GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Şüpheleri Yokeden Tevhid Gerçeği..

Etiketler: ,

Besmele’nin Şerhi

Bismillahirrahmanirrahiym

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla[1]

Müellif Allah ona rahmet etsin besmele ile başlayan yüce Allah’ın kitabına uyarak ve Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın izinden giderek eserine besmele ile başlamıştır. Çünkü Peygamber Efendimiz de gönderdiği mektub ve mesajlarının başına besmeleyi yazardı.

Burada “besmele”nin: Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile yazmaya başlarım, takdirinde olması uygundur. Şu iki sebebten dolayı da takdir edilen bu fiilin sonradan zikredilmesi uygundur:

1- Yüce Allah’ın adı ile başlayarak, O’nun adının bereketinden faydalanmak.

2- Münhasıran Allah’ın adıyla başlandığını anlatmak, çünkü taalluk eden lafzın burada” bismi: adıyla” öne alınması hasr ifade eder. Uygun bir fiil olarak takdir edişimizin sebebi ise maksada daha açık bir delil teşkil etmesinden dolayıdır. Mesela bizler bir kitab okumak isterken “Allah’ın adı ile başlarız” diyecek olursak, neye başladığımız bilinmez, lakin “Allah’ın adı ile okuruz” denilecek olursa, bu “başlarım” demekten daha çok açık bir şekilde maksadımızı ifade eder.

Allah” lafza-i celâli şanı yüce ve mübarek yaratıcımızın özel adıdır. Bütün isimlerin kendisinden sonra geldiği en yüce ismidir. Öyle ki yüce Allah’ın şu buyruğunda da böyledir:

”Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan nura; yegane galib, hamde layık olan, göklerde ve yerde bulunan herşey kendisinin olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitabtır.” (İbrahim, 14/1-2)

Bizler “Allah” lafza-i celâlinin bir sıfat olduğu görüşüne katılmıyoruz. Aksine burada lafza-i celâlin, sıfatın mevsufa tabi oluşu gibi tabi olduğunu kabul etmemek için bir atf-ı beyan olduğu görüşündeyiz. Bundan dolayı ilim adamları; marife (belirli) isimlerin en belirtilisi “Allah” lafzıdır. Çünkü bu lafız yüce Allah’tan başka hiçbir kimseye delâlet etmez, demişlerdir.

Rahmân: Yüce Allah’a has ve ondan başkası hakkında kullanılmayan isimlerden birisidir. Geniş rahmette bulunmak sıfatına sahib kimse demektir.

Rahîm: Yüce Allah hakkında da, başkası hakkında da kullanılabilen bir isimdir. Rahmete ulaşanlara, rahmetini ulaştıran, rahmet sahibi demektir. Buna göre rahmân geniş rahmet sahibi, rahîm ise rahmeti (başkasına) ulaşan demektir. Her ikisi bir arada kullanıldığı takdirde rahîm ile rahmetini kullarından dilediği kimseye ulaştıran anlamı kastedilir. Yüce Allah’ın: “Dilediğine azab eder, dilediğine de rahmet eder ve yalnız O’na çevirileceksiniz.” (el-Ankebût, 29/21) buyruğunda olduğu gibi. Rahmân ile de rahmeti geniş olan kastedilir.

Bil ki -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- tevhid; yalnızca yüce Allah’a ibadet etmek demektir.

İlim ve İdrak

Bilmek (ilim), bir şeyi bulunduğu hal üzere kesin bir şekilde idrâk etmek demektir. İdrâkin altı mertebesi vardır:

1- İlim -tarifi az önce geçti-

2- Basit cahillik: Bütünüyle idrak edememek demektir.

3- Mürekkeb cehalet: Bu da bir şeyi üzerinde bulunduğu halin dışında, ondan farklı bir şekilde idrâk etmektir. Bunun “mürekkeb” diye nitelendirilmesi iki türlü cehâlet oluşundan dolayıdır: İnsanın gerçeği bilememesi ve gerçekte bilmediği halde bildiğini zannedecek şekilde kendi durumunu bilememesi.

4- Vehim: Böyle olmadığını tercih etmeye sebep teşkil edecek şekilde bir ihtimal bulunmakla birlikte, bir şeyi (belirli bir şekilde) idrâk etmektir.

5- Şek (şüphe): Eşit derecede zıt bir ihtimalin varlığı ile birlikte bir şeyin idrâk edilmesidir.

6- Zan: Daha az tercih edilecek bir ihtimalin varlığı ile bir şeyi idrak etmektir.

İlim zaruri (zorunlu, kesin) ve nazarî olmak üzere iki kısma ayrılır. Zaruri ilim bilinenin idrakinin herhangi bir düşünme ya da istidlâle gerek olmaksızın zorunlu bir şekilde idrâk edilmesidir. Ateşin sıcak olduğunun bilinmesi gibi.

Nazarî ilim ise abdeste niyetin vacib oluşunu bilmek halinde olduğu gibi, aklen düşünmeyi ve istidlâli gerektiren bilgidir.

Rahmet ve Mağfiret

Allah’ın rahmeti üzerine olsun” ifadesi istediğini kendisi ile elde edebileceğin ve çekindiğinden de sakınabileceğin Allah rahmetini senin üzerine bol bol indirsin demektir. Bu da yüce Allah geçmiş günahlarını sana bağışlasın ve gelecekte de bunlardan seni koruyup, sana başarı ihsan etsin anlamına gelir.

Bu anlamı “rahmet”i tek başına zikretmek halindedir. Eğer bununla birlikte “mağfiret” de söz konusu edilecek olursa, o vakit mağfiret geçmiş günahlar hakkında, rahmet de gelecekte hayır işleme ve günahlardan kurtulabilme başarısı için bir dua olur.

Müellifin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- kullandığı bu ifadeler muhatabına ne kadar şefkatli olduğunu, ona ne kadar ihtimam gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Tevhid’in Çeşitleri

Tevhid: Sözlük anlamı itibariyle bir şeyi bir kılmak, bir bilmek demektir. Bu ise ancak nefy ve isbat (olumsuz ve olumlu ifade) ile gerçekleşir. Yani tevhid olunanın dışında kalanlar hakkında hükmün sözkonusu olmadığını belirtmek ile aynı hükmü tevhid olunan hakkında sabit kabul etmekten ibarettir. Çünkü tek başına nefy ta’tildir, tek başına isbat ise bu hususta başkasının ortak olamayacağı anlamını ifade etmez. Mesela insan “Allah’tan başka ilah olmadığına” şahidlik ederek yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıklardan uluhiyeti nefyedip, yalnızca yüce Allah hakkında sabit kabul etmedikçe tevhidi tamam olamaz.

Terim olarak da -müellif- tevhidi “tevhid yalnızca yüce Allah’a ibadet etmektir” diye tanımlamış bulunmaktadır. Yani O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın Allah’a bir ve tek olarak ibadet etmektir. Severek, tazim ederek, mükâfatını umarak, cezasından korkarak yalnızca O’na ibadet etmek demektir.

Müellifin -Allah ona rahmet etsin- kastettiği tevhid, gerçekleştirmek için peygamberlerin gönderildiği tevhiddir. Çünkü peygamberlerle ümmetleri arasında görüş ayrılığının çıktığı ve anlamı farklı yerlere çekilen tevhid odur.

Diğer taraftan tevhidin daha genel bir tanımı da vardır. O da şudur: “Yüce Allah’ı O’na has olan özelliklerde bir ve tek olarak bilmek ve tanımaktır.” Bunun da üç türü vardır:

1- Rubûbiyetin tevhidi: Yaratmak, malik olmak ve tedbir ve idare bakımlarından yüce Allah’ı bir ve tek kabul etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Allah herşeyin yaratıcısıdır.” (ez-Zümer, 39/62)

“Gökten ve yerden size Allah’tan başka rızık veren herhangi bir yaratıcı var mıdır? O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” (Fatır, 35/3)

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir! O, herşeye kadirdir.” (Mülk, 67/1)

”İyi bilin ki yaratmak da, emretmek de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” (el-Araf, 7/54)

2- Ulûhiyetin tevhidi: Bu da yalnızca yüce Allah’a ibadet etmesi demektir. Kişinin Allah ile birlikte kendisine ibadet edeceği yahut Allah’a yakınlaştığı gibi kendisine yakınlaşmak arzu edeceği herhangi bir varlık edinmemesi demektir.

3- İsim ve sıfatların tevhidi: Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetinde vârid olmuş isim ve sıfatları ile Allah’ı birlemek demektir. Bu da hakkında sabit görülen isim ve sıfatları kabul etmek, nefyedilenleri de nefyetmekle olur. Herhangi bir şekilde tahrife, ta’tile gitmeksizin, keyfiyetlendirmeye ya da temsile kalkışmaksızın bunların yapılması gerekir.

Dinin Maksadı

O, Allah’ın rasûllerini kullarına kendisi ile gönderdiği dinidir.

Müellifin maksadı burada ulûhiyetin tevhididir. Ulûhiyetin tevhidi rasûllerin dinidir. Hepsi yüce Allah’ın şu buyruğunda belirttiği gibi tevhidin kendisi olan bu esas ile gönderilmişlerdir:

“Andolsun ki biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tağuttan uzak durun diye bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)

“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (el-Enbiyâ, 21/25)

İşte Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in kendileriyle savaştığı, kanlarını, mallarını, topraklarını, yurtlarını, kadın ve çocuklarının esir alınmasını mübah kıldığı müşriklerin sapıklığa düştüğü tevhid çeşidi budur.

Bu tevhidi ihlâl eden bir kimse müşrik bir kâfirdir. İsterse rubûbiyetin, isim ve sıfatların tevhidini kabul etsin.

O halde yüce Allah’ın ibadette tevhidi, kullarına -müellifin de belirttiği gibi- rasûllerini kendisi ile göndermiş olduğu rasûllerin dinidir. İşte rasûllerin ilki Nuh aleyhisselam’ın yüce Allah’ın bize naklettiği üzere söyledikleri:

”Andolsun biz Nuh’u kavmine göndermiştik: Şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.” (Hud, 11/25-26)

Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Âd kavmine kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O: Ey kavmim! Allah’a ibadet ediniz. O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur dedi.” (el-A’raf, 7/65)

”Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik. Onlara: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur dedi.” (el-A’raf, 7/73)

“Medyene de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur.” (el-A’raf, 7/85)

İlk Rasul

O rasûllerin ilki Nuh aleyhisselam’dır. Yüce Allah onu kavminin ved, suvâ’, yeğûs, yeûk ve nesr gibi salih kimseler hakkında aşırıya gitmeleri üzerine peygamber olarak göndermiştir.

Nuh’un rasûllerin ilki olduğu bir gerçektir. Çünkü Nuh aleyhisselam’dan önce yüce Allah herhangi bir rasûl göndermiş değildir. Böylelikle bizler İdris aleyhisselam’ın Nuh aleyhisselam’dan önce gönderildiğini söyleyen tarihçilerin hatalı olduklarını anlıyoruz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi muhakkak biz sana da vahyettik.” (en-Nisâ, 4/163)

(Kıyamet arasat’ındaki) şefaat olayını anlatan sahih hadiste de şöyle denilmektedir:

“İnsanlar Nuh aleyhisselam’a varırlar ve ona şöyle derler: Sen Allah’ın yeryüzünde rasûl olarak gönderdiği ilk rasûlsün.”[2]

O halde ilim adamlarının icmaı ile Nuh’tan sonra rasûl yoktur.

Buna göre kitab, sünnet ve icma ile ilk rasûl Nuh aleyhisselam’dır.

Nuh aleyhisselam ulu’l-azm (azim sahibi) olan beş rasûlden birisidir. Bunlar da Muhammed, İbrahîm, Musa, Nuh ve İsa (hepsine salât ve selam olsun) peygamberlerdir. Yüce Allah onları kitab-ı keriminde biri el-Ahzab suresinde, diğeri eş-Şûrâ suresinde olmak üzere iki yerde sözkonusu etmiştir.

Dinde Aşırılık

Kavminin bu salih kimseler hakkında aşırıya gitmiş olduklarına gelince: Yüce Allah Nuh aleyhisselam’ı kavmine salihler hakkında aşırıya gitmeleri üzerine peygamber olarak göndermiştir. Müellif “Kitabu’t-Tevhid” adlı eserinde bu mesele ile ilgili olarak şöyle bir başlık kullanmıştır: “Ademoğullarının küfre yönelmeleri ve dinlerini terketmelerinin sebebi, salih zatlar hakkındaki aşırıya kaçışlarıdır.”

Aşırıya kaçmak (el-ğuluv): ibadet etmekte, amelde, övgüde yermek yahut övmekte haddi aşmak demektir. Aşırıya kaçmak dört kısma ayrılır:

1- Akidede aşırılık: Kelâmcıların Allah’ın sıfatları hususunda aşırıya kaçmalarında olduğu gibi akidede aşırılık. Öyle ki onlar bu hususta ya temsil ya da ta’tile kadar gitmişlerdir.

Orta yol ise Allah’ın kendi zatı için ya da rasûlünün onun hakkında sabit olduğunu belirttiği isim ve sıfatları herhangi bir tahrif ve ta’tile, keyfiyetlendirme ve temsile gitmeksizin kabul etmektir.

2- İbadetlerde aşırıya kaçmak: Büyük günah işleyen kimsenin kâfir olduğunu kabul eden hariciler ile büyük günah işleyen bir kimse iki konum arasında bir yerdedir (el-menziletu beyne’l-menzileteyn) diyen mutezilenin aşırıya kaçmaları gibi. Böyle bir aşırılığa kaçmanın karşılığında da mürcienin işi kolaylaştırması yer almaktadır. Onlar da: İman olduktan sonra hiçbir günahın zararı yoktur, demişlerdir.

Orta yol ise ehl-i sünnet ve’l-cemaatin benimsediği: masiyet işleyen bir kimsenin masiyeti oranında imanında bir eksilme sözkonusudur, şeklindeki görüşleridir.

3- Muamelâtta aşırıya kaçış: Bu da herbir şeyi haram kılmak hususunda işi sıkı tutmaktır. Bu sıkı tutmanın karşısında ise, malı ve iktisadı arttırıp geliştiren her şey -faiz, aldatmak ve daha başka şeyler bile- helal olduğunu söyleyen görüş yer almaktadır.

Bunun ortası, adalet ilkesine dayalı muamelâtın helâl olduğunu söylemektir. Bu da kitab ve sünnet naslarının ortaya koyduğu hususlara uyan muamelâttır.

4- Geleneklerde (âdetlerde) aşırılık: Bu da eski geleneklere sarılmakta işi sıkı tutup, onlardan daha hayırlı olanlara geçmemektir.

Eğer gelenekler maslahatlar itibariyle birbirine eşit ise insanın bulunduğu halini sürdürmesi sonradan gelen gelenekleri kabullenmesinden iyidir.

Salih Zat

Salih zat; hem yüce Allah’ın hem de Allah’ın kullarının haklarını gereği gibi yerine getiren kimse demektir.

Ved, suvâ’, yağûs, yeûk ve nesr ise Nuh aleyhisselam’ın kavmi arasında vaktiyle salih kimseler olan birtakım kimselerin putları idi. Sahih-i Buhari’de İbn Abbas radıyallahu anh.’dan şöyle dediği zikredilmektedir: “Bunlar Nuh kavminden salih birtakım kişilerin isimleridir. Bunlar öldükten sonra şeytan kavimlerine, bunların oturdukları yerlere, onların heykellerini dikiniz ve bunlara o şahısların isimlerini veriniz diye telkinde bulundu. Onlar da bu denileni yaptılar. O ilk nesil helak olup, buna dair bilgi unutuluncaya kadar bu putlara ibadet olunmadı.”[3]

Bu yorumun açıklanmaya ihtiyacı vardır. Çünkü İbn Abbas radıyallahu anh.: “Bunlar Nuh kavmine mensub salih birtakım kimselerin isimleridir.” demektedir. Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerinin zahirinden anlaşılan ise bunların Nuh aleyhisselam’dan önce oldukları şeklindedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Nuh dedi ki: Rabbim gerçek şu ki bunlar bana isyan ettiler. Malı ve evladı zararından başkasını arttırmayacak kimselere uydular ve onlar büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular ve: Tanrılarınızı bırakmayın. Sakın ved, suvâ’, yeğûs, yeûk ve nesri terketmeyin dediler.” (Nuh, 71/21-23)

O halde âyetin zahiri Nuh kavminin bu putlara ibadet ettiklerini, onun da bu işten uzak durmalarını kendilerine telkin ettiğini göstermektedir. Ayetin siyakı İbn Abbas’ın sözünü ettiği hususa delâlet etmekte ise de; bu ifadelerin zahiri sözü edilen salih kimselerin Nuh aleyhisselam’dan önce yaşadıkları doğrultusundadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Son Rasul ve İsa

Rasûllerin sonuncusu da Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’dir

Bunun delili yüce Allah’ın:”Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir. Fakat o Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (el-Ahzab, 33/40) buyruğudur.

O halde Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’den sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.

Meryem oğlu İsa, âhir zamanda inecektir ve o bir rasûldur, denilecek olursa, cevabımız şudur:

Bu doğrudur, ancak o önceki şeriatleri yenileyen bir rasûl olarak inmeyecektir. O, peygamber Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’in şeriati ile hükmeden birisi olarak inecektir. Çünkü gerek İsa’ya, gerekse diğer peygamberlere düşen Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’e iman etmek, ona uymak ve ona yardımcı olmaktır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Hani Allah peygamberlerden; size verdiğim kitab ve hikmetten sonra size beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince, ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı zaman: Kabul ettiniz mi ve bu ağır yükünü alıp yüklendiniz mi, demişti. Onlar da: Kabul ettik demişlerdi. Öyleyse şahid olun ben de sizinle beraber şehadet edenlerdenim, diye buyurmuştu.” (Âl-i İmran, 3/81)

İşte peygamberle birlikte olanları tasdik eden rasûl Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’dir. Nitekim bu husus büyük sahabi İbn Abbas radıyallahu anh.’dan ve başkalarından sahih olarak rivayet edilmiştir.

Ve o, (put edinilen) bu salihlerin suretlerini kırmıştır. Allah onu ibadete yönelen, hacceden, tasadduk eden, Allah’ı çokça anan fakat birtakım yaratıkları kendileri ile Allah arasında aracılar kılan bir kavme göndermişti ve onlar: ‘Biz bunlardan bizi yüce Allah’a yaklaştırmalarını ve O’nun yanında onların bize şefaat etmelerini istiyoruz diyorlardı.’ (aracı edindikleri) Bu yaratıklar melekler, İsa, Meryem ve onların dışında kalan benzeri salih kimseler idi.

Yani Peygamber sallallahü aleyhi vesellem putları kırdı. Bu da, Mekke’nin fethedildiği günü Kabe’ye girip, etrafında 360 tane put olduğunu görünce olmuştu. O elindeki harbeyi onlara saplıyor ve bu arada yüce Allah’ın:”Hak geldi, batıl can çekişip yok oldu. Şüphesiz ki batıl can çekişe çekişe yok olucudur.” (el-İsra, 17/81) buyruğunu okuyordu.[4]

Rasûlullah’ın Kendilerine Gönderildiği Kafirler

Allah, Rasûlü Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’i kendilerini ibadete veren bir kavme peygamber olarak gönderdi. Fakat bu ibadetleri Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği batıl bir ibadet idi. Bu kavim sadakalar veriyor ve çeşitli pekçok hayırlar işliyorlardı. Ancak bu hayırların onlara bir faydası olmuyordu, çünkü onlar kâfir idiler. Yüce Allah’a yakınlaşmanın bir şartı, yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışan kimsenin müslüman olmasıdır. Bunlar ise müslüman değillerdi.

Onlar ancak bu putlara kendilerini yüce Allah’a daha bir yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyorlardı. Onlar bunların Allah’tan başka varlıklar olduğunu, kendilerine bir fayda sağlayamayacak, bir zarar veremeyecek durumda olduklarını bilmekle birlikte, Allah nezdinde kendilerine şefaatçi olacaklarını kabul ediyorlardı. Ancak onların bu şefaat ümitleri batıl bir ümitti. Bunun sahiblerine bir faydası sözkonusu olamaz, çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermeyecektir.” (el-Muddessir, 74/48)

Buna sebeb ise yüce Allah’ın bu müşriklerin şirk koşmalarına razı olmayışı ve onlara (bu halleriyle) şefaat edilmesine izin vermesinin imkansız oluşudur. Zira yüce Allah’ın razı olduğu kimseler dışındakilere şefaat yoktur. Allah da kullarının kâfir olmalarına razı olmaz, fesadı sevmez. Dolayısıyla müşriklerin tapındıkları ilâhlarına yapışıp;”Bunlar Allah’ın nezdinde bizim şefaatçilerimizdir.” (Yunus, 10/18) demeleri batıl ve faydasız bir sarılıştır. Aksine bu, onların Allah’tan uzaklaşmalarından başka bir şeylerini arttırmaz. Üstelik müşrikler batıl bir yolla putlarının şefaat edeceklerini ümit etmektedirler. Bu ise bu gibi putlara tapınmalarıdır. Allah’tan uzaklıktan başka bir şeylerini arttırmayan bu varlıklara ibadet ile Allah’a yakınlaşmaya çalışmak, müşriklerin cahilliklerinden ve beyinsizliklerinden kaynaklanan bir husustur.

Yüce Allah Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’i ataları İbrahîm aleyhisselam’ın dinini onlar için yenilemek ve onlara böyle bir yakınlaşma çabası ile böyle bir inanışın katıksız olarak yüce Allah’ın hakkı olduğunu -başkaları şöyle dursun- mukarreb bir melek yahut mürsel bir nebi dahi olsa, Allah’tan başkasına bunun bir bölümünü dahi ayırmanın doğru olmadığını haber vermek üzere göndermiştir.

Müellif yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun şöyle demektedir: Onlar bu küfürleri üzere devam edip gittiler. Yani kendi iddialarına göre yüce Allah’a kendilerini yakınlaştırsın diye bu putlara ibadete devam ettiler. Nihayet Allah onlara rasûlü ve peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’i gönderdi. Allah onu katıksız tevhid ile gönderdi. İnsanları bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmeye çağırıyor, şirkten sakındırıyordu.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Şüphesiz ki kim Allah’a ortak koşarsa, elbette Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. Zulmedenlerin hiçbir yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 5/72)

İbadetin ancak bir ve tek olarak Allah’ın hakkı olduğunu, ibadetin bir bölümünü dahi -başkaları şöyle dursun- mukarreb bir melek ya da mürsel bir peygambere yönelik kılmanın caiz olmadığını onlara açıkladı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Ey Adem oğulları! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana ibadet edin, diye size emrimi açıklamadım mı? İşte dosdoğru yol budur.” (Yâsîn, 36/60-61)

Müellif: “Kendilerine ataları İbrahîm’in dinini yenilemek üzere...” ifadesi ile yüce Allah’ın:”Sonra biz sana: Hanif olarak İbrahîm’in dinine uy, o müşriklerden olmadı diye vahyettik.” (en-Nahl, 16/123) buyruğuna işaret eder gibidir.

Katıksız Allah’ın hakkıdır.” ifadesi de yalnızca halis olarak Allah’ın hakkıdır, demektir.

Yoksa bu müşrikler de Allah’ın bir ve tek olarak ve hiçbir ortağı bulunmaksızın yaratıcı olduğuna, O’ndan başka kimsenin rızık vermediğine, O’ndan başka hayat veren ve öldüren bulunmadığına, kâinatın işlerini yalnızca O’nun çekip çevirdiğine, göklerdekilerin ve oralarda bulunanların hepsinin, yedi arzın ve içinde bulunanların tamamının Allah’ın olup, O’nun tasarruf ve kahr-u galebesi altında bulunduğuna şahidlik ediyorlardı.

Müellif Allah ona ranmet etsin şunu söylemektedir: Yüce Allah’ın rasûlünün sallallahu aleyhi vesellem aralarında peygamber olarak gönderdiği bu müşrikler yüce Allah’ın tek başına yaratıcı olduğunu, gökleri ve yeri O’nun yarattığını, bütün işleri çekip çevirenin O olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı. Nitekim yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyet-i kerimesinde onların bu hallerini sözkonusu etmektedir. (Mesela) yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Andolsun ki onlara: Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galip, herşeyi en iyi bilen (Allah) yarattı derler.” (ez-Zuhruf, 43/9)

”Andolsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette: Allah diyeceklerdir.” (ez-Zuhruf, 43/87)

Bu anlamdaki âyet-i kerimeler pek çoktur. Ancak onların bu kanaatte olmalarının kendilerine bir faydası yoktur. Çünkü bu sadece rubûbiyetin kabul edilmesidir. Beraberinde ulûhiyet kabul edilip, bir ve tek olarak yalnızca Allah’a ibadette bulunmadıkça rubûbiyetin kabul edilmesinin faydası yoktur.

Şunu bilelim ki rubûbiyeti kabul etmek, ulûhiyeti de kabul etmeyi gerektirir. Ulûhiyeti kabul etmek de aynı zamanda rubûbiyeti kabulü de ihtiva eder.

1- Birincisi (yani rubûbiyetin kabul edilmesi) bağlayıcı bir kabuldür. Şöyle ki rubûbiyetin kabul edilmesi rab diye kabul ettiği kimsenin ulûhiyyetini de kabul etmesi için bağlayıcı bir delil mahiyetindedir. Zira tek başına yaratıcı, bütün işlerin çekip çeviricisi, herşeyin mutlak egemenliğini elinde bulunduran yalnızca yüce Allah ise, o halde ibadetin de yalnızca ona olması gerekir, başkasına değil.

2- İkincisi (ulûhiyetin kabulü) birincisini de ihtiva eder. Yani uluhiyetin tevhid edilmesi, rubûbiyetin tevhidini de ihtiva eder. Zira bir ve tek olarak yaratıcı ve bütün işlerin çekip çeviricisi olduğuna inanılan o yüce Rabbin dışında hiçbir kimse ilâh olarak kabul edilemez.

-----------------------------------------------------------------------------------------------

[1] Dar alana blok edilerek iri harflerle yazılan bölümler, İmam Muhammed b. Süleyman et-Temimî’ye ait olan metin kısmını; diğer bölümler de, Muhammed b. Sâlih el-‘Useymîn’e ait şerhi teşkil etmektedir.

[2] Buharî, Tevhid, Babu Kelâmillahi Maa’l Enbiya; Müslim, Kitabu’l-İman, Bab-u Edna Ehli’l-Cenneti Menzilen.

[3] Buhari, Tefsir, Suretu Nuh, Hadis no: 4636.

[4] Buhari, Tefsir, Suretu’l-İsrâ

ŞÜPHELERİ YOKEDEN TEVHİD GERÇEĞİ / İbn ‘Useymîn - Guraba Yayınları

0 yorum:

Yorum Gönder


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)