GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Mutezile'nin isim ve sıfat hakkındaki neyf naslarına karşı tutumu..

10:59
بسم الله الرحمن الرحيم



El-hamdulillâh es-Salâtu ve’s-Selâmu Alâ Rasûlillâh. Emmâ ba’du:



Malum olduğu üzere ehl-i sünnetin indinde Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tespitinde kullanılacak deliller, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetidir.

Mutezile’ye gelince ise; ehl-i sünnetin onlar hakkında “Mutezile, Allah azze ve celle hakkında nefyettiklerini, tafsîlî delillerle nefyetmemektedirler.” dediğini görürüz.

Bu meseleyi daha iyi kavrayabilmek için her şeyden önce bazı ön bilgilere sahip olmamız gerekmektedir:

Şöyle ki;

Allah hakkında herhangi bir ismi veya herhangi bir sıfatı ispat etmede elimizde sadece iki şey vardır: Bunlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün Sünnetidir.


Ehl-i Sünnet, Allah’ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine bakar, orada Allah’ın kendisine veya Rasûlünün vahiy yoluyla Rabbine ispat ettiklerini ispat ve nefyettiklerini de nefyederler. Bununla birlikte ispat hakkındaki nasların nefy hakkındaki naslardan daha tafsîlî olduğunu söylerler.




Ancak burada dikkat edilmesi gereken ince bir nokta var:

Ehl-i sünnet isim veya sıfatlardan ispat ettikleri hakkında tafsilî (tek tek) delil getirir. Aynı şekilde nefyederken de tek tek delil getirir. Nefiy hakkında getirdikleri bu deliller, ya direkt olarak tayin edip de nefyeder; Mesela “و لا يظلم ربك أحدا / Ve Rabbin hiç kimseye zulmetmez” ayetiyle kendisinden “zulm”ü nefyetmesi gibi… Ya da gerektirerek/zorunlu kılarak nefyeder; mesela “وإنك أنت العليم الحكيم / Ve şüphesiz ki Sen Alîm’sin, Hakîm’sin.” ayetiyle de “ilm” sıfatını ispat eder ki bu da “cehalet”in nefyini gerektirir/zorunlu kılar.

Ehl-i sünnetin izlediği metot genel hatlarıyla (özlü olarak) bu şekildedir.

Bu konuyu Mutezile açısından değerlendirdiğimizde;

Mutezile’yi “ispat” açısından ele aldığımızda; zaten onlar sıfatları genel olarak ispat etmezler.

Ancak “nefy” açısından ele aldığımızda; ehl-i sünnet âlimlerinin Mutezile’nin açık (tafsîlî) naslarla nefyetmediğini söylediklerini görürüz.

Şayet bir kimse, ehl-i sünnetin bu sözüne karşı derse ki: Bilakis Mutezile herhangi bir sıfatı “nefy”ederken tafsîlî naslarla/delillerle nefyetmiştir. Yani “nefiylerini” naslar/deliller üzerine bina etmiştir. Mesela Allah azze ve celle’nin ahirette görüleceğini inkâr ederken;

“لا تدركه الأبصار / Gözler onu idrak edemez.” veya “فلا جاء موسى لميقاتنا كلمه ربه، قال رب أرني أنظر إليك قال لن ترني / Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca ‘Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!’ dedi. (Rabbi): ‘Sen beni göremezsin.’” ayetlerini delil olarak getirmiş ve böylece nefyederlerken tafsîlî delillerle nefyetmişlerdir.

Deriz ki: “Ehl-i sünnetin Mutezile’ye karşı ortaya koymuş olduğu bu kâide, aynen vechi üzeredir. O da şudur: “Mutezile, sıfatları nefyetme hususunda tafsîlî naslarla istidlâl etmemektedir.”

Ancak zikredilen bu iki delile gelince:

Mutezile şuna itikad eder ki/şunu ikrâr eder ki; Allah azze ve celle’nin görülmesi/Allah azze ve celle’yi görmek imkânsızdır.

Cedel babından, “Gözler O’nu idrak edemez.” ayetinin dünya ve ahirette Allah’ın görülemeyeceğine delalet ettiğini kabul etsek bile –ki asla buna delâlet etmemektedir- ; “Mutezile’nin mezhebi bu mudur?” Cevap ise bellidir: Elbette ki “Hayır.”

Çünkü Mutezile mezhebinin iddiası bundan daha ileri derece anlamlar içermektedir.

Bu sözümüzün anlamı şudur: Bu ayeti, ıtlağı üzere ele aldığımızda, görülmesinin nefyine delalet etmektedir. Burada, görmenin nefyinden başka bir şey yoktur. Yani sadece görmenin nefyi vardır, deriz.

Ancak Mutezile, “görülmez” deyip de nefy mi ediyor sadece? Yoksa aynı zamanda “görmenin imkansız olduğuna” mı inanıyor?!

Maruftur ki, nefyolunan bir şey, gayb olarak kalır. Yani, acaba bu nefyolunma, imkânsızlığı nedeniyle midir? Yoksa Allah’ın onu istememesi veya onu ortadan kaldıracak sebebin yokluğu nedeniyle midir?

Buraya çok dikkat edin!

Tabiri şu şekilde açacak olursak “Nefyetmek, o şeyin imkânsızlığına delalet eder mi? İmkânsızlığını gerektirir mi?

Cevap: İmkânsız kılmaz, imkânsızlığını gerektirmez.

Şayet Mutezile, delil olarak getirmiş olduğu bu ayetlerin durduğu yerde durmuş olsaydı, şöyle demesi gerekirdi: “Allah azze ve celle görülmez. Ancak görülmesi mümkün müdür, yoksa imkânsız mıdır Allah bilir. Yani; Allah azze ve celle mümkün olmasıyla birlikte mi görülmez, yoksa imkânsız olmasıyla birlikte mi görülmez Allah bilir” deselerdi, biz de derdik ki: “Evet, Mutezile nefyederken delillerle, mufassal delillerle nefyetmiş, ancak isabet edememişlerdir.

Şayet “Mümkün mü, yoksa imkânsız mı Allah bilir!” deselerdi. Derdik ki: Bunlar Haricîlerin düştüğü durum gibi gerçekten de delil getirmişler, ama bu delilleri anlayamamışlardır.

Ancak Mutezile böyle değil. Bu şekilde söylemiyor. Bilakis Mutezile, kitaplarında, görülmenin mümkün olduğuna itikad edenleri tekfir ediyor.

Çünkü onlara göre mücerred olarak Allah azze ve celle’nin görülmesinin mümkün olduğunu kabul etmek, Allah’ın cihette olmasını gerektirir. Cihette olması da cisim olmasını gerektirir. Bu da onların indinde açık bir küfürdür.

Bu yüzden kardeşler!

Meselenin tahkikine indiğimizde bunların akidelerini bina ettikleri nefiyde de tafsilî naslarla nefyetmediklerini görüyoruz.

Görüyor musunuz ehl-i sünnet âlimlerini, nasıl da muhaliflerin mezheblerini tahkik ediyor!

Bizi ehl-i sünnetten kılan Allah’a hamd olsun.

Vallâhu a’lemu ve sallallâhu alâ nebiyyinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn.



Hazırlayan: Ebu Zerka
Read On 2 yorum

Kabul ve red açısından MECAZ..

10:58
Bu mesele, dört husus dâhilinde işlenecektir.

Birinci husus: Mecazın tarifi.

İkinci husus: Mecazın rükünleri.

Üçüncü husus: Mecaz hakkındaki ihtilaflar.

Dördüncü husus: Bazı tenbihatlar.



Birinci Husus: Mecazın Tarifi.

Mecazı kabul edenler tarafından mecazın tarifi hususunda birçok söz söylenmiştir. Müteahhirlerden birçok kimse lügat kitaplarında, tefsir kitaplarında, fıkıh usulü kitaplarında mecaz meselesini bahis konusu etmişlerdir.

Mesela mecazın tarifini zikredenlerden birisi İmam Şevkânî’dir. İrşâdu’l-Fuhûl’da mecazın tarifi için şöyle diyor:

هو اللفظ المستعمل في غير ما وضع له لعلاقة مع وجود قرينة

“Bir alâka nedeniyle aslî/ilk konulduğu anlamının dışında kullanılan ve beraberinde bunu gerektiren bir karinenin bulunduğu lafızdır.”

Yine tarifi hakkında şöyle de diyor: “‘Hakikat anlamının zıddıdır.’ denmiştir.”

İbn Teymiyye rahimehullah da Mecmûu’l-Fetâvâ’nın 7. cildinde mecazın tarifi hakkında diyor ki: Lafzı, hakikat ve mecaz olarak taksim edenler şöyle demişlerdir: “Mecaz, ilk konulduğu anlamının dışında kullanılan lafızdır.” Mesela “el-Esed/Aslan” lafzının güçlü ve cesaretli bir kimse hakkında kullanılması gibi… Yapılan bu tarif, lafzın önce bir anlam için konulmasını, daha sonra da bazen ilk konulduğu anlamda, bazen de ilk konulduğu anlamın dışında kullanılmasını gerektiriyor.”

O zaman mecazın tarifine bakıldığında dört şeyin bulunması gerektiğini görüyoruz.

1. الوضع الأول = İlk konuluş.

2. الوضع الثاني = İkinci konuluş.

3. القرينة = Karinenin bulunması.

4. العلاقة = Alâkanın bulunması.

Karineden maksat: Lafzı, ilk konulduğu anlamında kullanmaya engel olan sebeptir. Lafzı, ikinci konulduğu anlamında kullanmaya mecbur bırakan/zorunlu kılan sebeptir.

Alâkadan maksat: İlk konulan anlamla ikinci konulan anlam arasında bulunan irtibattır.

Bunu bir misalle anlatalım: Şayet bir kimse,

رأيت أسدا على فرس شاهرا سيفه

“At üzerinde kılıcını çekmiş/kılıcını kuşanmış bir aslan gördüm.” derse; bu cümlede yer alan “الأسد/el-esed” lafzı, ilk konulduğu anlam olarak “avcı hayvan” hakkında ıtlak edilir (kullanılır). İkinci konulduğu anlam itibarıyla ise “cesaretli olan kişi”ye ıtlak edilir. Aralarındaki alâka ise her ikisinin de “cesaretli/güçlü” oluşudur. Bu cümlede yer alan “الأسد/el-esed” kelimesini, ilk konulduğu anlam olan avcı hayvana hamletmek ise mümkün değildir. “Atın üzerinde kılıcını çekmiş olması” karinesi, bizi ikinci konulduğu anlam olan “cesaretli/güçlü adam” anlamında kullanmaya sevk etmiştir. İşte mecazı kabul edenlerin indinde mecaz budur.



İkinci Husus: أركان المجاز dediğimiz “Mecazın Rükünleri.”

Mecazı kabul edenlerin indinde mecazın rükünleri dörttür.

Birinci Rükün: الأوضع الأول / İlk konuluş.

İkinci Rükün: الوضع الثاني / İkinci konuluş.

Üçüncü Rükün: Bizi, ilk konulduğu anlamda almaya men eden, ikinci konulduğu anlamda almaya zorunlu kılan karinenin bulunması. “Aslan” misalinde örnek verdiğimiz gibi…

Dördüncü Rükün: Alâkanın bulunması…

İşte mecazı kabul edenlerin indinde, mecaz için bu dört rüknün bulunması gerekir.

Karineye gelince: er-Râzî, Tefsir’inde, ez-Zerkeşî, el-Bahru'l-Muhît'te ve İbn Vezîr, Tercîhu Esâlîbi'l-Kur'ân da mecaz olması için bir karinenin olması gerektiği hususunda icma olduğunu belirtmişlerdir.

Bu icmayı İbn Teymiyye rahimehullah da Mecmûu'l-Fetâvâ'nın 6. cildinde zikretmiştir. Hatta akıl ehlinin icmasını belirterek demiştir ki: "Akıl ehlinin icmasıyla delil, yani karine bulunmadıkça mecaza hamletmek caiz değildir."

Alâkanın bulunmasına gelince: ez-Zerkeşî, el-Bahru'l-Muhit'te, ilk konuluş ile ikinci konuluş arasında alâkanın bulunmasının icmayla şart olduğunu zikretmiştir.

Bu sebeple bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Yani mecaz için bu dört rükün mecazın olmazsa olmazıdır. Bu dört rükünden herhangi bir tanesinin düşmesi/bulunmaması/ortadan kalkması mecazı ortadan kaldırır.



Üçüncü husus: "Âlimlerin Mecaz Hakkındaki Sözleri ve İhtilafları."

Âlimler mecaz hakkında ihtilaf etmişlerdir.

Birinci görüş: Mecaz, hem lügatte hem de Kur'ân ve sünnette bulunmaktadır. Müteahhirlerden bir grup ilim ehli bu görüştedir. Hatta bazıları bu görüşü cumhura nispet etmişlerdir. el-Âmudî, el-İhkâm kitabında; ez-Zamahşerî, el-Keşşâf ve Esâsu'l-Belâğa eserlerinde ve er-Razî, Tefsir’inde bu görüşü benimsemişlerdir. Hatta İbn Neccâr, Şerhu'l-Kevkeb'te bu görüşü cumhûra ve İmam Ahmed’in ashabının çoğunluğuna nispet etmiştir. Yine bu görüşü es-Semânî, el-Kavâti’ kitabında hem tercih etmiş hem de cumhûra nispet etmiştir. Yine bu görüşü İmam Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl'da cumhûra nispet etmiştir.

İkinci görüş: Bir grup ilim ehli, “Lügatte mecaz vardır, ancak Kur'ân da yoktur.” görüşündedir.

İmâm Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl da “Kur'ân da mecazın olmadığı görüşü Zahirîlerden rivayet edilmiştir.” demektedir. Hatta sonunda da şöyle der: "Bu, Zahirîlerden gelen, insafa sığmayan, aklın ve anlayışın kabul edemeyeceği meselelerin ilki değildir."

Yine bu görüşü İbn Teymiyye; Ebu’l-Hasen el-Harazi, Ebû Abdillah İbn Hamîd, Ebu’l-Fadl et-Teymî İbn Ebî el-Hasen et-Teymiy gibi bazı Hanbelîlere ve Muhammed İbn Huveyz Mindâd gibi Malikîlere ve Davud İbn Alî ile onun oğlu Ebû Bekr ve Munzir İbn Saîd el-Bellûtî’ye nispet etmiştir. Hatta bu konuda el-Bellûtî’nin bir eser telif ettiği/bir kitap yazdığı belirtilmiştir.

Üçüncü Görüş: Ne lügatte ne de Kur’an’da mecaz vardır. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım bu görüşü Ebû İshâk el-İsfirâyînî’ye nispet etmişlerdir. İmam Şevkani de İrşadu’l-Fuhul’da olduğu üzere bu görüşü Ebû İshâk el-İsfirâyînî’ye nispet edenler arasındadır.

Hatta İmam Şevkani, daha sonra Ebû İshâk’ın bu görüşünü çirkin görerek şöyle demiştir: Ebû İshâk el-İsfirâyînî, bu hususta muhalefet etmiştir. Bu hususta muhalefet etmesi, Arap diline muttali olmadığının en açık göstergesidir.

Sonra da diyor ki: Ebû Alî el-Fârisî’nin de böyle dediği söyleniyor. Ancak ben, Ebû Alî gibi birisinin böyle söyleyeceğini zannetmiyorum. Çünkü kendisi, böyle açık bir hususun kendisine gizli kalamayacağı bir Arap lügatı imamıdır, diyor. Hatta İbn Teymiyye rahimehullah, Fetâvâ’nın 7. cildinde bu görüşü selefe nispet ediyor. Diyor ki: Bu şekildeki bir taksimat/ayrım ilk üç asırdan sonra ortaya çıkmış bir ıstılahtır. Bunu ne sahabeden ne tabiînden ne de Malik, es-Sevri, el-Evzaî, Ebû Hanîfe, eş-Şafiî gibi meşhur imamlardan herhangi biri söylemiştir. Hatta el-Halîl, es-Sîbeveyh ve benzerleri gibi nahiv imamları da böyle bir ıstılahın varlığından bahsetmemişlerdir.

Ayrıca diyor ki: İşte İmam Şafiî. O, usulu’l-fıkıhta ilk söz sarfeden kişidir. O böyle bir taksimat yapmamıştır. Hakikat ve mecaz lafzını söylememiştir. Yine el-Camiu’l-Kebir adlı eserinde Arapça üzerine maruf sözleri olan Muhammed İbnu’l-Hasen, hakikat ve mecaz lafızlarından bahsetmemiştir. Aynı şekilde imamların sözlerinde de mecaz lafzı yoktur.

Sonra diyor ki: Bazıları İmam Ahmed’den, bu konuda iki görüş olduğunu söylemişlerdir. Ama sair imamlara gelince ne onlardan biri ne de İmam Ahmed’in ashabının ilkleri Kur’an’da mecaz olduğunu söylemişlerdir. Ne Malik ne Şafiî ne Ebû Hanîfe, hiçbiri bunu söylememiştir. Lafızların hakikat ve mecaz olarak ikiye taksim edilmesi, 3. yüzyılın başlarında zuhur etmiş ve 4. yüzyılda meşhurlaşmıştır. 2. yüzyılda olduğunu ise görmedim. Allahu alem belki sonlarında vardır.

İbn Kayyım rahimehullah, es-Savâku’l-Mursele’de diyor ki: Fasıl: Üçüncü tağutu kırma/yıkma/devirme hakkındadır. Müteahhirler bu tağuta pek düşkün yaklaşmışlar ve Muattılalar ona sığınmışlardır.

Sonra da şöyle diyor: Şeriat, bu taksimle gelmemiştir. Ona delalet de etmemiştir, işaret de... Lügat ehline gelince ise onlardan hiçbiri Arap’ın lügatini hakikat ve mecaz şeklinde taksim ettiğini tasrih etmemiştir.

Daha sonra da uzun uzun sözün ayrıntılarına girerek İbn Teymiyye’nin sözlerine benzer şeyler zikrediyor.

Ayrıca şöyle de diyor: Bu, 3. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış muhdes bir ıstılahtır. Bunun çıkışı Mutezile, Cehmiyye ve onların yolunun izleyen kelamcılar cihetinden olmuştur.

Sonra, mecazın reddine ve itimad edilmeyecek bir şey olduğuna dair elliye yakın delille istidlal ediyor.

İşte bu üç görüş, bu mesele hakkındaki en meşhur görüşlerdir.

Bu üçüncü görüşe eş-Şenkiti de destek vererek bu konu hakkında müstakil bir risale yazmıştır.

Bu görüşlerden hangisinin racih olduğuna (tercih edildiğine) geçmeden önce mecaz bahsiyle alakalı olan bir hususu, bu meseleyi anlamada yardımcı olacağından dolayı burada anlatmamız uygun olacaktır.

Âlimler, lügatin aslının nereden geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafları sonucu birçok farklı görüş ortaya çıkmıştır.

Bu meseleye İbn Cinnîn, el-Hasâis’te; İbn Teymiyye, Mecmuû’l-Fetâvâ’da; İmam Suyuti, el-Müzhir’de; Şevkani, İrşadu’l-Fuhul’da; el-Amidi, el-İhkam’da ve birçok ilim ehli daha kitaplarında değinmişlerdir, yer vermişlerdir.

Biz de burada bu görüşlere özet olarak yer verelim ki mecaz meselesinde hangi görüşün racih olduğunu anlamada yardımcı olsun.

Lügatin aslının nereden olduğu hakkındaki görüşler şöyledir:

1. Görüş: Tevkîfidir. Eşari, İbnu’l-Fevrek, Ebû Bekr İbn Abdulaziz, İbn Kudame ve İmam Ahmed’in ashabından bir taife

2. Görüş: Hepsi ıstılahtır. Mutezile, başları olan Ebû Haşim el-Cubbai. İbnu’l-Cinnîn, el-Hasâis’te bir kelam ehlinin çoğuna nispet etmiştir.

3. Görüş: Bazısı tevkîfi, bazısı da ıstılahîdir. İbn Akîl

4. Görüş: Tevkîfi de olması caizdir, ıstılahî olması da… Ebû Ya’la, el-Bâkıllânî.

5. Görüş: Lafızlar, zatları itibarıyla manalara delalet eder. Suyuti’nin el-Müzhir’de naklettiği gibi… Abbad İbn Süleyman’ın görüşüdür.

6. Görüş: Tevakkuf. Tercih etmemişlerdir. İbn Cinnîn. Razi, el-Mahsul’de muhakkiklere nispet etmiştir. Hatta Şevkani, er-Razi’nin bu görüşü cumhura nispet ettiğini nakletmiştir.

İbn Teymiyye rahimehullah bu görüşlerin çoğunu Fetâvâ’nın 12. cildinde zikretmiştir.

İbn Teymiyye tercih etmiştir ki, lügat, Allah tarafından tevkîfi ve ilhamdır. Istılahî olduğu görüşünü birçok yönden reddetmiştir.

Birinci vecih: Hiç kimse Arapların toplanıp da manalar koyduğunu ispat edemez. Bu ne Araplardan ne de başkalarından nakledilmiştir. Yani hiç kimse Araplar, avcı bir hayvanı -aslanı- gördüler ve dediler ki “Bunu ‘el-esed’ diye isimlendirelim.” Sonra cesaretli/güçlü bir adam gördüklerinde de dediler ki, “Buna da ‘el-esed/aslan’ diyelim, ancak bu, ikinci konuluş olsun!”

İbn Teymiyye, “Bunu bu şekilde kimse ispat edemez.” demiştir.

İkinci vecih: Lügatin ilham olduğu sözü, selef tarafından gelen bir sözdür. Allah azze ve celle buyurmuştur ki: “وعلم آدم الأسماء كلها / Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti.”

İbn Cerir, İbn Abbas’tan, “ علمه اسم القسعة/ Ona tabak çanağın ismini öğretti.”

İbn Cerir, Katade’den, “علمه اسم كل شيءٍ / Ona, ‘Bu denizdir,’ ‘Bu ağaçtır.’ gibi her şeyin ismini öğretti.

Yine “علمه البيان / Ona, beyanı öğretti.”

Öyleyse, “Lügat, ilham ve tevkîftir.” Bu görüş seleften gelmiştir. Diğer görüşler değil.

O zaman diyoruz ki, seleften ve sahabeden nakledilen odur ki, doğru olan görüş lügatin ilham ve tevkîf olduğudur. Yine delil odur ki, hiç kimse, Arap’ın bir şey hakkında “Bu, ilk konuluştur, diğeri ise ikinci konuluştur.” dediklerini ispatlayamaz.

Bütün bunlar anlaşıldıktan sonra diyoruz ki, Allahu alem, racih olan görüş, “Mecaz, Arapçada ve Kur’an’da vardır mı, yoksa lügatte vardır ama Kur’an’da yoktur mu, yoksa da ne Kur’an’da ne sünnette ne de Arap dilinde mecaz vardır mı?” Bu görüşlerden racih olan görüş ise Kur’an, sünnet ve Arap dilinde mecazın olmadığıdır.

Bunun tercih edilmesi birçok vecihle sabittir.

Birinci vecih: Mecazın varlığı, birinci konuluş ve ikinci konuluşun varlığına mebnidir. Birinci konuluşun ve ikinci konuluşun ise ispatı mümkün değildir. Çünkü bu söz, lügatin ıstılâhî olduğu üzere mebnidir. Lügatin ıstılâhî olduğunu ilk söyleyen ise bid’atçi Mutezile olan Ebû Hişam el-Cubbâi’dir. Geçtiği üzere ilham ve tevkîftir, ıstılah değildir.

Lügatin ilham olduğu, ıstılah olmadığı sabit olunca, bu, birinci konuluş/ikinci konuluş olgusunu iptal ediyor. Bu iptal olunca da mecaz düşmüş oluyor.

İkinci vecih: Lügatte birinci konuluş ve ikinci konuluşun sakıt olduğunu gösteren şeylerden biri de Eğer böyle bir şey olsaydı Halil İbn Ahmed, Sîbeveyh, el-Ferra’, el-Esmaî gibi lügat imamları, “Bu hakikattir,” “Bu mecazdır.” şeklinde belirttiklerini görürdük. “Birinci konuluş bu,” “İkinci konuluş da bu.” şeklinde belirttiklerini görürdük.

Eğer “Bu eseddir.” denildiğinde birinci konuluş “aslan,” ikinci konuluş “güçlü adam” olduğunu bilmesek bu bizi zor durumda bırakırdı. Yırtıcı hayvan, güçlü adamla karışırdı. O yüzden birinci konuluşla ikinci konuluşu ayırt etmek zorunluluğu doğardı. Bunu, imamların belirtmeleri gerekirdi.

Halbuki her kelime, bulunduğu cümle içinde hakikattir.

İşte bu iki vecihle ortaya çıkıyor ki, lügatte, birinci konuluş ve ikinci konuluş diye bir şey yoktur. Yok olduğu belli olunca da bu rüknün düşmesi, mecazın düşmesi demektir. Batıl üzerine bina edilen şey de batıldır.

Geriye, birçoğunun getirdiği şöyle bir itiraz kalıyor: “Nefsimdeki şu şeyi nasıl açıklarsın? Mesela bir insan, esed/aslan lafzını zikrettiğinde kalbime direkt olarak gelen, avcı bir hayvan olarak bilinen belli bir hayvandır. Güçlü/kuvvetli adam değildir. Benim zihnimin, bu kelimeyi duyduğunda, direkt olarak -ilk etapta- avcı hayvana yönelmesi, güçlü adama yönelmemesinin açıklaması nedir?”

Cevap: Özellikle geçtiği üzere birinci konuluş ve ikinci konuluş diye bir şey yoktur. Senin zihninin “esed/aslan” lafzını duyduğunda direkt olarak avcı hayvana yönelmesi başka bir sebebten dolayıdır. O da yaكثرة الإستعمال (o anlamda çok kullanıldığı) ya da السياق (siyak/bağlam/cümle içindeki anlam gidişatı) sebebiyledir.

Örneğin “Atın üzerinde bir aslan gördüm, kılıcını çekmiş kafirlere saldırıyordu.” cümlesinde neden “aslan” kelimesini duyduğunda aklına ilk gelen “güçlü adam” oldu da avcı hayvan olmadı?!

Şeyhu’l-İslam bunu açık bir şekilde beyan ediyor. el-esed kelimesini, çok fazla olarak avcı hayvan hakkında kullanmamız, zihni, bu çok kullanış sebebiyle ona yönelmeye itiyor.

Mesela sen, aranızda yaygınlaşmış bir ismin, bir şey hakkında kullanıldığını görüyorsun. Başka bir kavim de memleketlerinde o ismi başka şey hakkında daha çok kullanıyorlar. Sen o ismi kullandığında aklına ilk gelen anlam farklı oluyor, diğer memlekette de aynı lafzı kullanan kişinin aklına gelen ilk anlam farklı oluyor. Senin o kelimeyi kullandığını duyan diğer memleketteki kişi, kendi anladığı anlamı kastettiğini zannediyor. Halbuki sen, kendi anladığın anlamı kastetmektesin.

Bu durum, bu şekliyle insanlar arasındaki konuşmalarda oldukça yaygındır. Zihnin bir anlama direkt yönelmesi, çok kullanım sebebiyle olabilmektedir. Dediğimiz gibi bazen de siyak nedeniyle olabiliyor; ilk konuluş veya ikinci konuluş nedeniyle değil. İşin bu noktası anlaşılırsa yöneltilen birçok itiraz ve karşılaşılan birçok işkal (sorun) çözülmüş olur.

Yine yöneltilen itirazlardan biri de şudur: Bazıları diyorlar ki: Biz lügat kitaplarına baktığımızda “Bu mecazdır,” “Bu hakikattir.” dendiğini görüyoruz. Hatta bazen deniyor ki, “Bu ilk konuluştur,” “Bu ikinci konuluştur.” Bu da “ilk konuluş/ikinci konuluş” olgusunun varlığını göstermez mi?

Cevap: “Bu ilk konuluştur/bu ikinci konuluştur.” şeklinde söyleyen lügat ehli, kelamcılardan etkilenmiş olan lügat ehlidir. Kelam ilmi; akaid kitaplarına, lügat kitaplarına ve usûlu’l-fıkıh kitaplarına girmiştir. Bu yüzden bunlar lügat ehlinin ilklerinde böyle sözler bulamamaktadırlar. Eğer bu hak olan bir şey olsaydı, bunu çok daha iyi bilirlerdi ve beyan etmekte de çok hırslı davranırlardı. Çünkü bu sözleri anlamak, ilk konuluşun hangisi ve ikinci konuluşun hangisi olduğunu bilmeye dayalıdır.



4. Husus: Tenbihatla alakalıdır.

1. Tenbih: Daha önce İmam Şevkani’nin Ebû İshak el-İsfirâyînî’ye karşı şiddetli tavrını belirtmiştik. Hatta Ebû İshak’a karşı çıkanlar, onu Arap diline muttali olmamakla vasıflandırmışlardı. Hâlbuki bu, onun lügat ilminde nasıl muhakkik ve dakîk bir kimse olduğunu gösterir. Ki o, ilk konuluş ve ikinci konuluş diye bir şeyin olmadığının farkına varmıştır. Bu sebeble İmam İbn Kayyım es-Sevâik’te diyor ki: “Ebû İshâk’ın bu sözünü müteahhirlerden birçok kimse anlamamışlardır. Hâlbuki doğru olanı söylemiştir.”

İbn Kayyım’ın burada kastettiği ise birinci ve ikinci konuluştur.

2. Tenbih: Birisi gelip şöyle diyebilir: Sen bu kadar hissen bilinen bir şeyi nasıl inkâr edebilirsin. Hâlbuki Allah azze ve celle’nin şu kavlini görmüyor musun? “إسأل القرية / Köye sor!” Buna benzer ayetler hakkında ne dersin?

Cevap: Siz bunu mecaz diye isimlendiriyorsunuz. Biz ise “Arap üsluplarından bir üsluptur.” diyoruz. Burada mudaf hafz olunmuş, mudafun ileyh yerine getirilmiştir. Bu birinci cevaptır.

İkinci cevap ise şöyledir: Allah Teâlâ’nın, “واسأل القرية / Ve köye sorun!” sözü hakikattir, mecaz değildir.

Bu şöyledir: Karye/köy lafzı, el-ictima’/toplanmayı ifade eden anlamdan alınmış bir kelimedir. O zaman Allah azze ve celle’nin, “واسأل القرية / Ve köye sor!”dan muradı, “Oradaki topluluğa sor!” demektir. Buradaki hitap, insanlaradır.

Peki, buna göre, bir kimse, “Öyleyse ihtilaf, lafzî bir ihtilaftır.” diyebilir mi?

Cevap: Şunun bilinmesi gerekir ki lafzî ihtilaf, ancak sarih şeylerde mümkündür. Doğru olan bir şey hakkında iki farklı tabir kullanılabilir. Buna lafzî ihtilaf denir. Ancak bir şey; biri doğru olan bir tabir, diğeri de yanlış olan bir tabirle zikredilirse bu, “lafzî ihtilaf” olmaz.

Buradan yola çıkarak konumuza baktığımızda bu ihtilafın, lafzî bir ihtilaf olmadığını görüyoruz. Çünkü mecaz, birinci konuluş ve ikinci konuluş üzere mebnidir. Hâlbuki böyle bir şey (birinci konuluş/ikinci konuluş) yoktur. Öyleyse böyle bir tabir hatadır, çünkü hata üzere mebnidir.

İbn Kayyım ve İbn Teymiyye de buna bu şekilde değinmektedirler.

3. Tenbih: Bazıları İmam Ahmed’e, mecazı kabul ettiğini nispet etmişlerdir. İmam İbn Kayyım da, İbn Teymiyye de bu nispeti inkâr etmişler ve bunu İmam Ahmed’e nispet edenlerin hata ettiklerini belirtmişlerdir.

Demişlerdir ki: İmam Ahmed’den gelen “هذا مجاز/ Bu, mecazdır.” sözü, “أن هذا يجوز في اللغة / Bu, lügatte caiz olan bir şeydir.” demektir. İmam Ahmed’in Cehmiyye’ye reddiyesinde olduğu gibi… Diyor ki: “إنا نحن نزلنا الذكر و إنا له لحافظون / Zikri Biz indirdik ve onu Biz koruyacağız.” ayetinde yer alan “nahnu,” yani “Biz” lafzını müfred/tek kişi hakkında kullanmak mecazdır. Bu sözüyle bunun lügatte caiz olduğunu belirtmek istemektedir.

İşte bu sebeple İmam Ahmed’in bazı ashabı hata etmiş ve bunu onun görüşü zannetmişlerdir. İmam Ahmed’in “Bu, mecazdır.” sözünden “ıstılahî mecaz” olduğunu zannederek hata etmişlerdir.

İbn Teymiyye, Fetâvâ’nın 7. cildinde diyor ki: Mecaz lafzını söyleyenlerin ilki Ebû Ubeyd Mamer İbn el-Müsennâ olarak bilinmektedir. Ancak mecazdan kastı, hakikatin karşılığı değildir. “Ayetin mecazı şöyledir.” sözüyle kastettiği, kendisiyle ayetin tabir edileceği şeydir.

Sonra diyor ki: İmam Ahmed’in mecazı söylediğini inkar edenler diyorlar ki: İmam Ahmed’in “هذا من مجاز اللغة / Bu, lugatin mecazındandır.” sözü, “أي مما يجوز في اللغة / Bu, lugatte caiz olan şeylerdendir.” demektir.

Hizmetçileri, yardımcıları olan büyük bir kimse der ki: “Biz bunu yaptık.” “Biz böyle yaptık.” gibi sözler söyler. İmam Ahmed, bununla, “İlk konulduğunun dışında kullanılmıştır.” diye bir şey kastetmez. İbn Kayyım da bunun benzerini zikretmektedir.

O yüzden diyoruz ki: İmam Ahmed, “mecaz” der, ancak bununla müteahhirlerin mecaz lafzına yükledikleri anlamı kastetmez.

4. Tenbih: Bazıları hâlâ İbn Teymiyye’ye, mecazı kabul ettiğini nispet ederek “İbn Teymiyye, mecazı kabul etmektedir.” görüşündedirler. Buna reddiye iki yönlüdür:

a) Şayet İbn Teymiyye’nin iki görüşü varsa ve bu iki görüşün hangisinin sonuncu görüşü olduğuna dair net bir karine yoksa bu iki görüşten en çok değindiğine bakılır. Bu, çoğunlukla onun en son sözü olduğuna delâlet eder.

Mecaz hakkındaki sözlerinin çoğu, ya mecazı inkâr etme yönündedir ya da muhalifin dilinden konuşmasıdır. Yani hasma karşı tenezzül babındandır.

İbn Teymiyye’nin, mecazın inkârına dair sözleri oldukça fazladır.

b) Mesela bir sözün, İbn Teymiyye’nin olup olmadığı şeklinde bir işkalle (sorunla) karşı karşıya kalındığında İbn Kayyım’ın meseleyi tahririne/ortaya seriş durumuna bakılır. Çünkü, İbn Teymiyye’nin sözlerini en iyi anlayan; hangisinin ilk sözü, hangisi son sözü olduğunu en iyi bilen odur.

Bu konu hakkında ikisinin söylemleri aynıdır.

5. ve Son Tenbih: Mecaz kabul edilse bile bid’at ehlinin mecaz kapısından girerek isim sıfatları inkâr etmeleri mümkün değildir.

Bu, iki şekilde açıkça ortaya çıkmaktadır.

1- Mecaz gaybiyatlara dâhil değildir. Allah azze ve celle’nin isim ve sıfatları ise bize nispetle gaybîdir.

Bu sözün açılımı şu şekildedir. Mecaz, ilk anlama hamlolunmaya engel teşkil eden bir karine üzere mebnidir. Bu karineyi ise müşahede ettiğimiz, gaybî olmayan şeylerden olmadığı müddetçe bilmemiz mümkün değildir.

Bazı bid’at ehline baktığında, onların, Allah’ın “بل يداه مبسوطتان / Bilakis O’nun iki eli de açıktır.” ayetini “iki kuvveti” veya “iki kudreti” veya “iki nimeti” şeklinde tevil ettiklerini görürsün.

Bu kişilere deriz ki: “Nimet, kudret ve kuvvetin ele ıtlakı mecaz mıdır, hakikat midir?” “Hakikattir.” derler. Biz de deriz ki: “Sizi buna iten nedir? İlk anlamı bırakıp da ikinci anlamı almaya mecbur bırakan nedir seni?” Onlar da der ki: “Karinedir.”

“Peki, karine nedir?” dediğimizde ise “Teşbihe düşme korkusudur.” derler. Şayet Allah’a el sıfatını nispet edersek -mahlûkatın da eli olduğu için- Allah’ı mahlukata benzetmiş oluruz.

Öyleyse bu şekilde cevap veren kişiyle münakaşa konusu, karinenin kendisidir. Şayet karinenin sıhhati sabit olmazsa -icmayla- kelamı hakiki manaya hamletmemiz gerekir.

Getirdikleri teşbih karinesine baktığımızda mecaza hamletmek için geçerli olmayan bir karine olduğunu görüyoruz. Şöyle ki mesela “Kedinin de eli var.” “Atın da eli var.” gibi lafızların delalet ettikleri anlam tüm yönleriyle bir değildir. İbn Huzeyme’nin de Kitabu’t-Tevhid’de dediği gibi herkesin kendine uygun bir eli vardır, bu ise teşbihi gerektirmez.

Böylece getirdikleri karine sakıt kalmış oluyor/düşüyor. Karine düşünce de -icmaen- mecaz düşmüş olur.

O zaman mecazı kabul etsek bile bunun isim sıfata dahil olabileceğini ispatlamak mümkün değildir.

2- İsim sıfat babında mecazın olmadığı -icmayla- ispatlıdır. İbn Abdilber’in Temhid’de söylediği gibi “İsim sıfatlar hakikat üzeredir, mecaz değil!”

SONUÇ:

Bu meselede racih olan; ne Kur’an’da ne sünnette ne de Arap dilinde mecazın olduğudur.

Allah en iyisini bilendir.

Not 1: Mecaz hakkındaki bu risalede, mesele etrafındaki münakaşaları en ince ayrıntısına kadar serdetmedik. Bu konuda getirilen şüphelere verdiğimiz cevaplara karşı da bazı itirazlar/reddiyeler yöneltilmiştir. Yine bizim onlara karşı yönelttiğimiz delillere bazı cevaplar vermişlerdir. Ancak risaleyi özlü tutma isteğimiz sebebiyle bu risalemizde bunları ele almadık.

Not 2: Bu risalenin hazırlanmasında, Şeyh Yûsuf el-Ğafîs ve Şeyh Abdulaziz er-Reyyis gibi ilim ehli kimselerin derslerinden faydalanılmıştır.

Tevfik/başarı Yüce Allah’tandır.



Hazırlayan: Ebû Zerka
Read On 0 yorum

Selef-i Salihin ve Ramazan..

10:57
Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’adır. Salât ve selâm, O’nun emin elçisi olan Rasûlullah’ın, temiz ehl-i beytinin, güzide ashabının ve kıyamete kadar onların yolunda giden herkesin üzerine olsun.

Değerli Müslüman Kardeşlerim!

Bütün günahlardan kurtulmayı sağlayabilecek olan bu mübarek Ramazan ayı dolayısıyla tüm samimiyetimle ve kalbimin ta derinliklerinden gelen bir duyguyla sunduğum bu Ramazan hediyesinin tüm kardeşlerimize hayırlı bir öğüt olmasını dilerim. Ramazanın da tüm Müslümanlara ve İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını dilerim.

Yüce Allah, hepimizi rızasına nail eyleyip sizleri de, bizleri de cennetinde buluştursun. (Âmin)



MÜBAREK RAMAZAN’I NASIL KARŞILAMALIYIZ?

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olmak üzere kendisinde Kur’ân indirilen aydır...” (Bakara, 2/185)

Allah Teâlâ, Ramazan ayına, -Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi- diğer aylardan farklı pek çok özellik ve üstünlük vermiştir ki, bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Oruç tutanın ağız kokusu, Allah nezdinde, misk kokusundan daha hoştur.

2. Melekler, oruçlular için iftar vaktine dek mağfiret diler.

3. Allah azze ve celle, (Bir hadis-i kudsi’de belirtildiği gibi) her gün cennetini süsler ve şöyle buyurur: “Salih kullarımın üzerlerindeki sıkıntı ve eziyet veren şeyleri atarak sana gelmelerine fazla bir zaman kalmadı.” (Ahmed)

4. Bu ayda azgın şeytanlar zincire vurulur.

5. Cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kilitlenir.

6. Yine bu ayda, bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi vardır. Bu gecenin hayrından mahrum kalan kimse, hayırdan mahrum kalmış demektir.

7. Ramazanın son gününde oruçluların tüm günahları affedilir.

8. Allah Teâlâ, Ramazanın her gecesinde, bir grup insanı cehennem ateşinden azad eder.



Ey Ramazana erişme mutluluğuna kavuşan değerli kardeşim!

Böylesine özellik ve faziletlere sahip olan bir ayı nasıl karşılayalım, diye hiç düşündünüz mü?

Salih bir kul, bu ayı; nasuh bir tevbe, büyük bir sadakat, tam bir kararlılık ve vakitlerini salih amellerle mamur ederek karşılar. Yüce Allah’tan, kendisine en güzel şekilde ibadet edebilmemiz için bize yardım etmesini niyaz ederiz. (Âmin)

Gelin Ramazanı en güzel şekilde değerlendirmek için ne gibi salih amellerde bulunmalıyız, sorusunun cevabını birlikte arayalım…



RAMAZANDA, ÖZELLİKLE YAPILMASI GEREKEN SALİH AMELLER



1- Oruç

Önderimiz ve örneğimizRasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ramazan orucunun değerini bakın ne güzel vurguluyor:

* “Âdemoğlunun bütün amelleri kendisinindir. Bir iyilik on katı ile yedi yüz katına kadar mükâfat görecektir. Aziz ve celil olan Allah da ‘Oruç müstesnâ, o Benimdir ve onun mükâfatını verecek olan Benim. O; arzularını, yemesini ve içmesini Benim için terk etti.’ buyurur. Oruçlunun iki sevinci vardır; biri iftar ettiğinde, diğeri Rabbine kavuşacağı gündedir. Andolsun oruç tutanın (orucundan dolayı) ağız kokusunun değişmesi, Allah nezdinde misk kokusundan daha hoştur.” (Muttefekun aleyh)

* “Kim Ramazanı, (farziyetine) inanarak ve ecrini Allah’tan umarak oruçla geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Muttefekun aleyh)

Şüphesiz Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu müjdesi sadece aç ve susuz kalanlarla sınırlı değildir. Bu müjdenin tam olması için ayrıca şu sözlerine de dikkat etmeliyiz.

* “Her kim yalan söz söylemeyi ve o doğrultuda amel etmeyi terk etmeyecek olursa, onun yeme ve içmeden uzak durmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” (Buhârî)

* “Oruç bir kalkandır. Sizden herhangi bir kimse oruçlu olduğu günde çirkin söz söylemesin, kötü iş işlemesin, cahillik etmesin. Herhangi bir kimse kendisine sövecek olursa ‘Ben oruçluyum.’ desin.” (Muttefekun aleyh)

İşte bu yüzden oruç tutan bir kimsenin; kulağıyla, gözüyle, diliyle, yani bütün azalarıyla oruç tutması gerekir. Oruç tuttuğu gün ile oruçlu olmadığı gün birbirine benzememelidir, oruçlu olduğu günlerde daha olumluya doğru bir değişiklik gözlenmelidir.



2- Kıyam (Geceyi İhya Etmek)

“Rahman’ın kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler. Cahiller onlara sataştıkları zaman onlar, ‘Selametle’ der geçerler. Onlar gecelerini Rablerine secdeyle, kıyamla (namaz kılmakla) geçirirler.” (Furkan, 25/63-64)

“Kim Ramazanı, (farziyetine) inanarak ve ecrini Allah’tan umarak oruçla geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.” (Muttefekun aleyh)

Geceleri ihya etmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem ve ashabının tatbik ettikleri bir sünnetti. Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle der: “Gece namazı kılmayı bırakma. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onu bırakmaz; hastalanır veya yorgun düşerse oturarak namazını kılardı.” (Ebû Dâvûd)

Hz. Ömer radıyallahu anh da geceleri arzuladığı kadar namaz kılar, gece yarısı olunca da aile bireylerini namaza kaldırırdı. Onlara, “Namaza, namaza” dedikten sonra “…Ve aile halkına da namazı emret, sen de ona sebatla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz, seni rızıklandıran Biziz. Güzel akibet muttakîlerindir.” (Tâhâ, 20/132) ayetini okurdu.

Saib İbn Zeyd radıyallahu anh şöyle anlatıyor: Bizim imamımız gece namazında her rekâtta iki yüze yakın ayet okurdu. O kadar yorulurduk ki yaşlılarımız ancak ağaçlara yaslanarak ayakta durabilirdi. Namazımız da sabaha doğru ancak tamamlanırdı.



3- İnfak

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, insanların en cömerdiydi. Diğer zamanlara göre Ramazanda daha çok infak etmeye çalışırdı. Hatta o kadar çok ve o kadar hızla infak ederdi ki, eline geçen şeyi hızla elinden çıkardığından (yani infak ettiğinden) dolayı “fırtına gibi infak ettiği” söylenirdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bizlere de bunu öğütlerdi:

“Sadakanın en faziletlisi Ramazanda verilenidir.”(Tirmizî)

Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle der: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sadaka vermemizi emretti. Bu sırada benim de bir miktar malım vardı. Kendi kendime, ‘Eğer, Ebû Bekir’i geçmem mümkünse onu işte bugün geçeceğim.’ dedim ve malımın yarısını getirdim. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, “Aile halkına ne bıraktın?” diye sordu. Ben de ‘Bunun kadar’ dedim. Ebu Bekir radıyallahu anh ise yanındakilerin hepsini getirdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ona, “Ailene ne bıraktın?” diye sorunca, Ebu Bekir radıyallahu anh, ‘Onlara Allah ve Rasûlünü (sevgisini) bıraktım.’ dedi. Ben de ‘Hiçbir hususta ebediyen seni geçemeyeceğim.’dedim.” (Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Görüldüğü gibi Ramazan ayında verilen sadakanın bir üstünlüğü, bir özelliği vardır. O halde bu konuda elimizi açık tutmalı, durumumuza göre sadaka vermeye, infakta bulunmaya gayret etmeliyiz.

Ramazanda sadaka vermenin de birçok çeşidi vardır ki, en önemli ikisi şunlardır:

a) Yemek Yedirmek:

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği; yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size Allah rızası için yemek yediriyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.’ (derler). İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve (cennetteki) ipekleri lütfeder.” (İnsan, 76/8-12)

Selef-i salihîn, yemek yedirmeye (birçok ibadete göre) öncelik tanır, bunun için çok büyük gayret gösterirdi. Aç bir kimseyi doyurmak ile salih arkadaşlarını doyurmak arasında bir fark yoktu. Yemek yedirilecek kimsenin fakir olması gerektiğini düşünmezlerdi.

Seleften birisi şöyle diyor: “Arkadaşlarımdan on kişiyi dâvet edip onlara canlarının çektiği bir yemeği yedirmek, benim için on tane köleyi azad etmekten daha sevimlidir.”

Seleften pek çok kimse, oruçlu olduğu halde iftarını açacağı yemeği başkasına yedirir, onu kendine tercih ederdi. Onlar, kendileri oruçlu olduğu halde kardeşlerini yedirir, bununla da yetinmeyip onlara hizmet eder ve onların rahat etmeleri için de gayret gösterirlerdi.

Yemek yedirme ibadeti, birtakım ibadetlerin de kaynağıdır: Şöyle ki, kendilerine yemek yedirilen Müslüman kardeşler sevinir, aralarındaki muhabbet beslenir. Bu da cennete girmeye sebeb olur: “İman etmedikçe cennete asla giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de asla iman etmiş olamazsınız.” (Müslim)

Ayrıca yemek yedirmek sebebiyle salihlerle bir araya gelinmiş olur. Onlarla birlikte yenilen yemek neticesinde ibadetler için güç/kuvvet kazanılır. Onlara bu hususta yardımcı olunduğu için de ecir umulur.

Yine salihlerle bir araya gelmek kişinin Allah’a itaat etmesine katkı sağlar. Zira itaat eden insanlarla birlikte olmak onun da itaatini artırır.

b) İftar Vermek:

“Oruçluyu iftar ettiren, onun kadar sevap alır, oruçlunun ecrinden de bir şey eksilmez.” (Nesaî)

“Kim bir oruçluyu iftar ettirir yahut bir gaziyi donatırsa ona da onların ecrinin aynısı vardır.” (Ahmed)



4- Daha Çok Kur’ân Okumaya Gayret Etmek:

Bizim için güzel bir örnek olduklarından dolayı selef-i sâlihînin Ramazanındaki iki hususa değineceğiz:

a) Çokça Kur’ân-ı Kerim okurlardı.

Âlimlerin bildirdiği gibi Ramazan ayı, Kur’an ayıdır. Bu yüzden Müslümanın bu ayda, diğer zamanlara göre daha çok Kur’an-ı Kerim okuması, okuyamıyorsa dinlemeye gayret etmesi gerekir.

Selef-i salihîn, Allah’ın Kitabını okumaya veya dinlemeye çok fazla itina gösterirdi.

Cebrâil aleyhisselâm, Ramazan ayında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile Kur’ân-ı Kerim’i karşılıklı okurdu.

Selef-i salihînden kimi Kur’ân-ı Kerim’i üç gecede bir Ramazan kıyamında (teravihte) hatmederdi. Bazıları yedi günde bir, bazıları da on günde bir hatmederdi. Onlar namazda da, namazın dışında da Kur’ân-ı Kerim’i sürekli okurlardı.

İmam Şâfiî rahimehullah, Ramazan ayında Kur’an’ı altmış kere hatmederdi ve bunları namazın dışında yapardı.

İmam Şihâbuddin ez-Zührî rahimehullah da Ramazan ayında hadis okumaktan ve ilim ehliyle sohbet etmekten kaçınır, daha fazla Kur’ân-ı Kerim okumaya çalışırdı.

İmam Süfyan es-Sevrî rahimehullah ise, Ramazan ayı girince nafile ibadet yapmak yerine daha fazla Kur’ân-ı Kerim okurdu.

İmam İbn Receb el-Hanbelî rahimehullah şöyle der: “Kur’ân-ı Kerim’in üç günden daha az bir sürede hatmedilmesine dair olan yasaklamalar, bunun sürekli olarak yapılmasıyla ilgilidir. “Ramazan ayında, özellikle Kadir gecesinin arandığı gecelerde veya Mekke gibi faziletli mekânlarda, bu zamanın ve mekânın faziletini ganimet bilerek Kur’ân-ı Kerim’i çokça okumak müstehabdır ve bu nehiyden müstesnadır.”

b) Kur’ân-ı Kerim’i okumaları veya dinlemeleri Allah Teâlâ’dan korkmalarına ve ürpermelerine sebeb olur, bu yüzden de ağlarlardı.

Selef-i salihînin âdeti, üzerinde düşünmeden, kavramadan, şiir okur gibi Kur’an-ı Kerim’i hızlıca okumak değildi. Onlar Allah azze ve celle’nin kelamından etkilenir ve bundan dolayı kalpleri ürperirdi.

Buhârî’de Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anhumâ’nın şöyle dediği nakledilir:

“Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bana, “Kur’ân oku.” dedi. Ben, “Kur’ân sana indirilmişken onu yine sana mı okuyayım!?” dedim. O, “Onu başkasından dinlemeyi severim.” dedi. Ona Nisâ sûresini,“Her ümmetten birer şahit getirip bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur?” (Nisâ, 4/41) buyruğuna varıncaya kadar okudum. Bu sefer, “Bu kadarı yeter” dedi. Ona dönüp baktığımda gözlerinden yaşlar boşalıyordu.”

Beyhâkî de Sünen’inde Ebû Hureyre radıyallahu anh’ın şöyle dediğini nakletmektedir: Allah Teâlâ’nın, “Şimdi siz bu söze (Kur’ân’a) mı şaşırıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz!” (Necm, 53/59-60) buyruğu nazil olduğunda Suffe ehli, gözyaşları yanaklarından akıncaya kadar ağladı. Onların ağladıklarını farkeden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onlarla birlikte ağladı. Onun ağlaması üzerine bizler de ağladık. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah korkusundan ağlayan kimse cehenneme girmez.” buyurdu.

İbn Ömer radıyallahu anhuma da Mutaffifîn sûresini, “Öyle bir gün ki, o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divana duracaklar.” (Mutaffifîn, 83/6) buyruğuna varıncaya kadar okudu. Sonra yere yıkılıncaya kadar ağladı.

Muzâhim b. Züfer şöyle der: Süfyan es-Sevri, bize akşam namazını kıldırdı. “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” buyruğuna varınca kıraati kesilinceye kadar ağladı. Daha sonra Fatiha suresini yeni baştan okudu.



5- Güneşin Doğmasına Dek Mescidde Kalmak:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kılınca güneş doğuncaya kadar namaz kıldığı yerde otururdu. (Müslim)

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

“Kim sabah namazını cemaatle birlikte kılar sonra da güneş doğuncaya kadar oturup Allah’ı zikreder daha sonra da iki rekât namaz kılarsa bu onun için tam ve eksiksiz olarak bir hac ve umre ecri gibi olur.”(Tirmizî)

Ey sevgili kardeşim, her gün umre ve hac sevabı almak istemez misin?!

Acaba bu ibadet vasıtasıyla her gün hac ve umre sevabı kazanmak mümkünse ya Ramazan günlerinde yapılırsa ecri ne olur? Bu yüzden geceyi namaz kılmakla geçirmek sûretiyle pek büyük mükâfatlar kazanmak için Allah’ın yardımını dilemeli, bu hususta salihlere uymalıyız. Allah rızası için nefislerimizle cihad etmeli ve cennet makamlarının zirvelerine ulaşabilmek için büyük gayretler göstermeliyiz ki, himmetimiz yüksek olsun.



6- İtikâf:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, her Ramazan ayının son on günü itikâfa girerdi. Vefat ettiği yılın Ramazanında ise yirmi gün itikâfa girdi.”(Buhârî)

İtikâf; Kur’an okumak, namaz kılmak, zikir, dua gibi pek çok itaati bir arada bulunduran ibadetlerden biridir. İtikâfı denemeyen bir kimse bunun zor ve sıkıntılı olduğunu düşünebilir. Ancak bu, Allah’ın kendisine kolaylaştırdığı kimseler için pek kolaydır. Her kim salih bir niyet ve samimi bir kararlılıkla kuşanırsa, Allah da ona yardım eder. İtikâf, özellikle Kadir gecesini bulmak maksadıyla Ramazan ayının son on gününde yapılan şer’î bir halvettir. İtikâfta bulunan kimse, kendini, Allah’a itaate ve Allah’ı zikretmeye hasretmiş, O’nu zikretmekten uzaklaştıracak her şeyle ilişkisini kopararak bütün kalbiyle ve bedeniyle Rabbine ve kendisini Rabbine yakınlaştıracak şeylere yönelmiş olur. Böyle bir kimsenin Allah Teâlâ ve O’nun kendisinden razı olması dışında hiçbir maksadı kalmaz.



7- Ramazanda Umre Yapmak:

“Ramazan ayında yapılan bir umre, bir hacca denktir.”(Muttefekun aleyh)

“(Ramazan umresi) Benimle yapılan bir hac gibidir.” (Fethu’l-Bârî)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir hac yapabilene ne mutlu!



8- Kadir Gecesini Araştırmak:

“Biz onu (Kur’ân’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren oldu mu? Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadir, 97/1-3)

“Kadir gecesini, (faziletine) inanarak ve ecrini de umarak namazla geçiren bir kimsenin geçmiş günahları bağışlanır.”(Muttefekun aleyh)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Kadir gecesini araştırır ve ashabına da bu geceyi araştırmalarını emrederdi. Ramazanın son on gününün gecelerinde, aile fertlerini, Kadir gecesine erişmeleri umuduyla ibadet için uyandırırdı.

Ömrünü bir hiç uğrunda harcayan kul!

Peygamberimiz ve selef-i salihîn, bu büyük gecenin hayrına ulaşabilmek amacıyla yıkanır, temizlenir ve ibadetlerini de büyük bir ihtimamla yapardı.

Sen de böyle yaparak, şimdiye kadar kaçırdıklarını Kadir gecesinde telâfi etmeye bakmalısın! Elbet bugünün de hesabı verilecek! Kadir gecesinde yapılan bir amel, başka zamanlardaki bin ayda yapılan amelden daha hayırlıdır. Bu hayırdan mahrum kalan, gerçekten çok şeyden mahrum kalmış biri olur.

Ramazanın son on gününde yer alan Kadir gecesinin, özellikle tek gecelerde bulunma ihtimali daha kuvvetlidir.

Ubey b. Ka’b şöyle derdi: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in belirttiği işaretlere göre güneş, Kadir gecesinin sabahında gözü rahatsız eden parıltısı olmaksızın doğar.

Hz. Aişe radıyallahu anha’nın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dediği nakledilmektedir:

“Ya Rasûlallah! Kadir gecesine rastlarsam ne diyeyim?”Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de (اللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي)“‘Allah’ım! Şüphesiz ki Sen çok affedensin, affetmeyi seversin, beni de affet.’ de!”(Buhari) buyurdu.



9- Çokça Zikir, Duâve İstiğfârda Bulunmak:

Ramazanın tüm gün ve geceleri faziletlidir. Bu günleri ganimet bilerek çokça zikir ve dua etmek, özellikle de duaların kabul edildiği anlarda buna dikkat etmek gerekir. Bunlar da şunlardır:

a- Oruç açma vakti: Bu vakitte yapılan dua geri çevrilmez. Bu da iftar saatidir.

b- Gecenin son üçte biri: Sahih hadislerden öğrendiğimize göre Rabbimizin, izzet ve celâlinin layık olduğunca dünya semasına inip de “Bir dilekte bulunan kimse var mı ona vereyim, mağfiret isteyen var mı onu mağfiret edeyim.” dediği vakit, gecenin son üçte biridir.

c- Seher vaktinde istiğfar: “Seher vakitlerinde de istiğfâr ederlerdi.” (Zâriyat, 56/18)

d- Cuma günü duası: Cuma da duanın kabul edildiği vakit kollanmalı, cuma gününün son vakti; özellikle ikindi ezanı sonrası duayla değerlendirilmelidir.

Bu cennet bahçelerinde salih amellerin gölgesinde yaptığımız bu gezintiden sonra çok önemli bir noktaya değinelim ey aziz kardeşim!

Bu önemli nokta nedir bilir misiniz? İhlastır. Nice oruçlu, oruç tutmasına rağmen açlık ve susuzluktan başka bir şey kazanamaz. Nice namaz kılan kişi vardır ki, uykusuzluk ve yorgunluktan başka bir şey elde edemez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Kim imanla ve ecrini yalnız Allah’tan umarak Ramazanı oruçlu geçirirse geçmiş günahları affolunur.” hadisindeki “imanla ve ecrini yalnız Allah’tan umarak” sözüyle bu önemli noktaya işaret etmiştir.

Selef-i salihîn, kabul edilmeyeceği korkusuyla amellerini gizli yapmaya özel gayret gösterirdi!

Muhammed b. Vâsî rahmetullahi aleyh şöyle der: “Öyle kimselere yetiştim ki, onlardan birinin başı, hanımı ile birlikte aynı yastıkta olduğu halde yanağının altındaki yastık gözyaşlarıyla ıslanırdı da hanımı bunun farkına varmazdı. Yine öyle kimselere de yetiştim ki, safta namazdayken -her birinin- gözyaşları yanaklarına akardı da yanıbaşındaki bile bunun farkına varmazdı.”

Süfyân es-Sevrî rahmetullahi aleyh, “Öğrendiğime göre kul, gizlice bir amelde bulunur. Fakat şeytan onun peşini bırakmaz, nihayet onu yenik düşürür ve bu amel, alenî yapılmış gibi yazılır. Sonra şeytan onun peşini yine bırakmaz, o da sonunda bu ameliyle övünmeyi arzu eder. Bu sefer ameli, alenen yapılmış olmaktan da silinerek riyakârca yapılmış olarak kaydedilir.” demiştir.

İmam Ebu Eyyub es-Sahtiyanî, gece namazına kalkarken yanıbaşında yatan hanımına fark ettirmeden kalkmak için hırsız gibi davranırdı. Sabah namazı vakti girince de sanki yeni kalkıyormuş gibi ehl-i beytini namaza kaldırırdı.

İbn Ebî Udey şöyle anlatıyor: Davud İbni Ebî Hind (âlim ve âbid bir zattı), kırk sene nafile oruç tuttu da ehl-i beyti bile farkına varmadı. Ayakkabı yapan bir insandı. Sabah işe giderken yanına aldığı yemeğini yolda tasadduk ederdi. Eve döndükten sonra da akşam yemeği yiyormuş gibi iftar ederdi.



10- Ramazanda Boş Şeylerle Meşgul Olmak

Vakti boşa geçirmek ve Allah’a itâat dışında şeylerle ziyan etmek... İşte gaflet, ilahi rahmetten ve ilahi lütuflardan yüz çevirmek diye buna denir.

“Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşrederiz. O, ‘Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. Buyurur ki: ‘İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!’ Böylece, israfa sapanı ve Rabbinin ayetlerine inanmayanı cezalandırırız. Rabbinin azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” (Tâhâ, 20/124-127)



Ey Ramazanın hayrını ve bereketini yaşayan Müslüman kardeşim!

Gaflet içinde yaşayan Müslüman evlatlarının da bu hayrı ve bereketi alması için gayret etmeliyiz. Dosdoğru yola gelip hidayet bulmaları için onları davet etmeli ve gıyabında onlara dua etmeliyiz. Ümit ederiz ki, Allah dualarımızı kabul eder ve ebedî zilletten kurtuluruz. (Âmin)



Şeyh Abdullah Yolcu

Müslüman Âlimler Birliği

Yüksek Konsey Üyesi ve

Türkiye Temsilcisi

Guraba Yayınları sahibi
Read On 0 yorum

GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)