemsemediğiniz bazı şeylerde ona itaatiniz onu memnun eder. Bundan kaçının. Muhakkak ki ben size iki şey bıraktım ki bunlara sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Bunlar Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünnetidir.” (Hakim)

Değerli Müslüman Kardeşim!

Bu ayet ve hadisler bize şunu ifade ediyor. Müslüman; gerek akaid gerek farzlar gerekse dua ve zikirde, kısaca bütün işlerinde Allah’ın Kitabı ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnetine sarılmadıkça gerçek bir müslüman olamaz. Bunun zahiren ve batınen, tam bir teslimiyet, gönül hoşnutluğu ve ihlas üzere olması gerekir. Allah ve Rasûlüne çağrıldığında bir müslümanın “İşittik ve itaat ettik.” (Nur, 51) demesi onun en belirgin şiarıdır. Şöyle ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerini yeryüzündeki tüm insanların sözlerine tercih eder. Büyük küçük ayrımı yapmadan İslam’ın tüm emirlerine sarılmaya çalışır. Zira İslam parçalanamaz bir bütündür. Hak, bölünme kabul etmez. İslam’da orta bir çözüm yoktur. Bazılarınca küçük görünen birtakım emirler şeriatin nazarında büyüktür.

“Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki, Allah katında çok büyük (bir suç)tur.”(Nur, 15)

Bilindiği gibi, bugün birçok müslüman sakal kesme hastalığına müptela durumdadırlar. Kültür işgalinin etkisiyle müslümanlar başta sakal tıraşı olmak üzere birçok gayr-i İslamî adet ve davranışları benimsemişlerdir. İslam ümmetinin aydınlık tarihinde böyle bir şey görülmemiştir. Müslümanların hidayet önderi imamlarından sakalını kesen tek bir kişi dahi yoktur. Bu sapık âdet bize, ülkemizi işgal eden kâfirlerden veya aramızdan kâfirlerin ülkelerine gidip salih geçmişlerinin yolundan yüz çevirerek kendilerini tamamen onlara benzeten, müminlerin yolundan başka yollar seçen kimseler vasıtasıyla girmiştir.

Allah Teâlâ’nın müslüman kardeşlerimizi faydalandırması ümidiyle burada sakalın İslam’daki yerini açıklamaya çalışacağız.







Sakalın tanımı:




Sakal: Yanaklar ve çene arasında çıkan kılların ismidir.

Bıyık dışında, çene, iki çene kemiği altı, iki yanak ve boynun iki yanında biten tüm yüz kıllarına sakal denir.

Sakal bırakmanın hükmü: Sakal bırakmak, akıl baliğ müslüman tüm erkeklere farzdır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sakal bırakılmasını emretmiş, kesilmesini yasaklamıştır.





Sakal bırakılması hakkındaki hadisler:




* Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Bıyıkları kısaltın, sakalları bırakın.” (Müslim)

*Yine şöyle buyurdu.

“Bıyıklarınızı iyice kısaltıp sakallarınızı salın.” (Buhari, Müslim)

* Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Mecûsilere muhâlefet edin, sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kesin.” (Müslim)

* Yine şöyle buyurdu:

“Müşriklere muhalefet edin, sakallarınızı çoğaltın, bıyıklarınızı azaltın.”(Buhari, Müslim)

* Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“On şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın uzatılması, misvak, istinşak (Burna su çekmek), mazmaza (ağza su vermek), tırnakları kesmek, parmak aralarını hilallemek, koltuk altı ve etek tıraşı olmak, istinca yapmak.”(Müslim)

Fakih sahabî İbn Ömer radıyallâhu anhumâ anlatıyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Bıyıkları kısaltın, sakalları olduğu gibi bırakın.” (Müslim)

Hadis metinlerinde sakalla ilgili geçen “Salın,” “Bırakın,” “Uzatın” ve “Çoğaltın” gibi tüm kelimeler sakalın kısaltılmaksızın kendi hali üzerine bırakılması anlamına gelir.

* Kisra’nın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gönderdiği iki elçi de sakallarını kesmiş, bıyıklarını ise uzatmışlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, huzuruna gelen bu adamlardan yüz çevirerek onlara bakmak istemedi ve “Yazıklar olsun, size bunu kim emretti?”diye çıkıştı. Onlar da “Bize bunu Rabbimiz (yani Kisra) emretti.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “Fakat Rabbim bana sakalımı uzatmamı ve bıyığımı kısaltmamı emretti.” (İmam Taberi)

Allahu Ekber! Vah o sakalını kesen müslümana! İşin vahametine bir baksın; acaba Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onun yüzüne bakmak istemezse ne hissedecek? Hatta mübarek yüzünü, “Yazıklar olsun! Sana bunu kim emretti?!”diyerek ondan çevirirse ne cevap verecek?

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına emrettiği her şeyi öncelikle kendisi yerine getirirdi. O, uzun ve gür sakallıydı.





Sakalı Kesmenin Haram Olduğuna Dair Deliller:




1- Allah’ın yarattığını değiştirmektir: Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Allah’ın yaratışında değişme yoktur.” (Rum, 30) Yani Allah’ın yaratışını ve sizi yarattığı şekli değiştirmeyin. Allah Teâlâ, İblis’in şöyle dediğini naklediyor:

“Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.”(Nisa, 199)

Bu nas açıkça, şer’î bir izin olmaksızın, Allah’ın yarattığını değiştirmenin şeytanın emrine itaat olduğunu göstermektedir. Sakal kesmenin, şeytanın sevdiği ve emrettiği bir “yaratılışı bozma işi” olduğunda hiç kuşku yoktur.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

“Güzelleşmek için dövme yapan ve yaptıran, yüzden kıl alan (kaşlarını incelttiren), seyrekleştirmek için dişlerinin arasını yontturmak suretiyle Allah’ın yaratmış olduğu şekli değiştirenlere Allah lanet etmiştir.” (Buhari, Müslim)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bütün bu davranışları Allah’ın yaratmış olduğu şekli bozmak olarak kabul etmiştir. Sakal tıraşının da güzellik için işlenilen bir yaratılışı bozma eylemi olduğunda şüphe yoktur. Bu davranış da aynı amacı taşıdığı için yaratılışı bozmaya yönelik diğer davranışlar gibi hadiste belirtilen lanete dahildir. Sakal tıraşı, Allah’ın yarattığına itiraz anlamına gelir. Zira Allah Teâlâ insanı en güzel ve en mükemmel surette yaratmıştır. Allah azze ve celleşöyle buyuruyor:

“Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı.”(Tegabun, 3)

“Biz, hakikaten âdemoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık.” (İsra, 70)

“Biz, insanı en güzel biçimde yarattık.”(Tin, 4)

“Bu, her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır.” (Neml, 88)

Şüphesiz sakalın kesilmesi bu büyük nimete karşı yapılan bir nankörlüktür.

2- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine muhalefettir: Yukarıda geçen hadislerde görüldüğü gibi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem açıkça sakalın uzatılmasını emretmiş ve kesilmesini yasaklamıştır. Emir ise emredilen şeyin yapılmasını gerektirir. Emre uyan sevap alırken uymayan cezalandırılır. Usul-i fıkıhta emir, -aksine bir delil olmadığı sürece- farziyet ifade eder. Burada ise bütün deliller bu emrin farziyet ifade ettiğini desteklemektedir. Buradan da sakalı kesmenin, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in açık ve kesin emrine aykırı olduğu anlaşılmaktadır.

Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

“Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”(Ahzab, 36)

“Artık kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse, bilsin ki ona, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin, 23)

3- Kafirlere benzemektir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem birçok sahih hadisinde “Mecusilere muhalefet edin...” “Müşriklere muhalefet edin...” ve “Ehl-i kitaba muhalefet edin...” buyurmuştur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, sakalı kesmenin müşriklerin âdeti olduğunu, müslümanların onlara muhalefet etmeleri ve benzememeleri gerektiğini bildirmiştir.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor: “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o, onlardandır.” (Ebu Davud)

Sakalı kesmek, günümüzde birçok kâfir milletin alameti olmuştur. Bu, onlara ait çirkin bir âdet olup bize de onlardan geçmiştir. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor:

“Bizden başkasının âdetiyle amel eden bizden değildir.”(Taberani)

4- Kadınlara benzemektir:Şüphesiz erkekleri kadınlardan ayıran sakalın kesilmesi onların kadınlara benzemesine sebebdir. Zira sakal, erkeğin alameti farikası olup erkekle kadın arasındaki en büyük farktır. Kadınlara benzemeye çalışanlar erkekler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in diliyle lanetlenmişlerdir.

“Erkeklerden kadınlara benzemeye çalışanlar lanetlenmişlerdir.”(Buharî)

Eğer sakalı kesmek, kadınlara benzemek değilse, kadınlara benzemek ya nasıl olur?!

Sakalın erkeklere kazandırdığı birçok özellik vardır: O; erkeğin süsü, vakarı ve heybetidir. Ayrıca kadın ile erkeği birbirinden ayıran en büyük farklardan biri de sakaldır.

5- Fıtrata aykırıdır: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30)

Fıtrat: Allah’ın insanları yarattığı saf ve temiz hâl, yani Rasûlullah’ın ve bütün peygamberlerin getirdiği sünnettir! İnsanlar fıtrata eğilim duyarlar, ona aykırı şeylerden kaçınma isteği üzerine yaratılmışlardır. İnsanın, fıtrattan gelen bu hasletleri terk ettiği takdirde, insanlığından bir eser kalmaz. Sakal, tüm peygamberlerin aleyhimüs salati vesselam seçtikleri ve tüm şeriatlerin üzerinde ittifak ettikleri ezelî bir sünnet ve fıtrattan gelen bir haslettir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hulefa-i Raşidîn, Sahabe, Tabiînin tamamı, dört imam ve müctehid imamların hepsi fıtratın ve sünnetin gereği olarak uzun sakallı idiler.

6- Sakal tıraşı; israf, vakit kaybı ve günahı açığa vurmaktır: Sakalı kesmek için jilet, tıraş sabunu v.b. gibi şeylere masraf yapılmaktadır ki bu, Allah’ın bize emanet olarak verdiği malı uygun olmayan işlerde harcamaktır. Yüce Allah, kıyamet gününde bunun hesabını soracaktır. Bu iş için harcanan paranın fazla bir şey olmadığı söylenemez. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzâl, 9)

Aynı şekilde müslümanın vakti de çok kıymetlidir. Böylesi haram işler için zayi edilmemesi gerekir. Sakalı kesmek; açıkça günah işlemek ve bunu herkese göstermek olup bu da çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyuruyor:

“Bütün ümmetim affolunur, ancak günahlarını açıktan işleyenler hariç.” (Buhari)





İmamların sakal kesme konusundaki sözleri:




Bütün fakihler, sakal tıraşının haram olduğunu belirtmişlerdir. İbn Hazm rahimehullah, Meratibu’l-İcmaa’da şöyle diyor: “Sakal kesmenin, caiz olmayan bir tür musle olduğunda ittifak edilmiştir.” (Musle: Şekli değiştiren küçük düşürücü, alay ettirici ve onur kırıcı bir davranıştır)

Zira yüz, Allah’ın yaratıcılık kudretinin ileri derecede ifadesini bulduğu, duyuların ve güzelliğin merkezidir. Dolayısıyla yüze saygı duyulması ve onun, Allah’ın yarattığı şekilde muhafaza edilmesi gerekir; çirkinleştirilmesi veya aşağılanması değil!

Abdullah b. Yezid el-Ensarî radiyallahu anhşöyle diyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yağmacılığı ve müsle yapmayı yasakladı.” (Buharî)

* Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah, el-İhtiyaratu’l-İlmiyye’de şöyle der: “Sahih hadislerde belirtildiği üzere sakalı kesmek haramdır. Hiç kimse mübah görmemiştir.”

* Hanefi âlimlerinden allame İbn Abidin rahimehullah, Reddü’l-Muhtar’da şöyle der: “Erkeğin, sakalını kesmesi haramdır.”

* İmam-ı Şafi rahimehullah da el-Ümm’de sakalı kesmenin haram olduğunu belirtmiştir.

* Malikî âlimlerinden el-Adevi rahimehullah da, İmam Malik’den, sakal kesmenin mecusilerin işlerinden olduğunu nakletmiştir. İmam İbn Abdilber de et-Temhid’de sakal kesmenin haram olduğunu ve bunu ancak kadınlara benzeyen -kadınsı- erkeklerin yaptığını belirtmiştir.

Çağımızda, önder imamların yolundan giden birçok büyük âlim de sakalı kesmenin haram olduğu görüşünde birleşmişlerdir.





Sakal kısaltılabilir mi?




Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in muteber âlimleri bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Elbette bu ihtilafın ayrıntılarının yeri burası değildir. Fakat sözlü ve fiilî hadisler ışığında en tercihe layık görüş, sakala dokunmamak, olduğu gibi bırakmaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şemailinden biri de budur:

“Sakalı çok idi.” (Müslim)

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem uzun sakallıydı.” (Ahmed)

Enes b. Malik radıyallahu anh, onu anlatırken “Sakalı şuradan şuraya kadar doldurmuştu.” dedi ve ellerini boynunun iki yarısında dolaştırdı. (Tarihu İbn Asakir)

Sahabe radiyallahu anhum, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in öğle ve ikindi namazlarında Kur’an okuduğunu “sakalının kıpırdamasından” anlıyordu. (Buharî)

Ancak bu görüşe sahip olan âlimler sakalın; hadislerde belirtilen muhtevasına, yapısına ve gürlüğüne dokunulmaması şartıyla fahiş taraflarının, dengesizliklerinin (bir tarafının uzun, bir tarafının kısa olması gibi) düzeltilerek giderilebileceğine cevaz vermişlerdir.

Ayrıca diğer âlimler de farklı görüşleri tercih etmiş olup sakalı bir tutam (bir kabza) kesmenin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Onlar; Hz. Ömer, oğlu Abdullah ve diğer bazı sahabîlerin radiyallahu anhum fiillerine binaen sakalın bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemişlerdir.

Şunu iyi bilmeliyiz ki sakalın bir tutamdan fazlasının kısaltılması meselesi ictihadî bir konudur. Bu konuda nasihatin ötesinde “Sakalını şu ölçüde kısalttı.” diye kimseye baskı yapılamaz ve bundan dolayı da vela ve bera (dostluk-düşmanlık) uygulanamaz.





Ancak sakalını bir tutamdan fazla kesenlerin, çok kısaltanların, fahiş derecede alanların ve gürlüğünü kaybettirenlerin muteber âlimlerden gelen geçerli hiçbir delili yoktur. Onlar; çağa ve modaya uyarak, heva ve hevese kapılarak ve şeytanın vesvesesine aldanarak nefse hoş geldiği için bu hatayı işliyorlar. Biz onları, Allah’tan korkmaya davet ediyor ve cennetle müjdeleyip cehennem ateşinden sakındıran Elçisinin sünnetine uymaya çağırıyoruz.




















Ey Allah ve Rasûlünü Seven Değerli Kardeşim!






Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i sevdiklerini iddia edip de onun görüntüsünü ve ona benzemeyi sevmeyenlere ne demeli!?

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.”(Âl-i İmrân, 31)







Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:




Tamamı idrak edilemeyenin tamamı terk edilemez; az olan, hiç olmayandan daha hayırlıdır. Sakalını kısaltan, bu davranışında hatalı olmakla beraber, sakalını tamamen kesenden daha hayırlıdır.
















Allah ve Rasûlünü seven akıllı müslüman kardeşim!


“Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine icabet edin.” (el-Ahkaf, 31)

Allah’ın rahmet olarak gönderdiği Peygamberine muhalefet etmekten kaçın!

“Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”(Buhari, Müslim)

Sakalını kestiğin zaman kafirlere benzemiş olursun ki bu durumda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözüne muhatap olursun:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o, onlardandır.”(Ebu Davud)

Ayrıca şu hadisi idrak etmekte de bir fayda olduğunu düşünüyoruz:

Eş’as b. Süleym şöyle dedi: Halamdan duydum. Amcasının şöyle dediğini anlattı: “Medine’de yürürken arkamdan birisi, “İzarını yukarı kaldır, böylesi daha takvâya yakındır.” dedi. Dönüp baktığımda bir de ne göreyim! O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem! “Ya Rasûlallah, bu uzun bir hırka.” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Ben senin için iyi bir örnek değil miyim?” buyurdu. İzarına baktım; diziyle ayakları arasında, bacaklarının yarısındaydı.” (Şemailu Tirmizî)





Ey sakalını kesen müslüman!






Sen bu konuda mazeretler sıralarken, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, sana; “Ben senin için iyi bir örnek değil miyim?” dediği zaman ne yapacaksın!?

Daima ahireti düşünmek ve fitneler diyarı olan fani dünya hayatına aldanmamak gerekir. Çünkü dünya hayatı gerçekten kısayken ahiret hayatı ise ebedîdir.





Sözlerimizi bitirirken; Peygamberimiz Muhammed’e, ailesine ve ashabına salât ve selâm ederiz.
Read On 1 yorum

İslam Alemindeki Son Gelişmelerden Alınacak Dersler..

20:44
İSLAM ÂLEMİNDEKİ SON GELİŞMELERDEN

ALINACAK DERSLER



Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd; Peygamberimiz Muhammed’e, ailesine, ashabına ve onları dost edinenlere salât ve selam olsun.

Hak ile bâtıl arasındaki mücadele çok eskidir; yüce Allah’ın, babamız Adem’i Cennet’te yarattığı günden beri devam etmektedir. Bu mücadele, Allah Teâlâ’nın kâinata koymuş olduğu bir sünnettir (kanundur). Bâtıl ehli kâfirlerin ve yardımcılarının, çeşitli yollara başvurarak İslam’ı ve Müslümanları ortadan kaldırma yönündeki çabaları da yüce Allah’ın bu kâinattaki sünnetidir.

Osmanlı devletinin yıkılışından sonra kâfirlerin, İslam diniyle savaş konusunda başvurdukları yöntemlerin en başta geleni, İslam ülkelerinde, Müslümanlar arasından, onların sözlerinden dışarı çıkmayan uşakları ve yardakçıları seçip önemli görevlere getirmek, onların sayesinde Allah’ın şeriatını devlet yönetiminden uzak tutmak ve onu -tamamen ya da kısmen- insanların hayatından çıkarmak olmuştur. Böylece yıllar sonra pek çok Müslüman, üstün dinlerinden neredeyse hiçbir şey bilmez bir hale gelmişlerdir. Zulüm, baskı, istibdat ve perişanlık yayılmıştır.

İslam dininin esaslarına dört koldan savaş açılması sonucunda İslam ülkelerinde dengeler alt üst olmuş ve hak bâtıl, bâtıl hak, rezalet de fazilet halini almıştır. Kötülükler artmış, çirkin işler çoğalmış ve dine ters düşen inançlar her yanı sarmıştır. Bunun peşinden de zalim yöneticilerin baskı ve zulmünden kaynaklanan korku, insanlar arasında hâkim olmuştur.

Yüce Allah, sonsuz hikmeti gereği bu kutlu ümmetin içinde bulunduğu durumu değiştirmeyi irade edince, Müslüman halklar hep birden -önceden hiçbir belirti de olmaksızın- ayaklanarak zorba idarecilerine baş kaldırdılar ve bazılarını tahtlarından alaşağı ettiler. Bu ayaklanmalar hâlihazırda devam etmekte ve geride kalan tahtlar da sarsılmakta, devrilecekleri günü beklemektedir. Diktatör devlet başkanlarının birkaçı, ülkelerini bırakıp kaçmış; ne orduları ne de zorba emniyet güçleri onlara bir yarar sağlamamıştır. İşte korkaklar böyledir. Korkuya kapıldıklarında her şeyi bırakıp kaçarlar. Tarih bir kez daha tekerrür ediyor.

“Acısıyla tatlısıyla hayat, ders ve ibretlerden oluşur.” kuralından yola çıkarak biz de her Müslüman’ın bu son olaylardan alması gereken önemli dersleri gözler önüne sermek istiyoruz:

1- Allah Teâlâ değiştirir, ama kendisi asla değişmez. Bütün kâinatın mülkiyeti, yalnızca O’nun elindedir. O’nun ortağı yoktur. Mülk, O’nundur ve hamd de O’nadır. O’nun her şeye gücü yeter. Mülkü dilediğine verir, dilediğinin elinden alır. Bütün idare, O’nun elindedir. O, her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“(Rasûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden de geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Şüphesiz ki Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i İmran, 26)

2- Zulüm ne kadar köklü ve büyük olsa da, ne kadar uzun sürse de ilelebet devam etmez. Zalimlerin sonu; mutlaka helak, yıkım ve acıklı bir azaptır. Allah Teâlâ, hikmeti gereği zalime mühlet verir, ama onu asla unutmaz ve cezasız bırakmaz. O, insanlar gibi acele de etmez. Çünkü yüce Allah insanların acelelerine göre hareket etmez; olayları, kendi ezelî ilmi ve sonsuz hikmetiyle takdir eder. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah, zalim toplumu doğru yola ulaştırmaz.” (Âl-i İmran, 86)

“Allah, zalimleri sevmez.” (Âl-i İmran, 57)

3- Küfür ehli, uşaklarını ve yardakçılarını yapayalnız ve yardımsız bırakıp onların kendilerinden olmadıklarını ilan ederler. Nitekim bu durum, son olaylarda da ayan beyan ortaya çıkmış ve herkes tarafından görülmüştür. Kâfir devletler, önceden kendilerini destekleyen uşaklarına arka çıkmayıp yalnız bırakmışlar ve onların kendi ülkelerine iltica etme isteklerini bile reddetmişler, hatta mazlum halkların yanında olduklarını açıklamışlardır.

İşte şeytanın da kendisine tâbi olanlara karşı takındığı tavır budur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Tıpkı şeytan gibi… Çünkü şeytan, insana, ‘İnkâr et. (Küfret)’ der. İnsan küfredince de ‘Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.’ der.”(Haşr, 16)

4- Azim, sabır, ısrar ve İslamî ilkelere bağlılık sayesinde -Allah’ın izniyle- bütün amaçlar, arzular ve imkânsız gibi görülen şeyler gerçekleşir. Bu, şu demektir: Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmak; samimi Müslümanların takva, tevekkül, sabır, sebat ve ciddiyetle sürekli bir şekilde çalışmalarını ve fedakârlıkta bulunmalarını gerektirmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Eğer sabreder ve takvalı olursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmran, 120)

5- İslam ümmeti -ne yazık ki- hâlâ daha ilahî yardım ve yeryüzüne hâkim olma şerefini kazanmaya hazır değildir. Çünkü bunu sağlayacak gerçek sebeplere sahip değildir. Zira yaşanan bu son olaylarda ön plana çıkan istekler, Allah Teâlâ’nın şeriatından uzak şeylerdir. Hatta bunlar arasında yüce Allah’ın şeriatı dışındaki sistemlerin hâkim kılınması yönünde istekler bile var! Hâlbuki önemli olan, sadece düzenin değişmesi değildir. Esas önemli olan, Müslüman toplumların Allah Teâlâ’nın şeriatını yeryüzünde hâkim kılmak için iman, eğitim ve fedakârlık noktasında ne kadar hazırlıklı olduklarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (O’nun dinini hakim kılmaya çaba gösterirseniz) Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz, sabit kılar.” (Muhammed, 7)

6- Bazı Müslümanlar, adam öldürmek ve kan dökmek suretiyle Allah’ın koyduğu sınırları çiğneme noktasında büyük bir cür’et gösteriyorlar. Aynı şekilde protesto amacıyla kendilerini yakıp intihar etme cür’etini gösterenler de vardır. Bundan daha dehşetlisi ve kötüsü ise bu tür protesto eylemlerinin teşvik edilmesi, hatta şehadet ve kahramanlık olarak nitelendirilmesidir. Hâlbuki bu, büyük günahlardan ve haramlardan biridir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 93)

“Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide, 32)

7- Ümmet, geçmişten ders mi alacak? Yoksa geçmişte yaşananlar tekrar edilecek ve bu olayların meyvelerini, onların sahibi olmayan ve geçmişteki bozgunculardan da hiçbir farkı bulunmayan bozguncu odaklar mı devşirecek? Allah’ın emin Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:

“Mümin, aynı delikten iki kere ısırılmaz.” (Buhârî)

8- Ne emniyet ne güven ne huzur ne mutluluk ne izzet ne zafer ne kölelikten kurtuluş ne hâkimiyet… Kısacası ümmetin bir asırdan daha fazla bir süredir içinde bulunduğu sıkıntı ve zilletin son bulması, ancak samimi bir şekilde Allah’a yönelmekle ve O’nun hikmet dolu şeriatını hâkim kılmakla mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Allah, sizlerden iman edip salih ameller yapanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Çünkü onlar Bana kulluk ederler; hiçbir şeyi de Bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (Nur, 55)

9- İsyanlar, günahlar, kötülükler, Allah’ın şeriatından yüz çevirmek, haramları işlemek ve yasakları çiğnemek, Allah Teâlâ’nın gazaplanmasının ve azabının inmesinin en başta gelen sebeplerindendir. Başa gelen her musibet, işlenen bir günah sebebiyledir. O musibetin kalkması ise ancak samimi bir dönüş ve nasuh (gerçek) bir tevbeyle mümkündür. Çünkü Allah’a isyanı görüp ona karşı çıkmayan, günahı görüp onu çirkin bulmayan bir toplum; bela, musibet ve fitnelerin her türlüsüne uğramayı hak etmiş demektir. Tıpkı Allah’ın yolundan sapan ve O’nun Kitabından yüz çeviren Müslüman ülkelerin uğradığı gibi… Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Rabbin, zulmeden memleketlerin halkını (azapla) yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle (şiddetli)dir. Şüphesiz O’nun yakalaması, çok acı vericidir ve pek çetindir!” (Hud, 102)



Müslüman Âlimler Birliği Yüksek Kurulu Üyesi ve

Türkiye Temsilcisi

Abdullah YOLCU
Read On 0 yorum

GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)