GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Tevhid-3..

Etiketler:
Allah’ın Sıfatlarının Bulunduğunu Kabul Etmek O’nun Yaratıklara Benzemesini Ve Cisim Olmasını Gerektirmez


Allah da, Rasûlü de Yüce Allah’ın sıfatları olan ilim, kudret ve kuvveti (mahlukata) isim olarak kullanmış bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra zayıflığın ardından kuvvet... yaratır." (er-Rûm, 30/54); "Şüphesiz o kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi." (Yûsuf, 12/68)

Mahlukatın ilminin Allah’ın ilmi, onların kuvvetinin Allah’ın kuvveti gibi olmadığı bilinen bir husustur. Bunun benzerleri de pek çoktur. Bu da bütün akıl sahipleri tarafından kabul edilen bir husustur. O bakımdan Yüce Allah’ın kendi zatını nitelendirmiş olduğu rıza, gazap, sevgi, buğz ve buna benzer herhangi bir sıfatın varlığını kabul etmeyen ve buna karşılık bunları kabul etmek teşbîhi ve tecsîmi gerektirir iddiasında bulunanlara şöyle denilir: Sizler aslında yaratıkların sıfatlarına benzedikleri halde yine de onun irade, kelâm, semi’ ve basar sahibi olduğunu kabul ediyorsunuz. Sizin kabul etmeyip, Allah ve Rasûlünün ise kabul edip ve sizin kabul ettiğiniz hususlardaki kanaatlerinize benzeyen sıfatları da kabul etmelisiniz. Çünkü aralarında herhangi bir fark yoktur.

"Biz hiçbir sıfatın varlığını kabul etmiyoruz" diyecek olurlarsa onlara şöyle denilir: Sizler O’nun hayy, alîm, kadîr gibi bir takım güzel isimlerini kabul ediyorsunuz. Kula da bazen bu isimler verilebilir. Buna karşılık Rabbe ait olduğu kabul edilen bu tür isimlerin, kuldaki bu isimlerin benzerini ifade ettiği de söylenmez. O halde Allah’ın isimleri hakkında söylediğinizin bir benzerini O’nun sıfatları hakkında kabul etmelisiniz.

Halık ile mahluk’un ortak olan (isim ve sıfat)larını reddeden bir kimse batıl iddiada bulunan bir Muattil olur. Her ikisindeki bu sıfatların birbirinin benzeri, misli olduğunu kabul eden kimse de batıl iddiada bulunan bir Müşebbihe mensubu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Çünkü yaratan ile yaratıcı her ne kadar aynı ismi almakta birbiriyle ittifak halinde iseler de; Yüce Allah vücud’u (varlığı), ilmi, kudreti vesair sıfatları ile bu sıfatların özel anlamı ile mevsuf’tur. Kulun bunlardan herhangi bir hususta O’na ortaklığı söz konusu değildir. Aynı şekilde kulun vücud, ilim ve kudret gibi sıfatları da kendine hâs’tır. Yüce Allah da kulun bu özelliklerinde ona ortak olmaktan münezzehtir.

Yaratan ile yaratıcı var olmak, ilim ve kudret sahibi olmak, ismini taşımakta ittifak etseler dahi, böyle bir müştereklik ancak zihinlerde var olan, fakat eşyada varlığı söz konusu olmayan mutlak bir müşterekliktir. Eşyada var olan ise özel bir hüvviyete sahiptir, onda herhangi bir ortaklık söz konusu değildir.

İşte bu aklî yöntem kullananların pek çoğunun tutarsızlıklara düştüğü bir konudur. Çünkü onlar bu gibi hususlarının ismen alınmasındaki uyumun neticesinde Rabbin varlığının, kulun varlığı gibi olması gerektiği vehmine kapılmışlardır.

Bu husustaki hata ve yanlışlığın aslı şudur: Onlar bu genel ve külli eşyanın taşıdıkları mutlak ve külli isimlerin aynen tesbit edilen ve bu ismi taşıyan her varlıkta da bulunması gerektiği kanaatine kapılmışlardır, oysa durum böyle değildir. Çünkü dış dünyada var olan bir şey, mutlak ve külli olarak var demek değildir. Aksine o ancak muayyen ve belli bir özellikte var olabilir. Yüce Allah’a bu isimler verildiği takdirde bu isimlerin müsemmâsı da artık onunla tayin edilmiş ve hususiyet kazanmış olur. Bu isimler kula verilecek olurlarsa artık bu isimleri taşıyan da o isimlerle tahsis edilmiş olur. Buna göre Allah’ın varlığında ve hayatında O’ndan başkasının O’na ortaklığı (onun gibi olması) söz konusu değildir. Hatta muayyen belli bir varlığın varlığında da başkası O’nunla ortak olmadığına göre, yaratıcının varlığında böyle bir ortaklık nasıl düşünülebilir? Mesela, işte bu odur, denildiği vakit kendisine işarette bulunulan şey aynı olmakla birlikte ona iki farklı yönüyle işarette bulunulmuştur.

İşte bu ve benzeri açıklamalarla Müşebbihe’nin bu noktadan hareket ettiklerini ve bu konuda hakka fazladan bir şeyler kattıkları için sapıttıklarını görmüş oluyoruz.

Muattile’nin ise bir yönüyle benzerliği kabul etmeyip, yine bu hususta sapıtıncaya kadar hakka birşeyler kattıklarını görmekteyiz. Yüce Allah’ın Kitabı ise sağlıklı ve doğru çalışan akılların kavrayabilecekleri katıksız hakka delâlet etmektedir. Bu ise hiçbir sapması söz konusu olmayan mutedil haktır.

Sıfatları nefyedenler Yüce Allah’ı herhangi bir hususta yaratıklarına benzemekten tenzih etmekte iyi ve güzel hareket etmekle birlikte; bizatihi Yüce Allah için sabit olan hususları nefyettikleri için de uygun olmayan bir iş yapmışlardır. Müşebbihe ise sıfatları kabul etmekle iyi bir tutum sergilemekle birlikte teşbihi ileriye götürdükleri için kötülükte bulunmuşlardır.

Benzerliğin söz konusu olmaması ortaya çıktığına göre, aradaki farkı açıklamak için yalnızca izafette bulunmak yeterli olur. Eşitliğin söz konusu olmaması ise müşterek (ortak) lafzın medlûlü olan müşterek miktarıyla o hususun varlığına engel değildir. Biz bu yolla gaybî hususları kavrayabiliyoruz. Eğer bu müşterek mana bulunmamış olsaydı, bu kavrayışta hiçbir şekilde mümkün olmazdı.



"Hiçbir şey onu âciz bırakamaz."



Yüce Allah’ın Kudreti Kemal Derecesindedir. O’nun İçin Âcizlik Sözkonusu Değildir


Kudretinin kemali dolayısıyla hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah herbir şeye güç yetirendir." (el-Bakara, 2/20); "Allah herşeye muktedir olandır." (el-Kehf, 18/45); "Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah’ı âciz bırakacak değildir. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir." (Fâtır, 35/44); "O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür." (el-Bakara, 2/255)

"O’na ağır gelmez." O’nu âciz bırakmaz, güç gelmez. O’na zor ve sıkıntılı gelmez, demektir. Böyle bir şeyin nefyedilmesi zıttının kemal derecesinde O’nun hakkında sabit olduğunu gösterir. Aynı şekilde Kitap ve Sünnette yüce Allah’ın sıfatları hakkında gelen herbir nefy ifadeside onun zıttının kemalinin onun hakkında sabit olduğunu gösterir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez." (el-Kehf, 18/49) Çünkü O’nun adaleti kemal derecesindedir.

"Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’na gizli kalmaz." (Sebe’, 34/3) Çünkü O’nun ilmi kemal derecesindedir.

"Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf, 50/38) Çünkü O’nun kudreti kemal derecesindedir.

"O’nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku." (el-Bakara, 2/255) Çünkü O’nun hayatı ve kayyûmiyyeti kemal derecesindedir.

"Gözler O’nu idrak etmez." (el-En’âm, 6/103) Çünkü O’nun celâl, azamet ve kibriyâsı kemal derecesindedir.

Bunun böyle olmasının sebebi, katıksız nefyin öğünülecek bir tarafının bulunmayışından dolayıdır. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Küçük bir kabilecik, hiçbir kimsenin ahdini bozmazlar,

Ve insanlara hardal tanesi kadar dahi zulmetmezler."

Bu beyitten önce ve sonra sözünü ettiği şekli ile onların ahidlerini bozmayıp, zulmetmedikleri ile birlikte "küçük kabilecik" sözleriyle onları küçültmesi dolayısıyla bu sözleriyle onların âcizliklerini ve zayıflıklarını kastettiği, kudretlerinin kemal derecesinde olduğunu anlatmak istemediği anlaşılmaktadır. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Fakat benim kavmim her ne kadar sayıca çok iseler de,

Önemsiz dahi olsa hiçbir zaman kötülük yapmazlar."

Burada onların kötülük yapmadıklarını söz konusu etmekle birlikte, önceki beyitlerde onları yermeye delil teşkil edecek ifadelerin bulunması, maksadının onların âcizliklerini ve zayıflıklarını dile getirmek olduğu anlaşılmaktadır.



Nefy ve İsbat Konusunda Selef’in Yolu


Bundan dolayı Yüce Allah’ın Kitabında Allah’ın sıfatları isbat edilirken onlardan etraflı bir şekilde söz edilmekte, nefyedilenlerden de mücmel olarak (özlü olarak) söz edilmektedir. Bu hoş görülmeyen türden kelâm ile uğraşanların yolunun tam aksinedir.

Onlar etraflı bir şekilde nefyi söz konusu ederken, mücmel olarak ta isbattan söz ederler ve şöyle derler: O cisim değildir, şahıs değildir, beden değildir, suret değildir, et değildir, kan değildir, kişi değildir, cevher değildir, araz değildir, renkli değildir, tadı yoktur, kokusu yoktur, elle yoklanmaz, ısısı yoktur, soğukluğu yoktur, rutubeti yoktur, kuruluğu yoktur, boyu yoktur, eni yoktur, derinliği yoktur. Bir araya parçaları toplanmaz, parçaları birbirinden ayrılmaz, hareket te etmez, sakin de değildir. Kısımlara, parçalara ayrılmaz, kısım, parça, cüz organ ve azaları yoktur. Yönleri yoktur, sağı solunun varlığı, önü arkası, yukarısı altı söz konusu değildir. Hiçbir mekan O’nu kuşatmaz, O’nun üzerinden zaman geçmez. Ne O’na temas etmek düşünülebilir, ne de O’nun uzlete çekilmesi düşünülebilir. Mekânlara hulûl’u (İçlerine girmesi) yoktur, yaratıkların hâdis oluşlarına delil teşkil eden hiçbir sıfat ile nitelendirilemez. Sonlu olmakla da nitelendirilemez, bir alan kapladığı, herhangi bir cihette yol aldığı da söylenemez. Mahdut değildir, kaderler O’nu kuşatamayacağı gibi perdeler de O’nu kapatamaz. Ve buna benzer Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin Mutezile’den naklettiği diğer sözler.

Bu ifadeler arasında hak olanı da vardır, batıl olanı da vardır. Kitabı ve sünneti bilen bir kimse bunu açıkça anlar. Bu şekildeki mücerred, nefy ifadelerinde övücü herhangi bir söz bulunmamakla birlikte, edebin sınırlarını aşan ifadeler de vardır. Çünkü bir kimse sultana: Sen çöpçü değilsin, odun kıran değilsin, hacamat yapan değilsin, dokumacı değilsin, diyecek olursa her ne kadar bu sözleri doğru ise de sultan böyle diyen kimseyi bu nitelendirmeleri dolayısıyla te’dib eder. Ancak nefy ifadesinde toplu (icmali) sözlerle O’nu överek: Sen yönettiğin kimselerden hiçbir kimse gibi değilsin. Sen onlardan daha üstün, daha şerefli ve daha değerlisin, diyecek olup bu şekilde toplu bir ifadeyle olumsuzlukları nefyedecek olursa, aynı şekilde toplu bir ifade ile edebe riayet etmiş olur.



Hakkı, Şer’î Lafızlarla İfadelendirmek Ehl-i Sünnet’in Yoludur


Hakkı, nebevî ve ilâhî şer’î lafızlarla dile getirmek, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’ın izlediği bir yoldur. Muattile ise şârîin dile getirdiği isim ve sıfatlardan yüz çevirirler. Bu sıfatların anlamları üzerinde düşünmezler. Kendilerinin bid’at olarak ortaya attıkları mana ve lafızları itikad edilip inanılması, güvenilip kabul edilmesi gereken muhkem anlam ve lafızlar olarak kabul ederler.

Hak, sünnet ve iman ehli ise Allah ve Rasûlünün söylediklerini inanılması ve kabul edilmesi gereken hakkın kendisi olarak değerlendirirler. Öbürlerinin söylediklerinden ise ya büsbütün yüz çevirirler yahut ta onun durumunu etraflı bir şekilde açıklarlar. Onun hakkında Kitab ve Sünnete göre hüküm verilir, yoksa onlardan hareketle Kitab ve Sünnet hakkında hüküm verilmez.

Anlatmak istediğimiz şudur: Onların itikadlarında ağırlıklı olarak görülen şey selbîliktir (olumsuz anlatımlardır.) O şöyle değildir, o böyle değildir. İsbat (olumlu ifadeler) ise pek azdır. O alim’dir, kadir’dir, hayy’dır gibi. Sözü edilen nefyin bir çoğu ise Kitap ve Sünnetten alınmış olmadığı gibi, onların dışında sıfatları isbat edenlerin izledikleri aklî yollardan da alınmış değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir şey O’nun gibi değildir. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir (semî’dir, basîr’dir.)" (eş-Şûrâ, 42/11)

Bu buyrukta nefyin manasını da ortaya koyan bir isbat vardır. O bakımdan bu buyruktan Yüce Allah’ın kastının şu olduğu anlaşılmaktadır: Kemal sıfatlarına tek başına O sahiptir. Yüce Allah kendi zatını nitelendirdiği, rasûllerinin kendisini vasfettiği sıfatlara sahiptir. Sıfatlarında da, isimlerinde de, fiillerinde de O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ayrıca O’nun, mahlukatından hiçbir kimsenin muttalî olmadığı sıfatları da vardır. Nitekim sıkıntılı haller için yaptığı duasında o doğru sözlü rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah’ım sahip olduğun ve kendi zatını kendisiyle adlandırdığın yahut Kitabında indirdiğin yahut kullarından birisine öğrettiğin yahut ta gayb ilminde kendi nezdinde kimseye bildirmeyip sakladığın her bir ismin ile Senden, Kur’ân-ı Kerîm’i kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün uzaklaştırıcısı, keder ve üzüntümün gidericisi kılmanı niyaz ederim."[20]

Yüce Allah’ın rahmetine nail olmasını dilediğimiz hocamızın (Tahâvî’nin) "Hiçbir şey O’nu âciz bırakmaz" ifadesi yerilmiş nefy türünden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah’ı âciz bırakmaz. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir." (Fatır, 35/44)

Böylelikle Yüce Allah âyet-i kerîme’nin sonunda aczinin söz konusu olmayacağına delili zikrederek ona dikkat çekmektedir. Bu ise ilim ve kudretin kemalini ifade eder. Çünkü âcizlik ya bir işi yapmak isteyen kimsenin o işi yapmaya gücünün bulunmadığının ifadesidir; yahut ta o işi bilmediğinden dolayı âcizdir.

Zerre ağırlığı kadar hiçbir şey de Allah’ın ilminin dışında değildir ve O herşeye kâdir olandır. Akıl ve fıtratların kabul ettikleri apaçık gerçeklerden birisi de O’nun kudret ve ilminin kemal derecesinde olduğudur. O halde âcizlik O’nun hakkında söz konusu değildir. Çünkü kudret ile âcizlik arasında belli bir çelişki vardır. Ayrıca âciz olan bir kimsenin ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah bundan alabildiğine yücedir, münezzehdir.



"O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur."



Kelime-i Tevhid


İşte bu, daha önce açıklandığı üzere bütün peygamberlerin kendisine davet ettiği tevhid sözüdür. Hasr’ı gerektiren (yani yalnızca Allah’ın ulûhiyyetini ifade eden) nefy ve isbat itibariyle tevhid’in bu sözlerle dile getirilmesi, mücerred bir isbat halinde, aksi olma ihtimalinin de söz konusu olacağından dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Nitekim Yüce Allah: "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır" diye buyurduktan sonra: "O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rahman’dır, Rahîm’dir." (el-Bakara, 2/163) diye buyurmaktadır. Çünkü herhangi bir kimsenin hatırına şeytani bir vesvese kabilinden şöyle bir düşünce gelebilir: Kabul edelim ki bizim ilâhımız bir tek ilâh olsun. Bizden başkalarının da O’ndan başka ilâhları bulunabilir. Böyle bir vehmi bertaraf etmek için yüce Allah: "O’ndan başka ilâh yoktur" diye buyurmaktadır.



"(Allah) Başlangıçsız olarak kadim, sonsuz olarak daimdir."



Kıdem ve Bekâ Sıfatları


Yüce Allah: "O İlktir ve Sondur." (el-Hadid, 57/3) diye buyurmaktadır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Allah’ım Sen Evvelsin, Senden önce hiçbir şey yoktur ve Sen Âhirsin, Senden sonra da hiçbir şey yoktur."[21]

Hocamızın: "Başlangıçsız olarak kadim’dir, sonsuz olarak daim’dir" ifadesi yüce Allah’ın "el-Evvel ve el-Âhir" isimlerinin anlamını ifade etmektedir.

Bu iki sıfatın Allah hakkında sabit olduğunu bilmek fıtratlarda yer etmiş bir gerçektir. Çünkü bütün varlıkların -teselsülün ardını arkasını kesmek için- zatı itibariyle varlığı zorunlu olan (vacibu’l-vucud)a ulaşması kaçınılmaz bir şeydir.

Bizler canlıların, bitkilerin, madenlerin hâdis (sonradan yaratılmış) olduklarını gördüğümüz gibi bulut, yağmur ve daha başka atmosfer olaylarının da sonradan meydana geldiklerini görüyoruz. Gerek bu meydana gelen olaylar, gerek te başkaları mümteni’ (var olmaları imkânsız) şeyler değildir. Çünkü mümteni’ olan bir varlık asla var olmaz.

Bunlar zatları itibariyle de varlıkları zorunlu (vacibu’l-vucud) değillerdir. Çünkü zatı itibariyle vacibu’l-vucud, yok olmayı kabul etmez. Bu varlıklar ise bir zamanlar yoktu, sonradan var oldu. Bunların bir zaman olmayışları onların vacib olmadıklarını, var oluşları da varlıklarının imkânsız (mümteni’) olmadığını ortaya koyar. Var olması da, yok olması da mümkün olan bir varlığın varlığı kendinden olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar hiçbir şeyden mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?" (et-Tûr, 52/35) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:Bunlar kendileri var eden bir varlık olmaksızın mı var oldular yoksa kendi kendilerini var edenler kendileri midir?

Bilinen bir gerçektir ki sonradan var edilmiş bir varlık, kendiliğinden var olmaz. Mümkin denilen varlık, işte varlığı da, yokluğu da kendinden olmayandır. O bizzat kendi kendisini var etmez. Aksine kendisini var eden bulunursa var olur, aksi takdirde yok olur. Yokluğu yerine varlığı mümkün, varlığı yerine de yokluğu mümkün olan herbir varlığın varlığı kendinden olmadığı gibi, yokluğu da onun ayrılmaz bir vasfı değildir.



Kelâm’cıların İzledikleri Doğru Yöntemler Kur’ân’ın Zikrettiğine Uygun Olanlardır


Fazilet sahibi bir kimse kelâmcı ve felsefecilerin söz konusu ettiği aklî yöntemlerin nihaî durumu üzerinde iyice düşünecek olursa, bunların doğru olanlarının esas itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in en açık ve en özlü bir üslûpla söz konusu ettiği aklî bir takım yöntemlerden ibaret olduğunu görür. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği yollardaki beyanın eksiksiz ve mükemmel tahkik derecesinde olduğunu ve onların yanında benzer özellikte yaklaşımlar bulunmadığını da tesbit eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir." (el-Furkan, 25/33)

Bizler iyice tesbit edilemeyen bir takım öncülleri (mukaddime, önerme) ve nazarî bir takım delilleri delil olarak ortaya koymanın faydasız olduğunu söylemiyoruz. Çünkü gizlilik ve açıklık nisbî bir takım meselelerdir. Kimi insanlar için açıkça ortaya çıkan bir husus, başkaları için gizli ve saklı olabilir. Aynı kimse kimi halde farkedemediği ve kendisi için gizli kalan bir hususu bir başka halde açıkça görüp tesbit de edebilir.

Yine önermeler kimisi için açıkça anlaşılamasa bile bir takım kimseler bunları kabullenebileceği gibi, bazı kimseler de bunlardan çok daha açık ve belirgin olanlar hakkında tartışabilir de.

Kişi nefsî araştırma ve inceleme ile öğrendikleri sebebiyle; açık ve zahir hususlar arasından bilip öğrenebildiklerine oranla daha ileri derecede sevinebilir.

Şüphesiz ki yaratıcının isbat edilme bilgisi, O’nun varlığının vacib oluşu, zaruri ve fıtri bir husustur. Bazı insanların bu hususta nazarî bir takım yöntemlere başvurma ihtiyacını hissettirecek bir takım şüpheleri ortaya çıksa bile bu, böyledir.



Kelâm’cıların Yüce Allah’ın İsimleri Arasına "el-Kadim"i Sokmaları


Kelâm’cılar Yüce Allah’ın isimleri arasına "el-Kadîm" ismini sokmuşlardır. Halbuki bu Esmâ-i Hüsnâ’dan değildir. Çünkü Kur’ân’ın kendisiyle nâzil olduğu Arap dilinde "el-Kadîm" başkasından daha önce olan hakkında kullanılır. Mesela eski olan bir şeye "bu kadim’dir" denilir. Yeni olan bir şeye de "bu hadis’dir (yenidir)" denilir ve onlar bu ismi ancak kendisinden önce mütekaddim şeyler bulunan varlıklar hakkında kullanırlar. Kendisinden önce (kendisi hakkında) yokluğun söz konusu olmadığı zat hakkında kullanmazlar. Nitekim Yüce Allah (kadîm’i bu manada kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Sonunda o kuruyup incelen eski (kadîm) hurma dalı gibi olur." (Yâsîn, 36/39)

Eski hurma dalı (el-urcunu’l-kadîm) ise ikincisinin varlığı zamanına kadar kalabilendir, yenisi ortaya çıktı mı birincisine kadim denilir.

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onunla hidâyet bulmadıkları için de: ‘Bu eski (kadîm) bir uydurmadır’ diyeceklerdir." (el-Ahkaaf, 46/11) Yani zaman itibariyle önceliklidir. Yine bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gördünüz mü şu sizin ve önceki (el-akdamun) atalarınızın ibadet ettiklerini" (eş-Şuara, 26/75-76) Burada kullanılan "el-akdem" kelimesi "el-kadîm"in mübalağalı kipidir.

Yüce Allah’ın isimleri arasında "el-Kadîm"i sokmaya gelince, bu kelâm’cıların çoğunun sözleri arasında meşhur olmuştur. Selef ve halef’ten pek çok kimse ise bunu benimsememiştir. İbn Hazm bunlardan birisidir.

Şüphesiz ki bu isim eğer bizatihi tekaddüm hakkında kullanılacak olursa elbetteki bütün hadiselerden önce var olan varlık başkalarına göre mütekaddim olmaya daha bir hak sahibidir. Şu kadar var ki Yüce Allah’ın isimleri kendileri ile övülenin özelliğine delâlet teşkil edecek en güzel isimlerdir. Sözlükte önce oluş (tekaddüm) ise mutlak’tır. Bütün hadiselerden daha önceye has bir ifade değildir. O halde bu Esmâ-i Hüsnâ’dan değildir. Şeriatte ise bu, O’nun "el-Evvel" ismi ile dile getirilmiştir ki bu da "el-kadîm" den daha güzeldir. Zira ondan sonra var olan varlıkların sebebinin ona ait olduğu ve O’na bağlı olduğu anlamını ihtiva etmektedir. "el-Kadîm" ise böyle değildir. Yüce Allah’ın isimleri el-Hüsnâ (en güzel) isimlerdir. Yalın olarak sadece "el-hasene: güzel isimler" değildir.



"Ne sonu gelir, ne de yok olur."



Bu, Yüce Allah’ın beka’sının devamlılığını ifade etmektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Onun (yeryüzünün) üzerindeki her canlı fanidir. Celâl ve ikram sahibi Rabbinin yüzü ise kalıcıdır." (er-Rahmân, 55/26-27)

Yok olmak (fena) ve sonu gelmek (beyd) mana itibariyle birbirine yakın kelimelerdir. Bu şekilde onların bir arada zikredilmeleri te’kid içindir. Aynı zamanda bu daha önce belirttiği: "O, sonu gelmez daimdir" sözünü de ifade etmekte ve pekiştirmektedir.



"Yalnız O’nun irade edip dilediği olur."



Bu, Kaderiyye ve Mutezile’nin kanaatini reddetmektir. Çünkü onlar Yüce Allah’ın bütün insanlardan iman etmelerini irade ettiğini, ancak kâfirin küfrü murad ettiğini iddia etmişlerdir. Halbuki onların bu sözleri kitaba, sünnete ve sahih akla aykırı düştüğünden dolayı tutarsızdır ve reddolunur. Bu meşhur "kader meselesi"dir. İleride de buna dair daha geniş açıklamalar Yüce Allah’ın izniyle gelecektir.

Kaderiyye’ye bu ismin veriliş sebebi, kaderi inkâr etmeleridir. Kaderi gerekçe diye gösteren Cebriyye’ye de aynı şekilde Kaderiyye denilmekle birlikte birinci kesime bu adın verilmesi daha çok görülen bir durumdur.



İrade Etmek ve Sevmek


Ehl-i sünnet ise şöyle derler: Yüce Allah her ne kadar kaderin bir gereği olarak masiyetleri irade etmekte ise de, o masiyetleri ne sever, ne onlardan razı olur, ne de masiyet işlenmesi emrini verir. Bilakis O, masiyetlerden nefret eder, onlara gazap eder ve onlardan hoşlanmaz, onları yasaklar. Bütün selef’in görüşü budur. Onlar: Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz, derler. Bundan dolayı fukahâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Yemin eden bir kimse: Allah’a andolsun ki eğer Allah dilerse şu işi yapacağım, diyecek olsa ve o işi yapmayacak olursa yeminini bozmuş olmaz. İsterse bu vacip ya da müstehab olsun. Eğer Allah bunu severse diyecek olursa o takdirde (gereğini yerine getirmeyecek olursa) eğer bu iş vacip ya da müstehab ise yeminini bozmuş olur.

Ehl-i sünnet’in muhakkik’leri derler ki: Allah’ın Kitabında irade iki türlüdür. Birisi kaderî, kevnî ve halkî (yani yaratmaya dair) irade, diğeri ise dinî, emrî ve şer’î iradedir.

• Şer’î irade: Muhabbet ve rızayı da ihtiva eder.

Kevnî irade ise, bütün olayları kapsayan ilâhî meşîettir. Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslama açar, kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi- daraltır, sıkıştırır." (el-En’âm, 6/125)

Nuh -Aleyhisselam- hakkındaki şu buyruk ta buna benzer: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse ben size öğüt vermek istesem bile, bu öğüdüm size fayda vermez." (Hud, 11/34); "Fakat Allah dilediğini yapar." (el-Bakara, 2/253)

Dinî, şer’î ve emrî iradeye gelince; buna da yüce Allah’ın şu buyrukları örnektir: "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (el-Bakara, 2/185) "Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek, tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. Allah sizden (yükümlülükleri) hafifletmek ister. Zaten insan zayıf yaratılmıştır." (en-Nisâ, 4/26-28); "Allah size güçlük çıkarmak istemez ama sizi iyice temizlemeyi, üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister." (el-Maide, 5/6); "Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister." (el-Ahzab, 33/33)

İşte çirkin işler işleyen kimselere insanların: Allah’ın sevmediğini, o işe razı olmadığını ve emretmediğini anlatmak maksadı ile: Bu adam Allah’ın istemediği bir işi yapıyor, şeklindeki sözlerinde dile getirilen irade budur.

• Kevnî iradeye gelince bu da müslümanların: Allah’ın dilediği olur ve O’nun dilemediği olmaz, şeklindeki sözlerinde dile getirilen iradedir.

İrade sahibi kişinin bizzat bir işi yapmak istemesi ile başka birisinin bir işi yapmasını istemesi arasındaki fark gayet açıktır. İrade sahibi kişi bizzat bir işi yapmak isterse işte burada onun fiiline taalluk eden iradenin varlığından söz edilir. Başkasından bir işi yapmasını isteyecek olursa bu da bir başkasının o işi yapmasını istemesi demektir.

İnsanlar için her iki türüyle de irade aklen kabul edilebilir. Emir etmek ise birincisini değil de ikinci tür iradeyi gerektirir. İşte Yüce Allah kullarına bir emir verecek olursa onunla emir verdiği kimseye emrettiği hususu yerine getirmek üzere yardımcı olmayı murat edebileceği gibi, bir fiili yapmasını irâde etse dahi bu yardımı irade etmeyebilir de.

Yüce Allah’ın emri hususundaki görüş ayrılıklarını nihaî olarak ve açık bir şekilde çözecek surette yapılan tahkîk şöyle ifade edilebilir: O’nun emir vermiş olması iradesini gerektirici midir, değil midir? Yüce Allah, rasûlleri vasıtası ile insanlara kendilerine faydalı olacak şeyleri emretmiş, onlara zararlı olacak şeyleri de yasaklamıştır. Fakat onlardan kimilerinin fiillerini yaratmayı murat etmiş ve bundan dolayı da Yüce Allah bizzat o fiili yaratmayı dilemiştir. Kişiyi de o işin faili kılmıştır. Kimilerinin de fiillerini yaratmayı dilememiştir. Yüce Allah’ın kullarının fiillerini ve diğer mahlukatı yaratması ile, açıklamak suretiyle ve maksadıyla kullarına emir vermesi ayrı şeylerdir. Çünkü bu şekildeki emri kulun faydasına yahut zararına olan şeyleri açıklamaktan ibarettir.

Yüce Allah Firavun’a, Ebu Leheb’e ve diğerlerine iman etmelerini emretmekle onlara yerine getirmeleri halinde kendilerine faydalı olacak ve hallerini düzeltecek şeyleri açıklamış olmaktadır. Onlara emir vermiş olması, onlara yardımcı olmasını gerektirmez. Hatta onlar için böyle bir fiili yaratması, bu hususta onlara yardımcı olması yüce Allah’ın bizzat kendi fiili olması bakımından bunda bir çeşit mefsedet dahi olabilir.

Çünkü O ne yaratırsa bir hikmet ile yaratır. Emretmiş olduğu bir fiilin, emrolunan tarafından işlenmesi halinde kişinin faydasına olması, bizzat emir vererek o işi yapmasının yahut emrettiği şahsın o işi yapmasını takdir etmesinin de maslahat olmasını gerektirmez. O halde yaratma ciheti ile emretme ciheti arasında bir fark vardır. Nitekim kimi zaman bir kimse kendisinden başkasına nasihat etmek ve ona faydalı olacak şeyleri açıklamak maksadıyla bir takım emirler verir ve ona bir takım yasaklamalar getirebilir. O bu işte o kimseye yardım etmek istemese dahi böyle emir ve yasaklarda bulunabilir.

Çünkü benden başkasına verdiğim emirler ve nasihatler her nekadar benim maslahatıma ise de, o hususta benim ona yardımcı olmam, benim maslahatıma olmayabilir. Hatta benim maslahatım bunun zıttını irade etmek doğrultusunda da olabilir. İşte bir kimsenin iyiliğini istemek suretiyle başkasına emretmek ayrı bir şeydir, o işin bizzat kendisinin faydasına yapılması ayrı bir şeydir. Yaratıklar hakkında böyle bir ayırım mümkün olduğuna göre Yüce Allah hakkında da böyle bir ayırım mümkündür.

Maksat şudur: Hikmet sahibi bir mahlukun, bir başkasına bir emir vermiş olmakla birlikte ona bu hususta yardımcı olmaması mümkündür. Hikmeti sonsuz olduğu için mutlak yaratıcı hakkında bu, öncelikli olarak mümkündür. Bir kimseye bir emir verir ve emrettiği o hususta ona yardımcı olacak olursa, o emrolunan hususu yaratması, emri meydana getirmesi, o işi yaratmakla birlikte onu sevdiğini de ortaya koyar. Yaratmak itibariyle irade ettiği bir şey olduğu gibi, emretmek itibariyle de irade edip dilediği bir şeydir.

Emrolunan işi yapmak üzere yardımcı olmadığı kimseye gelince o takdirde bu emrolunan ile Yüce Allah’ın emri taalluk etmekle birlikte, yaratması taalluk etmez. Buna sebeb ise yaratmasının da ona taalluk etmesini gerektiren hikmetin bulunmayışı; bunun yerine zıttını yaratmasını gerektiren hikmetin söz konusu oluşudur. Birbirine zıt iki şeyden birisini yaratmak, diğer zıt şeyi yaratmaya aykırıdır.

Kulun, Rabbinin huzurundaki zilletini, duasını, tevbesini, günahlarının keffâreti olmasını, kalbinin incelmesini gerektiren ve ondan büyüklenmeyi, azameti, haddi aşmayı gideren hastalığı yaratmak fiili; elbetteki bütün bu maslahatları beraberinde gerçekleştiremeyen sağlığı yaratmanın zıttınadır. Bundan dolayı hastalık sebebiyle meydana gelen iyiliklerin, benzeri mazlum tarafından elde edilmesine sebeb teşkil eden zalimin zulmünun yaratılması da bunca maslahatı gerçekleştirmeyen adaletini yaratması ile çelişmektedir. Her ne kadar bizzat o zalimin maslahatı adaletli davranmasına bağlı ise de bu, böyledir.

Yüce Allah’ın yaratma ve emretmesindeki hikmetlerini geniş geniş açıklayabilmek, insan aklının bilmekten âciz olduğu bir husustur. Kaderiyye ise fasit bir yöntem izleyerek bunun sebeblerini açıklamaya çalıştılar ve bu hususta Yüce Allah’ı yaratıklarına benzettiler. O’nun takdirindeki hikmeti hiç göz önünde bulundurmadılar.



"Vehimler O’na erişemez. Kavrayışlar O’nu idrâk edemez."



İnsanlar Yüce Rab’lerini İsim ve Sıfat’larıyla Tanıyabilirler


Yüce Allah: "Onlar ise bilgileri ile O’nu kuşatamazlar." (Tâhâ, 20/110) diye buyurmaktadır.

es-Sıhâh (adlı sözlükte) el-Cevherî şöyle demektedir: Bir şeyi vehmetmek, onu öyle zannetmek demektir. Bir şeyi fehmetmek (kavramak) ise onu bilmek demektir.

Buna göre hocamızın (Tahâvi) maksadı şudur: Hiçbir zan O’na ulaşamaz ve hiçbir bilgi O’nu kuşatamaz. Vehm’in, olacağı umulan yani şu nitelikte olduğu zannolunan şey; fehm’in ise, aklın elde ettiği ve kendisini kuşattığı şey olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın keyfiyyetini ise kendi zatından başka hiçbir kimse bilemez. Biz O’nu ancak sıfatlarıyla bilebiliriz. O Ehad’dır, Samed’dir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir kimse de O’nun dengi değildir.

"Allah... O’ndan başka ilâh yoktur. Diridir, Kayyûm’dur. O’nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O’nundur..." (el-Bakara, 2/255);

"O Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, Melik’tir, Kuddûs’tür, Selam’dır, Mü’mindir, Muheymin’dir, Aziz’dir, Cebbar’dır, Mütekebbir’dir. Allah koştukları ortaklardan münezzehtir. O Allah’tır ki yaratandır, yoktan var edendir. Suret verendir, en güzel isimler yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nu tesbih eder. O Aziz’dir, Hakim’dir." (el-Haşr, 59/23-24)



"O hiçbir yaratığa benzemez."



Bu sözleriyle başkalarına benzemekten münezzeh yaratıcıyı yaratılmışa benzeten Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (eş-Şura, 42/11)

Bundan da kasıt bid’at ehli’nin ileri sürdükleri gibi sıfatları nefyetmek değildir. Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserindeki ifadeler arasında şu da vardır: "O mahlukatından hiçbir şeye benzemez, yarattıklarından hiçbir şey de O’na benzemez." Bundan sonra da şunları söylemektedir: "O’nun bütün sıfatları yaratıkların sıfatlarından farklıdır. O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil. O kudret sahibidir ama bizim kudretimize benzemez. O görür ama bizim görmemiz gibi değil."[22]

Nuaym b. Hammad da şöyle der: "Kim Allah’ı yaratıklarından bir şeye benzetirse o kâfir olur. Kim de Allah’ın kendi zatını nitelendirdiği sıfatlarından birisini inkâr ederse o da kâfir olur. Allah’ın da, Rasûlünün de Allah’ın zatını vasfettiği sıfatların hiçbirisinde teşbîh yoktur."

İshak b. Rahaveyh der ki: "Kim Allah’ı sıfatlarını açıklarken O’nun sıfatlarını, Allah’ın yarattıklarından herhangi bir kimsenin sıfatlarına benzetirse o yüce Allah’a kâfir olur."

Yine o şöyle demiştir: "Cehm’in ve onun yolundan gidenlerin alameti alışageldikleri şekilde ve yalan yere ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Bilakis onlar (yani Cehm ve Cehmiyye) Muattile’nin (Allah’ın sıfatlarını inkâr edenlerin) kendileridir."



Cehmiye’nin Alâmeti


Aynı şekilde selef imamlarının pek çoğu da şöyle demiştir: Cehmiye’nin alameti Ehl-i sünneti, “müşebbihe” diye nitelemektir. Çünkü Allah’ın sıfat ve isimlerini kabul etmeyen ne kadar kişi varsa mutlaka bu isim ve sıfatları kabul edenleri "müşebbihe" diye adlandırırlar.

Yüce Allah’ın yarattıklarından hiçbir varlığın O’na benzemediğini söylemek, O’nun yarattıklarından herhangi birisine benzemesini de reddetmeyi ihtiva eder. Bundan dolayı merhum hocamız: "O enâm’a benzemez" sözleriyle yetinmiştir. Enâm ise insanlar demektir. Bütün mahlukattır diye açıklandığı gibi ruh sahibi, herbir varlıktır, insanlar ve cinlerdir, diye de açıklanmıştır. Ancak Yüce Allah’ın: "Yere gelince onu da enâm için alçalttı." (er-Rahmân, 55/10) buyruğu diğer açıklamalardan daha çok birinci açıklamanın lehine tanıklık etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

"O Hayy’dır, ölmez, Kayyûm’dur, uyumaz."

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah O’dur ki O’ndan başka ilâh yoktur. Diridir, Kayyûm’dur, O’nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku." (el-Bakara, 2/255)

Bu buyrukta uyuklamanın ve uykunun nefyedilmesi, O’nun hayat ve kayyumiyyetinin kemaline delildir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lam, Mim. Allah O’dur ki O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Diridir ve Kayyum’dur. O sana kitabı hak ile indirdi." (Al-i İmran, 3/1-3); "Yüzler Hayy ve Kayyum’a zillet ile boyun eğmiş olacaktır." (Tâ’hâ, 20/111); "Asla ölmez, Hayy olana dayan ve O’nu hamd ile tesbih et." (el-Furkan, 25/58); "O, Hayy (diri) olandır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (el-Mu’min, 40/65)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- da şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah uyumaz, zaten ona uyumak ta gerekmez."[23]

Hocamız (Tahâvî) teşbihi nefyettikten sonra Allah ile O’nun yarattıkları arasındaki ayrılığı ortaya koyan hususlara yüce Allah’ın mahlukatından gayrı olarak ve kendine has olmak üzere sahip olduğu sıfatlara işaret etmektedir. İşte bu sıfatlardan birisi O’nun ölmemek üzere hayat sahibi (Hayy) olmasıdır. Çünkü Bâki (ebedi kalıcı) hayat sıfatı yalnızca Yüce Allah’a has’tır. O’nun yaratıklarının öyle bir vasıfları yoktur, çünkü onlar ölürler.

Kendine has sıfatlardan birisi de O’nun uyumamak üzere Kayyûm olmasıdır. Çünkü O, uyumamak ve uyuklamamak sıfatlarına özel olarak sahiptir. Mahlukatı böyle değildir, onlar uyurlar.

Bu ifadelerle teşbihin nefyedilmesinin sıfatları nefyetmek demek olmadığına da işaret vardır. Aksine O, zatının kemali dolayısıyla bütün kemal sıfatlarına sahiptir.

Ebedi kalıcı hayata sahip olan Hayy elbetteki geçici bir hayata sahip olan hayy’a benzemez. Bundan dolayı dünya hayatı bir meta, oyalanma ve bir oyundur: "Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise asıl hayat yurdu işte orasıdır." (el-Ankebût, 29/64)

Dünya hayatı bir uyku, âhiret hayatı da uyanıklık gibidir. O bakımdan âhiret hayatı yaratılmışlar için olduğundan ötürü kamil bir hayattır, denilemez. Çünkü bizler el-hayy, hayat zatının ayrılmaz sıfatı olan kimsedir, diyoruz. Yaratılmışa bu (ahiretteki) daimi hayatı bağışlayan da O’dur. O hayatın devamlı olması, Allah’ın onu devam ettirmesiyle olmuştur. Yoksa devamlılık bizatihi onun ayrılmaz bir sıfatı olduğundan değildir. Yüce Rabbin hayatı ise böyle değildir. O’nun diğer sıfatları da aynı şekildedir. Kısacası yaratıcının sıfatları kendisine layık olduğu şekildedir. Yaratılmışların sıfatları da kendilerine layık olan şekildedir.



Hayy ve Kayyûm İsimlerinin Diğer Esmâ-i Hüsnâ İle İlişkisi


Buna göre Yüce Allah’ın bütün güzel isimleri (Esmâ-i Hüsnâ) O’nun bu iki ismi etrafında döner, dolaşır. Bütün isimlerin anlamları bu ikisine raci’dir. Çünkü hayat bütün kemal sıfatlarını da gerektirir. Kemal sıfatlarından herhangi birisinin bulunmaması ancak hayat sıfatının zayıflığından ötürüdür. Yüce Allah’ın hayatı en mükemmel ve eksiksiz şekliyle söz konusu olduğuna göre; kabul edilmemesi hayatın kemaline aykırı olan her türlü kemalin de onun hakkında kabul edilmesini gerektirmektedir.

Kayyûm’a gelince bu da O’nun kemal derecesinde hiçbir şeye muhtaç olmamasını ve kemal derecesinde kudret sahibi olmasını gerektirmektedir. O kendi zatı ile kaim’dir. Hiçbir şekilde kendisinden başkasına muhtaç değildir. Başkasının varlığını devam ettirendir. Kendisi var etmedikçe O’ndan başka hiçbir varlık varlığını sürdüremez. Böylelikle bu iki isim bütün kemal sıfatlarını en mükemmel bir şekilde kapsamış olmaktadır.



"Muhtaç olmamak üzere yaratandır. Külfetsiz olarak rızık verendir."



Yaratma ve Rızık Verme Sıfatları


"Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir rızık da istemiyorum, Beni yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-zariyât, 51/56-58); "Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise O kimseye muhtaç olmayandır, her hamde layık olandır." (Fâtır, 35/15); "Allah gani olandır (muhtaç değildir). Muhtaç olanlar ise sizlersiniz." (Muhammed, 47/38); "De ki: Ben gökleri ve yeri yaratan Allah’tan başkasını mı dost edinecek mişim? Ve O yediriyor ama yedirilmiyor." (el-En’âm, 6/14)

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de Ebu Zerr -Radıyallahu anh-ın rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "(Yüce Allah buyuruyor ki): Ey kullarım, eğer ilkinizle, sonunuzla, insanınızla, cinninizle aranızdan en ileri derecede takvâ sahibi kimsenin kalbi gibi takvâlı olsanız bu dahi, Benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım, ilkinizden, sonuncunuza kadar insanlarınızla, cinlerinizle aranızdan en günahkar kişinin kalbine sahip olsanız, bu dahi Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Ey kullarım ilkinizden, sonuncunuza kadar insanınızla, cinninizle hep bir düzlükte dikilseler ve Ben’den dileklerde bulunsalar, Ben de herbir insana dileğini verecek olsam bu bile ancak bir iğne denize daldırıldığı zaman ne kadar eksiltebiliyorsa bendekinden ancak o kadarını eksiltir..." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[24]



"Korkusuzca öldürendir, meşakkatsizce diriltendir."



Ölüm felsefeciler ile onlara uygun kanaat belirtenlerin aksine bir varlık sıfatıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2) Yok olan bir şey ise yaratılmış olmakla nitelendirilemez. Hadis-i şerif’te de şöyle buyurulmuştur: "Kıyamet gününde ölüm siyah-beyaz renkli bir koç halinde getirilecek, cennet ile cehennem arasında boğazlanacak."[25]

Eğer ölüm bir araz ise Yüce Allah onu tıpkı salih amel hakkında varid olmuş şu buyrukta olduğu gibi bir ayn’a (cisme) dönüştürecektir: "Salih amel kişiye güzel bir genç delikanlı suretinde gelir. Çirkin amel ise en çirkin bir surette gelir."[26] Kur’ân-ı Kerîm hakkında da şöyle buyurulmuştur: " O (yani Kur’ân okuyanın kıraati) rengi solmuş bir genç suretinde gelir."[27]

Bakara suresi ile Al-i İmran suresi hakkında onların kıyamet gününde gelecekleri ve "sahiplerini (bu sureleri okumaya devam eden kimseyi) gölgelendirecek iki bulut yahut iki gölgelik ya da saf saf dizilmiş iki kuş sürüsü halinde gelecekleri" belirtilmiştir.[28]

Sahih hadiste de: "Kulların amellerinin semaya yükseldiği"[29] belirtilmektedir. Öldükten sonra diriliş ve kabirlerden çıkış ile ilgili açıklamalar da Yüce Allah’ın izniyle ileride gelecektir.

"O mahlukatı yaratmadan önce de sıfatları ile kadim idi. Onları var etmekle birlikte önceden sahip olmadığı bir sıfata yeniden sahip olmamıştır. Sıfatları ile ezelî olduğu gibi aynı sıfatlara sahip olarak ebedîdir."

----------------------------------------------

[20] Müsned, I, 391, 452.

[21] Müslim 2713; Ebû Dâvûd 5051; Tirmizî 3397; İbn Mâce 3873; Müsned, II, 381, 404.

[22] Fikhu’l-Ekber Şerhi, Aliyyu’l-Kâri

[23] Müslim 179/293; İbn Mâce 195, 196; Müsned, IV, 395, 401, 405.

[24] Müslim 2577; Müsned, V, 160; Tirmizî 2495; İbn Mâce 4257.

[25] Müsned, III, 9; Buhârî 4730; Müslim 2849; Tirmizî 3156.

[26] Müsned, IV, 287, 295, 296.

[27] Müsned, V, 348, 352; İbn Mâce 3781.

[28] Müsned, V, 348, 352; Müslim 804.

[29] Muvatta, I, 211-212; Müsned, IV, 340; Buhârî 799, Ebû Dâvûd 770; Nesâî, II, 196.

el-Akîdetü't-Tahâviyye ve Şerhi / İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi
0 yorum:

Yorum Gönder

Guraba Kitaplık..

Guraba Kitaplık..
tavsiye kitap..

Guraba Arşiv..

Guraba Yazılar..


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)