GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Kabul ve red açısından MECAZ..

Etiketler:
Bu mesele, dört husus dâhilinde işlenecektir.

Birinci husus: Mecazın tarifi.

İkinci husus: Mecazın rükünleri.

Üçüncü husus: Mecaz hakkındaki ihtilaflar.

Dördüncü husus: Bazı tenbihatlar.



Birinci Husus: Mecazın Tarifi.

Mecazı kabul edenler tarafından mecazın tarifi hususunda birçok söz söylenmiştir. Müteahhirlerden birçok kimse lügat kitaplarında, tefsir kitaplarında, fıkıh usulü kitaplarında mecaz meselesini bahis konusu etmişlerdir.

Mesela mecazın tarifini zikredenlerden birisi İmam Şevkânî’dir. İrşâdu’l-Fuhûl’da mecazın tarifi için şöyle diyor:

هو اللفظ المستعمل في غير ما وضع له لعلاقة مع وجود قرينة

“Bir alâka nedeniyle aslî/ilk konulduğu anlamının dışında kullanılan ve beraberinde bunu gerektiren bir karinenin bulunduğu lafızdır.”

Yine tarifi hakkında şöyle de diyor: “‘Hakikat anlamının zıddıdır.’ denmiştir.”

İbn Teymiyye rahimehullah da Mecmûu’l-Fetâvâ’nın 7. cildinde mecazın tarifi hakkında diyor ki: Lafzı, hakikat ve mecaz olarak taksim edenler şöyle demişlerdir: “Mecaz, ilk konulduğu anlamının dışında kullanılan lafızdır.” Mesela “el-Esed/Aslan” lafzının güçlü ve cesaretli bir kimse hakkında kullanılması gibi… Yapılan bu tarif, lafzın önce bir anlam için konulmasını, daha sonra da bazen ilk konulduğu anlamda, bazen de ilk konulduğu anlamın dışında kullanılmasını gerektiriyor.”

O zaman mecazın tarifine bakıldığında dört şeyin bulunması gerektiğini görüyoruz.

1. الوضع الأول = İlk konuluş.

2. الوضع الثاني = İkinci konuluş.

3. القرينة = Karinenin bulunması.

4. العلاقة = Alâkanın bulunması.

Karineden maksat: Lafzı, ilk konulduğu anlamında kullanmaya engel olan sebeptir. Lafzı, ikinci konulduğu anlamında kullanmaya mecbur bırakan/zorunlu kılan sebeptir.

Alâkadan maksat: İlk konulan anlamla ikinci konulan anlam arasında bulunan irtibattır.

Bunu bir misalle anlatalım: Şayet bir kimse,

رأيت أسدا على فرس شاهرا سيفه

“At üzerinde kılıcını çekmiş/kılıcını kuşanmış bir aslan gördüm.” derse; bu cümlede yer alan “الأسد/el-esed” lafzı, ilk konulduğu anlam olarak “avcı hayvan” hakkında ıtlak edilir (kullanılır). İkinci konulduğu anlam itibarıyla ise “cesaretli olan kişi”ye ıtlak edilir. Aralarındaki alâka ise her ikisinin de “cesaretli/güçlü” oluşudur. Bu cümlede yer alan “الأسد/el-esed” kelimesini, ilk konulduğu anlam olan avcı hayvana hamletmek ise mümkün değildir. “Atın üzerinde kılıcını çekmiş olması” karinesi, bizi ikinci konulduğu anlam olan “cesaretli/güçlü adam” anlamında kullanmaya sevk etmiştir. İşte mecazı kabul edenlerin indinde mecaz budur.



İkinci Husus: أركان المجاز dediğimiz “Mecazın Rükünleri.”

Mecazı kabul edenlerin indinde mecazın rükünleri dörttür.

Birinci Rükün: الأوضع الأول / İlk konuluş.

İkinci Rükün: الوضع الثاني / İkinci konuluş.

Üçüncü Rükün: Bizi, ilk konulduğu anlamda almaya men eden, ikinci konulduğu anlamda almaya zorunlu kılan karinenin bulunması. “Aslan” misalinde örnek verdiğimiz gibi…

Dördüncü Rükün: Alâkanın bulunması…

İşte mecazı kabul edenlerin indinde, mecaz için bu dört rüknün bulunması gerekir.

Karineye gelince: er-Râzî, Tefsir’inde, ez-Zerkeşî, el-Bahru'l-Muhît'te ve İbn Vezîr, Tercîhu Esâlîbi'l-Kur'ân da mecaz olması için bir karinenin olması gerektiği hususunda icma olduğunu belirtmişlerdir.

Bu icmayı İbn Teymiyye rahimehullah da Mecmûu'l-Fetâvâ'nın 6. cildinde zikretmiştir. Hatta akıl ehlinin icmasını belirterek demiştir ki: "Akıl ehlinin icmasıyla delil, yani karine bulunmadıkça mecaza hamletmek caiz değildir."

Alâkanın bulunmasına gelince: ez-Zerkeşî, el-Bahru'l-Muhit'te, ilk konuluş ile ikinci konuluş arasında alâkanın bulunmasının icmayla şart olduğunu zikretmiştir.

Bu sebeple bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Yani mecaz için bu dört rükün mecazın olmazsa olmazıdır. Bu dört rükünden herhangi bir tanesinin düşmesi/bulunmaması/ortadan kalkması mecazı ortadan kaldırır.



Üçüncü husus: "Âlimlerin Mecaz Hakkındaki Sözleri ve İhtilafları."

Âlimler mecaz hakkında ihtilaf etmişlerdir.

Birinci görüş: Mecaz, hem lügatte hem de Kur'ân ve sünnette bulunmaktadır. Müteahhirlerden bir grup ilim ehli bu görüştedir. Hatta bazıları bu görüşü cumhura nispet etmişlerdir. el-Âmudî, el-İhkâm kitabında; ez-Zamahşerî, el-Keşşâf ve Esâsu'l-Belâğa eserlerinde ve er-Razî, Tefsir’inde bu görüşü benimsemişlerdir. Hatta İbn Neccâr, Şerhu'l-Kevkeb'te bu görüşü cumhûra ve İmam Ahmed’in ashabının çoğunluğuna nispet etmiştir. Yine bu görüşü es-Semânî, el-Kavâti’ kitabında hem tercih etmiş hem de cumhûra nispet etmiştir. Yine bu görüşü İmam Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl'da cumhûra nispet etmiştir.

İkinci görüş: Bir grup ilim ehli, “Lügatte mecaz vardır, ancak Kur'ân da yoktur.” görüşündedir.

İmâm Şevkânî, İrşâdu'l-Fuhûl da “Kur'ân da mecazın olmadığı görüşü Zahirîlerden rivayet edilmiştir.” demektedir. Hatta sonunda da şöyle der: "Bu, Zahirîlerden gelen, insafa sığmayan, aklın ve anlayışın kabul edemeyeceği meselelerin ilki değildir."

Yine bu görüşü İbn Teymiyye; Ebu’l-Hasen el-Harazi, Ebû Abdillah İbn Hamîd, Ebu’l-Fadl et-Teymî İbn Ebî el-Hasen et-Teymiy gibi bazı Hanbelîlere ve Muhammed İbn Huveyz Mindâd gibi Malikîlere ve Davud İbn Alî ile onun oğlu Ebû Bekr ve Munzir İbn Saîd el-Bellûtî’ye nispet etmiştir. Hatta bu konuda el-Bellûtî’nin bir eser telif ettiği/bir kitap yazdığı belirtilmiştir.

Üçüncü Görüş: Ne lügatte ne de Kur’an’da mecaz vardır. İbn Teymiyye ve İbn Kayyım bu görüşü Ebû İshâk el-İsfirâyînî’ye nispet etmişlerdir. İmam Şevkani de İrşadu’l-Fuhul’da olduğu üzere bu görüşü Ebû İshâk el-İsfirâyînî’ye nispet edenler arasındadır.

Hatta İmam Şevkani, daha sonra Ebû İshâk’ın bu görüşünü çirkin görerek şöyle demiştir: Ebû İshâk el-İsfirâyînî, bu hususta muhalefet etmiştir. Bu hususta muhalefet etmesi, Arap diline muttali olmadığının en açık göstergesidir.

Sonra da diyor ki: Ebû Alî el-Fârisî’nin de böyle dediği söyleniyor. Ancak ben, Ebû Alî gibi birisinin böyle söyleyeceğini zannetmiyorum. Çünkü kendisi, böyle açık bir hususun kendisine gizli kalamayacağı bir Arap lügatı imamıdır, diyor. Hatta İbn Teymiyye rahimehullah, Fetâvâ’nın 7. cildinde bu görüşü selefe nispet ediyor. Diyor ki: Bu şekildeki bir taksimat/ayrım ilk üç asırdan sonra ortaya çıkmış bir ıstılahtır. Bunu ne sahabeden ne tabiînden ne de Malik, es-Sevri, el-Evzaî, Ebû Hanîfe, eş-Şafiî gibi meşhur imamlardan herhangi biri söylemiştir. Hatta el-Halîl, es-Sîbeveyh ve benzerleri gibi nahiv imamları da böyle bir ıstılahın varlığından bahsetmemişlerdir.

Ayrıca diyor ki: İşte İmam Şafiî. O, usulu’l-fıkıhta ilk söz sarfeden kişidir. O böyle bir taksimat yapmamıştır. Hakikat ve mecaz lafzını söylememiştir. Yine el-Camiu’l-Kebir adlı eserinde Arapça üzerine maruf sözleri olan Muhammed İbnu’l-Hasen, hakikat ve mecaz lafızlarından bahsetmemiştir. Aynı şekilde imamların sözlerinde de mecaz lafzı yoktur.

Sonra diyor ki: Bazıları İmam Ahmed’den, bu konuda iki görüş olduğunu söylemişlerdir. Ama sair imamlara gelince ne onlardan biri ne de İmam Ahmed’in ashabının ilkleri Kur’an’da mecaz olduğunu söylemişlerdir. Ne Malik ne Şafiî ne Ebû Hanîfe, hiçbiri bunu söylememiştir. Lafızların hakikat ve mecaz olarak ikiye taksim edilmesi, 3. yüzyılın başlarında zuhur etmiş ve 4. yüzyılda meşhurlaşmıştır. 2. yüzyılda olduğunu ise görmedim. Allahu alem belki sonlarında vardır.

İbn Kayyım rahimehullah, es-Savâku’l-Mursele’de diyor ki: Fasıl: Üçüncü tağutu kırma/yıkma/devirme hakkındadır. Müteahhirler bu tağuta pek düşkün yaklaşmışlar ve Muattılalar ona sığınmışlardır.

Sonra da şöyle diyor: Şeriat, bu taksimle gelmemiştir. Ona delalet de etmemiştir, işaret de... Lügat ehline gelince ise onlardan hiçbiri Arap’ın lügatini hakikat ve mecaz şeklinde taksim ettiğini tasrih etmemiştir.

Daha sonra da uzun uzun sözün ayrıntılarına girerek İbn Teymiyye’nin sözlerine benzer şeyler zikrediyor.

Ayrıca şöyle de diyor: Bu, 3. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış muhdes bir ıstılahtır. Bunun çıkışı Mutezile, Cehmiyye ve onların yolunun izleyen kelamcılar cihetinden olmuştur.

Sonra, mecazın reddine ve itimad edilmeyecek bir şey olduğuna dair elliye yakın delille istidlal ediyor.

İşte bu üç görüş, bu mesele hakkındaki en meşhur görüşlerdir.

Bu üçüncü görüşe eş-Şenkiti de destek vererek bu konu hakkında müstakil bir risale yazmıştır.

Bu görüşlerden hangisinin racih olduğuna (tercih edildiğine) geçmeden önce mecaz bahsiyle alakalı olan bir hususu, bu meseleyi anlamada yardımcı olacağından dolayı burada anlatmamız uygun olacaktır.

Âlimler, lügatin aslının nereden geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafları sonucu birçok farklı görüş ortaya çıkmıştır.

Bu meseleye İbn Cinnîn, el-Hasâis’te; İbn Teymiyye, Mecmuû’l-Fetâvâ’da; İmam Suyuti, el-Müzhir’de; Şevkani, İrşadu’l-Fuhul’da; el-Amidi, el-İhkam’da ve birçok ilim ehli daha kitaplarında değinmişlerdir, yer vermişlerdir.

Biz de burada bu görüşlere özet olarak yer verelim ki mecaz meselesinde hangi görüşün racih olduğunu anlamada yardımcı olsun.

Lügatin aslının nereden olduğu hakkındaki görüşler şöyledir:

1. Görüş: Tevkîfidir. Eşari, İbnu’l-Fevrek, Ebû Bekr İbn Abdulaziz, İbn Kudame ve İmam Ahmed’in ashabından bir taife

2. Görüş: Hepsi ıstılahtır. Mutezile, başları olan Ebû Haşim el-Cubbai. İbnu’l-Cinnîn, el-Hasâis’te bir kelam ehlinin çoğuna nispet etmiştir.

3. Görüş: Bazısı tevkîfi, bazısı da ıstılahîdir. İbn Akîl

4. Görüş: Tevkîfi de olması caizdir, ıstılahî olması da… Ebû Ya’la, el-Bâkıllânî.

5. Görüş: Lafızlar, zatları itibarıyla manalara delalet eder. Suyuti’nin el-Müzhir’de naklettiği gibi… Abbad İbn Süleyman’ın görüşüdür.

6. Görüş: Tevakkuf. Tercih etmemişlerdir. İbn Cinnîn. Razi, el-Mahsul’de muhakkiklere nispet etmiştir. Hatta Şevkani, er-Razi’nin bu görüşü cumhura nispet ettiğini nakletmiştir.

İbn Teymiyye rahimehullah bu görüşlerin çoğunu Fetâvâ’nın 12. cildinde zikretmiştir.

İbn Teymiyye tercih etmiştir ki, lügat, Allah tarafından tevkîfi ve ilhamdır. Istılahî olduğu görüşünü birçok yönden reddetmiştir.

Birinci vecih: Hiç kimse Arapların toplanıp da manalar koyduğunu ispat edemez. Bu ne Araplardan ne de başkalarından nakledilmiştir. Yani hiç kimse Araplar, avcı bir hayvanı -aslanı- gördüler ve dediler ki “Bunu ‘el-esed’ diye isimlendirelim.” Sonra cesaretli/güçlü bir adam gördüklerinde de dediler ki, “Buna da ‘el-esed/aslan’ diyelim, ancak bu, ikinci konuluş olsun!”

İbn Teymiyye, “Bunu bu şekilde kimse ispat edemez.” demiştir.

İkinci vecih: Lügatin ilham olduğu sözü, selef tarafından gelen bir sözdür. Allah azze ve celle buyurmuştur ki: “وعلم آدم الأسماء كلها / Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti.”

İbn Cerir, İbn Abbas’tan, “ علمه اسم القسعة/ Ona tabak çanağın ismini öğretti.”

İbn Cerir, Katade’den, “علمه اسم كل شيءٍ / Ona, ‘Bu denizdir,’ ‘Bu ağaçtır.’ gibi her şeyin ismini öğretti.

Yine “علمه البيان / Ona, beyanı öğretti.”

Öyleyse, “Lügat, ilham ve tevkîftir.” Bu görüş seleften gelmiştir. Diğer görüşler değil.

O zaman diyoruz ki, seleften ve sahabeden nakledilen odur ki, doğru olan görüş lügatin ilham ve tevkîf olduğudur. Yine delil odur ki, hiç kimse, Arap’ın bir şey hakkında “Bu, ilk konuluştur, diğeri ise ikinci konuluştur.” dediklerini ispatlayamaz.

Bütün bunlar anlaşıldıktan sonra diyoruz ki, Allahu alem, racih olan görüş, “Mecaz, Arapçada ve Kur’an’da vardır mı, yoksa lügatte vardır ama Kur’an’da yoktur mu, yoksa da ne Kur’an’da ne sünnette ne de Arap dilinde mecaz vardır mı?” Bu görüşlerden racih olan görüş ise Kur’an, sünnet ve Arap dilinde mecazın olmadığıdır.

Bunun tercih edilmesi birçok vecihle sabittir.

Birinci vecih: Mecazın varlığı, birinci konuluş ve ikinci konuluşun varlığına mebnidir. Birinci konuluşun ve ikinci konuluşun ise ispatı mümkün değildir. Çünkü bu söz, lügatin ıstılâhî olduğu üzere mebnidir. Lügatin ıstılâhî olduğunu ilk söyleyen ise bid’atçi Mutezile olan Ebû Hişam el-Cubbâi’dir. Geçtiği üzere ilham ve tevkîftir, ıstılah değildir.

Lügatin ilham olduğu, ıstılah olmadığı sabit olunca, bu, birinci konuluş/ikinci konuluş olgusunu iptal ediyor. Bu iptal olunca da mecaz düşmüş oluyor.

İkinci vecih: Lügatte birinci konuluş ve ikinci konuluşun sakıt olduğunu gösteren şeylerden biri de Eğer böyle bir şey olsaydı Halil İbn Ahmed, Sîbeveyh, el-Ferra’, el-Esmaî gibi lügat imamları, “Bu hakikattir,” “Bu mecazdır.” şeklinde belirttiklerini görürdük. “Birinci konuluş bu,” “İkinci konuluş da bu.” şeklinde belirttiklerini görürdük.

Eğer “Bu eseddir.” denildiğinde birinci konuluş “aslan,” ikinci konuluş “güçlü adam” olduğunu bilmesek bu bizi zor durumda bırakırdı. Yırtıcı hayvan, güçlü adamla karışırdı. O yüzden birinci konuluşla ikinci konuluşu ayırt etmek zorunluluğu doğardı. Bunu, imamların belirtmeleri gerekirdi.

Halbuki her kelime, bulunduğu cümle içinde hakikattir.

İşte bu iki vecihle ortaya çıkıyor ki, lügatte, birinci konuluş ve ikinci konuluş diye bir şey yoktur. Yok olduğu belli olunca da bu rüknün düşmesi, mecazın düşmesi demektir. Batıl üzerine bina edilen şey de batıldır.

Geriye, birçoğunun getirdiği şöyle bir itiraz kalıyor: “Nefsimdeki şu şeyi nasıl açıklarsın? Mesela bir insan, esed/aslan lafzını zikrettiğinde kalbime direkt olarak gelen, avcı bir hayvan olarak bilinen belli bir hayvandır. Güçlü/kuvvetli adam değildir. Benim zihnimin, bu kelimeyi duyduğunda, direkt olarak -ilk etapta- avcı hayvana yönelmesi, güçlü adama yönelmemesinin açıklaması nedir?”

Cevap: Özellikle geçtiği üzere birinci konuluş ve ikinci konuluş diye bir şey yoktur. Senin zihninin “esed/aslan” lafzını duyduğunda direkt olarak avcı hayvana yönelmesi başka bir sebebten dolayıdır. O da yaكثرة الإستعمال (o anlamda çok kullanıldığı) ya da السياق (siyak/bağlam/cümle içindeki anlam gidişatı) sebebiyledir.

Örneğin “Atın üzerinde bir aslan gördüm, kılıcını çekmiş kafirlere saldırıyordu.” cümlesinde neden “aslan” kelimesini duyduğunda aklına ilk gelen “güçlü adam” oldu da avcı hayvan olmadı?!

Şeyhu’l-İslam bunu açık bir şekilde beyan ediyor. el-esed kelimesini, çok fazla olarak avcı hayvan hakkında kullanmamız, zihni, bu çok kullanış sebebiyle ona yönelmeye itiyor.

Mesela sen, aranızda yaygınlaşmış bir ismin, bir şey hakkında kullanıldığını görüyorsun. Başka bir kavim de memleketlerinde o ismi başka şey hakkında daha çok kullanıyorlar. Sen o ismi kullandığında aklına ilk gelen anlam farklı oluyor, diğer memlekette de aynı lafzı kullanan kişinin aklına gelen ilk anlam farklı oluyor. Senin o kelimeyi kullandığını duyan diğer memleketteki kişi, kendi anladığı anlamı kastettiğini zannediyor. Halbuki sen, kendi anladığın anlamı kastetmektesin.

Bu durum, bu şekliyle insanlar arasındaki konuşmalarda oldukça yaygındır. Zihnin bir anlama direkt yönelmesi, çok kullanım sebebiyle olabilmektedir. Dediğimiz gibi bazen de siyak nedeniyle olabiliyor; ilk konuluş veya ikinci konuluş nedeniyle değil. İşin bu noktası anlaşılırsa yöneltilen birçok itiraz ve karşılaşılan birçok işkal (sorun) çözülmüş olur.

Yine yöneltilen itirazlardan biri de şudur: Bazıları diyorlar ki: Biz lügat kitaplarına baktığımızda “Bu mecazdır,” “Bu hakikattir.” dendiğini görüyoruz. Hatta bazen deniyor ki, “Bu ilk konuluştur,” “Bu ikinci konuluştur.” Bu da “ilk konuluş/ikinci konuluş” olgusunun varlığını göstermez mi?

Cevap: “Bu ilk konuluştur/bu ikinci konuluştur.” şeklinde söyleyen lügat ehli, kelamcılardan etkilenmiş olan lügat ehlidir. Kelam ilmi; akaid kitaplarına, lügat kitaplarına ve usûlu’l-fıkıh kitaplarına girmiştir. Bu yüzden bunlar lügat ehlinin ilklerinde böyle sözler bulamamaktadırlar. Eğer bu hak olan bir şey olsaydı, bunu çok daha iyi bilirlerdi ve beyan etmekte de çok hırslı davranırlardı. Çünkü bu sözleri anlamak, ilk konuluşun hangisi ve ikinci konuluşun hangisi olduğunu bilmeye dayalıdır.



4. Husus: Tenbihatla alakalıdır.

1. Tenbih: Daha önce İmam Şevkani’nin Ebû İshak el-İsfirâyînî’ye karşı şiddetli tavrını belirtmiştik. Hatta Ebû İshak’a karşı çıkanlar, onu Arap diline muttali olmamakla vasıflandırmışlardı. Hâlbuki bu, onun lügat ilminde nasıl muhakkik ve dakîk bir kimse olduğunu gösterir. Ki o, ilk konuluş ve ikinci konuluş diye bir şeyin olmadığının farkına varmıştır. Bu sebeble İmam İbn Kayyım es-Sevâik’te diyor ki: “Ebû İshâk’ın bu sözünü müteahhirlerden birçok kimse anlamamışlardır. Hâlbuki doğru olanı söylemiştir.”

İbn Kayyım’ın burada kastettiği ise birinci ve ikinci konuluştur.

2. Tenbih: Birisi gelip şöyle diyebilir: Sen bu kadar hissen bilinen bir şeyi nasıl inkâr edebilirsin. Hâlbuki Allah azze ve celle’nin şu kavlini görmüyor musun? “إسأل القرية / Köye sor!” Buna benzer ayetler hakkında ne dersin?

Cevap: Siz bunu mecaz diye isimlendiriyorsunuz. Biz ise “Arap üsluplarından bir üsluptur.” diyoruz. Burada mudaf hafz olunmuş, mudafun ileyh yerine getirilmiştir. Bu birinci cevaptır.

İkinci cevap ise şöyledir: Allah Teâlâ’nın, “واسأل القرية / Ve köye sorun!” sözü hakikattir, mecaz değildir.

Bu şöyledir: Karye/köy lafzı, el-ictima’/toplanmayı ifade eden anlamdan alınmış bir kelimedir. O zaman Allah azze ve celle’nin, “واسأل القرية / Ve köye sor!”dan muradı, “Oradaki topluluğa sor!” demektir. Buradaki hitap, insanlaradır.

Peki, buna göre, bir kimse, “Öyleyse ihtilaf, lafzî bir ihtilaftır.” diyebilir mi?

Cevap: Şunun bilinmesi gerekir ki lafzî ihtilaf, ancak sarih şeylerde mümkündür. Doğru olan bir şey hakkında iki farklı tabir kullanılabilir. Buna lafzî ihtilaf denir. Ancak bir şey; biri doğru olan bir tabir, diğeri de yanlış olan bir tabirle zikredilirse bu, “lafzî ihtilaf” olmaz.

Buradan yola çıkarak konumuza baktığımızda bu ihtilafın, lafzî bir ihtilaf olmadığını görüyoruz. Çünkü mecaz, birinci konuluş ve ikinci konuluş üzere mebnidir. Hâlbuki böyle bir şey (birinci konuluş/ikinci konuluş) yoktur. Öyleyse böyle bir tabir hatadır, çünkü hata üzere mebnidir.

İbn Kayyım ve İbn Teymiyye de buna bu şekilde değinmektedirler.

3. Tenbih: Bazıları İmam Ahmed’e, mecazı kabul ettiğini nispet etmişlerdir. İmam İbn Kayyım da, İbn Teymiyye de bu nispeti inkâr etmişler ve bunu İmam Ahmed’e nispet edenlerin hata ettiklerini belirtmişlerdir.

Demişlerdir ki: İmam Ahmed’den gelen “هذا مجاز/ Bu, mecazdır.” sözü, “أن هذا يجوز في اللغة / Bu, lügatte caiz olan bir şeydir.” demektir. İmam Ahmed’in Cehmiyye’ye reddiyesinde olduğu gibi… Diyor ki: “إنا نحن نزلنا الذكر و إنا له لحافظون / Zikri Biz indirdik ve onu Biz koruyacağız.” ayetinde yer alan “nahnu,” yani “Biz” lafzını müfred/tek kişi hakkında kullanmak mecazdır. Bu sözüyle bunun lügatte caiz olduğunu belirtmek istemektedir.

İşte bu sebeple İmam Ahmed’in bazı ashabı hata etmiş ve bunu onun görüşü zannetmişlerdir. İmam Ahmed’in “Bu, mecazdır.” sözünden “ıstılahî mecaz” olduğunu zannederek hata etmişlerdir.

İbn Teymiyye, Fetâvâ’nın 7. cildinde diyor ki: Mecaz lafzını söyleyenlerin ilki Ebû Ubeyd Mamer İbn el-Müsennâ olarak bilinmektedir. Ancak mecazdan kastı, hakikatin karşılığı değildir. “Ayetin mecazı şöyledir.” sözüyle kastettiği, kendisiyle ayetin tabir edileceği şeydir.

Sonra diyor ki: İmam Ahmed’in mecazı söylediğini inkar edenler diyorlar ki: İmam Ahmed’in “هذا من مجاز اللغة / Bu, lugatin mecazındandır.” sözü, “أي مما يجوز في اللغة / Bu, lugatte caiz olan şeylerdendir.” demektir.

Hizmetçileri, yardımcıları olan büyük bir kimse der ki: “Biz bunu yaptık.” “Biz böyle yaptık.” gibi sözler söyler. İmam Ahmed, bununla, “İlk konulduğunun dışında kullanılmıştır.” diye bir şey kastetmez. İbn Kayyım da bunun benzerini zikretmektedir.

O yüzden diyoruz ki: İmam Ahmed, “mecaz” der, ancak bununla müteahhirlerin mecaz lafzına yükledikleri anlamı kastetmez.

4. Tenbih: Bazıları hâlâ İbn Teymiyye’ye, mecazı kabul ettiğini nispet ederek “İbn Teymiyye, mecazı kabul etmektedir.” görüşündedirler. Buna reddiye iki yönlüdür:

a) Şayet İbn Teymiyye’nin iki görüşü varsa ve bu iki görüşün hangisinin sonuncu görüşü olduğuna dair net bir karine yoksa bu iki görüşten en çok değindiğine bakılır. Bu, çoğunlukla onun en son sözü olduğuna delâlet eder.

Mecaz hakkındaki sözlerinin çoğu, ya mecazı inkâr etme yönündedir ya da muhalifin dilinden konuşmasıdır. Yani hasma karşı tenezzül babındandır.

İbn Teymiyye’nin, mecazın inkârına dair sözleri oldukça fazladır.

b) Mesela bir sözün, İbn Teymiyye’nin olup olmadığı şeklinde bir işkalle (sorunla) karşı karşıya kalındığında İbn Kayyım’ın meseleyi tahririne/ortaya seriş durumuna bakılır. Çünkü, İbn Teymiyye’nin sözlerini en iyi anlayan; hangisinin ilk sözü, hangisi son sözü olduğunu en iyi bilen odur.

Bu konu hakkında ikisinin söylemleri aynıdır.

5. ve Son Tenbih: Mecaz kabul edilse bile bid’at ehlinin mecaz kapısından girerek isim sıfatları inkâr etmeleri mümkün değildir.

Bu, iki şekilde açıkça ortaya çıkmaktadır.

1- Mecaz gaybiyatlara dâhil değildir. Allah azze ve celle’nin isim ve sıfatları ise bize nispetle gaybîdir.

Bu sözün açılımı şu şekildedir. Mecaz, ilk anlama hamlolunmaya engel teşkil eden bir karine üzere mebnidir. Bu karineyi ise müşahede ettiğimiz, gaybî olmayan şeylerden olmadığı müddetçe bilmemiz mümkün değildir.

Bazı bid’at ehline baktığında, onların, Allah’ın “بل يداه مبسوطتان / Bilakis O’nun iki eli de açıktır.” ayetini “iki kuvveti” veya “iki kudreti” veya “iki nimeti” şeklinde tevil ettiklerini görürsün.

Bu kişilere deriz ki: “Nimet, kudret ve kuvvetin ele ıtlakı mecaz mıdır, hakikat midir?” “Hakikattir.” derler. Biz de deriz ki: “Sizi buna iten nedir? İlk anlamı bırakıp da ikinci anlamı almaya mecbur bırakan nedir seni?” Onlar da der ki: “Karinedir.”

“Peki, karine nedir?” dediğimizde ise “Teşbihe düşme korkusudur.” derler. Şayet Allah’a el sıfatını nispet edersek -mahlûkatın da eli olduğu için- Allah’ı mahlukata benzetmiş oluruz.

Öyleyse bu şekilde cevap veren kişiyle münakaşa konusu, karinenin kendisidir. Şayet karinenin sıhhati sabit olmazsa -icmayla- kelamı hakiki manaya hamletmemiz gerekir.

Getirdikleri teşbih karinesine baktığımızda mecaza hamletmek için geçerli olmayan bir karine olduğunu görüyoruz. Şöyle ki mesela “Kedinin de eli var.” “Atın da eli var.” gibi lafızların delalet ettikleri anlam tüm yönleriyle bir değildir. İbn Huzeyme’nin de Kitabu’t-Tevhid’de dediği gibi herkesin kendine uygun bir eli vardır, bu ise teşbihi gerektirmez.

Böylece getirdikleri karine sakıt kalmış oluyor/düşüyor. Karine düşünce de -icmaen- mecaz düşmüş olur.

O zaman mecazı kabul etsek bile bunun isim sıfata dahil olabileceğini ispatlamak mümkün değildir.

2- İsim sıfat babında mecazın olmadığı -icmayla- ispatlıdır. İbn Abdilber’in Temhid’de söylediği gibi “İsim sıfatlar hakikat üzeredir, mecaz değil!”

SONUÇ:

Bu meselede racih olan; ne Kur’an’da ne sünnette ne de Arap dilinde mecazın olduğudur.

Allah en iyisini bilendir.

Not 1: Mecaz hakkındaki bu risalede, mesele etrafındaki münakaşaları en ince ayrıntısına kadar serdetmedik. Bu konuda getirilen şüphelere verdiğimiz cevaplara karşı da bazı itirazlar/reddiyeler yöneltilmiştir. Yine bizim onlara karşı yönelttiğimiz delillere bazı cevaplar vermişlerdir. Ancak risaleyi özlü tutma isteğimiz sebebiyle bu risalemizde bunları ele almadık.

Not 2: Bu risalenin hazırlanmasında, Şeyh Yûsuf el-Ğafîs ve Şeyh Abdulaziz er-Reyyis gibi ilim ehli kimselerin derslerinden faydalanılmıştır.

Tevfik/başarı Yüce Allah’tandır.



Hazırlayan: Ebû Zerka
0 yorum:

Yorum Gönder


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)