GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Şüpheleri Yokeden Tevhid Gerçeği-3

Etiketler: ,

Allah Şirk’i Bağışlamaz

Benim sözünü ettiğim bu hususları kalbinle bilip anladığın takdirde, yüce Allah’ın hakkında “Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder.” (en-Nisâ, 4/116) diye buyurduğu şirkin ne olduğunu da öğrenirsin, Allah’ın ta ilk rasûlden, sonuncularına kadar bütün rasûlleriyle gönderdiği ve onun dışında kimseden başkasını kabul etmediği dininin hangisi olduğunu da bilmiş olursun. Aynı şekilde insanların çoğunun bu hususta ne kadar cehalet içerisinde olduklarını da öğrenmiş olursun.

Yani sen “lâ ilâhe illallah”ın gerçek anlamını ve bu gerçek anlamının “Allah’tan başka, ibadet olunmayı gerçekte hak eden hiçbir ilah (ibadet edilen) yoktur.” şeklinde olduğunu bilmiş olursun, demek istemektedir.

Müellifin Allah ona ranmet etsin kaydettiği âyet-i kerimenin, her türlü şirki mi kapsadığı, yoksa sadece en büyük şirke mi mahsus olduğu? hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Kimisi, isterse bu Allah’tan başkası adına yemin etmek gibi küçük şirk dahi olsun, bütün şirk çeşitlerini kapsar. Şüphesiz ki Allah onu bağışlamayacaktır.

Kimisi de bu büyük şirke hastır, Allah’ın asla bağışlamayacağı şirk budur, demiştir.

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye Allah’ın rahmeti üzerine olsun ’nin bu husustaki ifadeleri farklıdır. Kimi zaman birinci görüşü tercih etmiş, kimi zaman da ikinci görüşü tercih etmiştir.

Durum her ne olursa olsun, kesinlikle şirkten sakınmak icap eder. Çünkü ifadenin genel olması dolayısıyla bu genelin kapsamına küçük şirkin girme ihtimalini de ortaya koymaktadır. Çünkü yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez” diye buyurması nefy (olumsuz) bir cümle olup, umum ifade eder.

Yüce Allah’ın hiç kimseden başkasını kabul etmeyeceği din ise şu buyruklarda dile getirdiği gibi yalnızca Allah’a ibadet etmekten ibarettir:

”Senden önce gönderdiğimiz herbir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (el-Enbiya, 21/25)

İşte yüce Allah’ın hakkında:”Kim İslam’dan başka din ararsa, ondan asla kabul olunmaz.” (Al-i İmran, 3/85) diye buyurduğu İslam dini de budur.

İşte bu kelimenin daha önce sözü geçen şekilde anlaşılmaması gereği ile -müellifin az önce söylediği- “bu sözün ne anlama geldiğini bilmediği halde müslüman olduğunu iddia eden kimseye hayret edilir...” şeklindeki sözlerin mahiyeti de böylelikle anlaşılmış olmaktadır.

(Bunları bilecek olursan) bunun sana iki faydası olur: Birincisi, yüce Allah’ın lutuf ve rahmeti ile sevinmek. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”De ki: Allah’ın lutfu ile ve rahmeti ile ve yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yunus, 10/58)

Aynı şekilde bununla ileri derecede (Allah’tan) korkmak faydasını da elde edersin.

Bu iki fayda iki şekilde elde edilir: Birincisi yüce Allah sana bu büyük söz olan “la ilâhe illallah” sözünün doğru anlamını bilme lutfunu ihsan etmiş olmaktadır. Elbetteki bu büyük bir lutuftur ve büyük bir rahmettir. Böyle bir şey dolayısıyla sevilmek de Allah’ın emrettiği bir sevinmedir. Bunun delili de müellifin de zikrettiği ”De ki Allah’ın lutfu ve rahmeti ile ve yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu onların topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yunus, 10/58) buyruğudur. Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu ilim ve ibadet gibi övülmeye değer şeyler sebebi ile kul sevilir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmaktadır:

“Oruç tutanın iki sevinci vardır. Birisi (bayramda) orucunu açtığı vakit, diğeri ise Rabbine kavuştuğu vakit duyduğu sevinçtir.”[8]

Kişinin sağladığı diğer fayda ise büyük korkudur. Yani sözü edilen o cahillerin anlamını bilmemek ve bu konudaki büyük tehlikeye düşmek korkusudur.

Şüphesiz ki sen insanın dilinden çıkacak bir söz ile kâfir olabileceğini görmüş bulunuyorsun. Kişi bu sözü bazan bilgisizce söyleyebilir ve bilgisizliği kendisi için mazaret olmayabilir.

Müellifin Allah ona ranmet etsin bu cümlesi ile ilgili açıklamalarımız:

Mazeret Olmayan Cehalet

Evvela ben müellifin bilgisizliğin mazeret olmayacağı görüşünde olduğunu sanmıyorum. Ancak bu bilgisizlik kişinin hakkı işitmekle birlikte ona hiç iltifat göstermemesi ve öğrenmemeye kalkışmaması gibi öğrenmeyi terketmek suretiyle bizzat kişinin kendisinin kusuru ile olması hali -elbetteki- müstesnadır. Böyle bir kimse bilgisizliği dolayısıyla mazur kabul edilemez.

Benim müellif hakkında onun bu kanaatta olmadığını zannedişimin sebebi de şudur: Onun bilgisizliği mazeret kabul ettiğine delalet eden başka sözleri bulunmaktadır. Müellife kişi ile niçin savaşılır ve kişi ne ile kâfir olur diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:

İslamın esasları (rükünleri) beştir. Bunların ilki de iki şehadet kelimesidir, sonra diğer dört esas gelir. Bu diğer dört esası kabul etmekle birlikte gevşeklik göstererek terkedecek olursa, biz böyle birisi ile bu esasları yerine getirsin diye savaşsak dahi bunları terkettiğinden ötürü tekfir etmeyiz. İlim adamları ise inkar sözkonusu olmaksızın tembellik ederek bunları terkeden kimsenin kâfir olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahibtirler. Bizler bütün ilim adamlarının icma ile kabul ettiği husus dışındakilerde kimseyi tekfir etmeyiz. Bu husus ise iki şehadet kelimesidir.

Aynı şekilde biz böyle bir kimseyi gerekli tarifi yaptıktan sonra tekfir ederiz. O bilip inkar edecek olursa, o vakit biz de düşmanlarımız bize karşı birkaç türlüdür diyoruz.

Birinci tür: Tevhidin Allah’ın ve Rasûlünün bizim insanlara açıkladığımız dini olduğunu bilip, aynı şekilde insanların çoğunun benimsediği taşlar, ağaçlar ve beşer hakkındaki bu batıl inanışların Allah’a şirk olduğunu, Allah’ın Rasûlünü bunu yasaklamak, bu itikadları benimseyenlerle savaşmak üzere gönderdiğini ve dinin tümüyle yalnızca Allah’ın olmasını sağlamak üzere gönderdiğini kabul etmekle birlikte tevhide hiç iltifat etmeyip, tevhidi öğrenmez, tevhide girmez, şirki terkmetmezse böyle bir kimse kâfirdir. Küfrü sebebiyle onunla savaşırız, çünkü o rasûlün dinini bilmekle birlikte ona tabi olmamış, şirki bilmekle birlikte onu terketmemiştir. Bununla birlikte o ne rasûlün dinine, ne de bu dine girene buğzetmemekte, şirki övmemekte ve bunu insanlara süslü göstermemektedir. (Böyle olsa dahi durumu değişmez.)

İkinci tür: Bunu bilmekle birlikte rasûlün dini gereğince amel etmekte olduğunu iddia etmekle beraber onun dinine sövmekle temayüz etmiş, Yusuf’a ibadet edenleri el-Eşkar’a, Ebu Ali’ye, Kuveyt ahalisinden el-Hadır’a ibadet edenleri övmekle tanınır olmuş, bunların Allah’ı tevhid edip, şirki terkedenlerden üstün gören kimseler birincisinden daha beterdir. Yüce Allah’ın:”İşte o tanıdıkları kendilerine gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir.” (el-Bakara, 2/89) buyruğu böyleleri hakkındadır. Yine bu gibi kimseler yüce Allah’ın haklarında:”Eğer ahidlerinden sonra tekrar yeminlerini bozarlar da dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur, olur ki vazgeçerler.” (et-Tevbe, 9/12) diye buyurduğu kimselerin kapsamı içerisindedir.

Üçüncü tür: Tevhidi bilmek, onu sevmek, ona uymak, şirki bilip tanımak ve terketmekle birlikte tevhide giren kimselerden hoşlanmayıp, şirk üzere kalanları seven kimseler. Böyleleri de kâfirdir. Yüce Allah’ın: “Bu böyledir, çünkü onlar Allah’ın indirdiğini hoş görmediler. Bundan dolayı amellerini boşa çıkartmıştır.” (Muhammed, 47/9) buyruğu böyleleri hakkındadır.

Dördüncü tür: Bütün bunlardan uzak kalmakla birlikte yaşadığı ülkenin insanları açıktan açığa tevhid ehline düşmanlık etmekte, şirke uymaktadırlar. Tevhid ehli ile savaşmaya gayret gösterirler. Ancak bu kimse kendi vatanını terkedememekte, bunun için zorluklarla karşılaşmaktadır. Bunun sonucunda kendi ülke ahalisiyle birlikte tevhid ehline karşı savaşır, malıyla canıyla mücadele eder. Bu da kâfirdir, çünkü bunlar kendisine ramazan orucunu terketmeyi emredecek olurlarsa, o da ancak onlardan ayrılmak halinde ramazan orucunu tutabilecekse (ayrılmaz) ve dediklerini yapar. Eğer ona babasının hanımı ile evlenmeyi emredip, onlardan ayrılmadıkça, bu işi yapmamaya imkan bulamayacaksa (ayrılmayıp) yapar. Canıyla, malıyla onların yanında yer alıp, savaşmak hususunda onlara uyması -bununla Allah’ın ve Rasûlünün dininin sonunu getirmek istemelerine rağmen- öbüründen çok, pek çok daha büyük bir iştir. O bakımdan böylesi de kâfirdir ve bu kişi de yüce Allah’ın haklarında:”Hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz... İşte böylelerine karşı size apaçık bir yetki verdik.” (en-Nisa, 4/91) diye buyurduğu kimseler arasında yer alır. İşte bizim söylediğimiz budur.

(Bize) yapılan iftiralara ve hakkımızda uydurulan yalanlara gelince, böylelerinin (hakkımızda) söyledikleri sözler olan: Biz genel olarak herkesi tekfir ederiz ve dinini açığa vurabilen kimselerin bizlere hicret etmelerini farz kabul ederiz, kâfir olmayanı ve bizimle savaşmayanı tekfir ederiz gibi iddialara gelince, bu ve benzeri daha pek çok iddialar vardır ki bunların hepsi söylenen yalan ve yapılan iftiralardır. Bunlarla insanları Allah’ın ve Rasûlünün dininden alıkoymaya çalışırlar.

Bizler Abdu’l-Kadir Geylâni’nin üzerindeki puta ibadet edenleri, Ahmed el-Bedevi’nin kabri üzerindeki puta ve benzerlerine ibadet edenleri dahi cahillikleri ve onların dikkatlerini çekecek ve uyaracak kimse bulunmadığından dolayı tekfir etmediğimize göre Allah’a şirk koşmayıp, bize hicret etmeyen yahutta kâfir de olmayan, müslümanlara karşı da savaşmayan kimseleri nasıl tekfir ederiz.

”Seni tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır.” (en-Nur, 24/16)

Bizler Allah’a ve Rasûlüne karşı sınır mücadelesine girdikleri için bu dört tür kimseleri tekfir ediyoruz. Durumuna bakan ve yanında cennet ve cehennem bulunan Allah’ın huzuruna çıkacağına inanan bir kimseye Allah rahmetini ihsan etsin. Allah Muhammed’e, onun aile halkına, ashabına salat ve selam eylesin.

Mazeret Olan Cehalet

Cahilliğin mazaret teşkil etmesi meselesindeki görüş ayrılığı fıkhi ve içtihadi diğer ihtilaflar gibidir. Belki bu hükmün belirli bir şahsa uygulanması noktasında bazı hallerde sadece lafzi bir ihtilaf dahi olabilir. Yani hepsi bu sözün yahut bu fiilin ya da şu işi terketmenin küfür olduğunu görüş birliği ile kabul etmekle birlikte acaba bu hüküm şu muayyen kişi hakkında uygulanabilir mi? Uygulanamaz mı? Böyle bir ayrılığa sebeb ise o kimsenin hakkında o hükmü vermeyi gerektiren hususun bulunması ile o hükmü vermemeyi engelleyen bir hususun bulunmaması yahutta bazı gerektirici vasıfların bulunmaması ya da bazı engellerin varlığı dolayısıyla verilememesidir. Bunun da sebebi küfre götüren hususu bilmemek (bu husustaki cahillik)in iki tür olmasıdır:

1- Bu cehalet İslamdan başka bir dine mensub yahutta hiçbir dine mensub olmayan bir kişinin hatırına izlemekte olduğu yola muhalif bir dinin bulunduğunun gelmemesi halidir. Böyle bir kimseye dünyada zahirine göre ahkam uygulanır. Ahirette ise işi yüce Allah’a kalmıştır. Tercih edilen görüşe göre de böyle bir kimse ahirette yüce Allah’ın dilediği bir şekilde imtihan edileceğidir. Esasen yüce Allah kimlerin ne tür amel edecek durumda olduklarını en iyi bilendir. Şu kadar var ki bizler şunu kesinlikle bilmekteyiz ki cehenneme ancak bir günah dolayısı ile girilir. Buna gerekçe de yüce Allah’ın:”Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 18/49) buyruğudur.

Böyle birisine dünyada zahir olan ahkam uygulanır. Bunlar da zaten küfür ahkamıdır ki, bunu dememizin sebebi bu kişinin İslam dinini kabul eden bir kimse olmamasından dolayıdır. Böylesine İslam dinini kabul edenin hükmü verilemez. Tercih edilen görüşe göre böyle birisi ahirette imtihan edilecektir dememizin sebebi ise bu hususta pekçok rivayetin gelmiş olmasıdır. Bu rivayetleri İbnu’l-Kayyum rahimehullah “Tariku’l-Hicreteyn” adlı eserinde müşriklerin çocuklarının durumuna dair sekizinci görüşü açıklarken bunların ondördüncü tabakası ile ilgili yaptığı açıklamalarda kaydetmiş bulunmaktadır.

2- Bu bilgisizlik İslam dinini kabul eden bir kimse tarafından olmakla ve o küfre götüren bu hal üzere yaşamakla birlikte bunun İslama muhalif olduğu hatırına gelmez, hiçbir kimse de bu hususta onun dikkatini çekmemiş ise böyle birisine zahiren İslam ahkamı uygalanır. Ahirette ise işi yüce Allah’a kalmıştır. Kitab, sünnet ve ilim ehlinin görüşleri de buna delil teşkil etmektedir.

Buna dair kitabın delillerinden bazıları:

”Biz bir rasûl göndermedikçe, azab ediciler değiliz.” (el-İsra, 17/15)

”Rabbin ana şehirlerine kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir ve biz ahalisi zalimler olmadıkça ülkeler helak edenler değiliz.” (el-Kasas, 28/59)

“Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı ileri sürecekleri bir delilleri olmasın.” (en-Nisa, 4/165)

”Biz gönderdiğimiz herbir peygamberi kendilerine apaçık anlatsın diye ancak kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola iletir.” (İbrahîm, 14/4)

”Allah bir kavme hidayet verdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırmaz.” (et-Tevbe, 9/115)

”İşte bu indirdiğimiz mübarek bir kitabtır. Öyleyse ona uyun ve (ona aykırılıktan) sakının ki merhamet olunasınız. Bizden önce kitab yalnız iki topluluğa indirildi ve biz onların okuduklarından habersiz kimselerden idik demeyesiniz diye (size Kur’ân’ı indirdik). Yahut: Bize de bir kitab indirilseydi, elbette onlardan daha çok hidayet üzere olurduk demeyesiniz diye. İşte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidayet ve bir rahmet gelmiştir.” (el-En’am, 6/165-167) ve buna benzer gerekli ilim gelip, gerekli açıklama da yapılmadıkça karşı delilin ortaya konulmuş olmayacağına delalet eden daha başka âyetler de vardır.

Sünnetten delile gelince, Sahih-i Müslim’de (I, 134) Ebu Hureyre radıyallahu anh.’dan gelen rivayete göre Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Muhammed’in canı elinde bulunana yemin olsun ki bu ümmetten -davet ümmetini kastediyor- yahudi olsun, hristiyan olsun beni (peygamberliğimi) işitir de kendisi ile gönderildiğim şeye iman etmeksizin ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur.”

İlim ehlinin bu husustaki ifadelerine gelince: el-Muğni (VIII, 131)’de şöyle demektedir: “Eğer bu kişi İslama yeni girmiş yahut dar-ı İslam’dan başka bir yerde yetişen ya da şehirlerden ve ilim ehlinden uzak çölde yaşayan bir kimse gibi farziyeti bilmeyen birisi ise onun küfrüne hükmedilmez.”

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye fetvalarında (III, 229, İbnu’l-Kasım’ın derlediği fetvalarında) şöyle demektedir: “Her zaman için ben -benimle oturup kalkan, benim bu durumumu bilir- insanlar arasında muayyen bir kimsenin küfre, fasıklığa veya masiyete nisbet edilmesini en çok yasaklayanlardan birisiyim. Ancak eğer o kimseye karşı muhalefet edenin kimi zaman kâfir, kimi zaman fasık, kimi zaman da isyankar olarak anıldığına dair peygamber risaletinden olan bir delil ikame edilmiş olması hali müstesna. Çünkü yüce Allah bu ümmetin hatasını bağışlamıştır. Bu kavli ve haberi meselelerdeki hatayı da, ilmi meselelerdeki hatayı da kapsar. Selef ise bu gibi meselelerin birçoğu hakkında tartışıp, durmuştur. Buna karşılık onlardan hiçbir kimse diğerinin kâfir olduğuna, fasık olduğuna ya da masiyet işlediğine tanıklık etmemiştir. -İbn Teymiyye devamla nihayet şunları da söyler:- Ben seleften ve imamlardan nakledilen kim bunu söylerse, kâfir olur diyen ifadelerin de aynı şekilde hak olduğunu da açıklıyordum. Fakat burada mutlak ifade kullanmak ile belirli kimselerin tayini arasında ayırım gözetmek gerekmektedir. -Devamla şunları söyler:- Tekfir tehdit kapsamı içerisindedir. Her ne kadar (küfrü gerektiren) sözü söylemek Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın söylediğini yalanlamak ise de bu (sözü söyleyen) kişi yeni İslama girmiş yahut (ilimden) uzak bir çölde yaşamış bir kimse olabilir. Böyle bir kimse ise -ona karşı delil ortaya konulmadıkça- bir şeyi inkar sebebiyle kâfir olmaz. Çünkü bu adam o nasları işitmemiş yahut işitmişde kendisince sabit olmamış yahutta -hatalı olsa dahi- o nassın tevil edilmesini gerektiren, o nassa karşıt gibi gördüğü bir başka nass sebebiyle o kanaati benimsememiş olabilir.

Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdülvahhab ed-Dureru’s-Seniyye adlı eserinde (I, 56) şunları demektedir: “Tekfire gelince, ben Allah Rasûlünün dinini bilip tanıdıktan sonra, ona söven, insanları ondan alıkoyan ve onun gereğini yerine getirenlere düşmanlık eden kimseleri tekfir ediyorum, benim tekfir ettiğim şahıs budur.” 56. sahifede de şunları söylemektedir: “Yalan ve iftiralara gelince, onlar bizim genel olarak tekfir ettiğimizi ve dinini açığa vurabilen kimseler için dahi hicreti vacib gördüğümüzü söylerler. Bütün bunlar onların (bu iftiracıların) insanları Allah’ın ve Rasûlünün dininden kendisiyle alıkoymak istedikleri yalan ve iftiralar arasındadır. Bizler cahillikleri ve kendilerini uyaracak kimse bulunmadığı için Abdulkadir’in üzerindeki puta, Ahmed el-Bedevi’nin üzerindeki puta ve benzerlerine ibadet edenleri dahi tekfir etmediğimize göre Allah’a şirk koşmayıp, bize hicret etmeyen kimseyi ya da küfre sapmayıp (müslümanlara karşı) savaşmayan kimseyi nasıl tekfir edebiliriz?”

Kitabın ve sünnetin naslarının ilim ehlinin sözlerinin gereği bu olduğuna göre Allah’ın hikmetinin lutuf ve merhametinin gereği de Allah’ın ileri sürecek bir mazareti kalmadıkça kimseyi asla azab etmeyeceğidir. Akıllar bağımsız olarak Allah’ın lehine gerekli hakları (yani Allah’a karşı vazifeleri) bilemezler. Eğer akıllar bağımsız olarak bunu bilebilecek durumda olsalardı, delilin ortaya konulması rasûllerin gönderilmesine bağlı olmazdı.

Aksine Delil Olmadıkça Kişinin Müslümanlığı Devam Eder

O halde İslama intisab eden kimsede aslolan şer’î delil gereği bunun ortadan kalktığı tahakkuk etmedikçe müslümanlığının devam etmesidir. Böyle bir kimsenin tekfirinde işi gevşek tutmak caiz değildir. Bunun iki büyük sakıncası vardır:

1- Gerek hüküm vermekte, gerekse hakkında hüküm verilen kimse hakkında -kendisini tenzih ettiğimiz niteliği hususunda- yalan ve iftirada bulunmak.

Bunun Allah’a yalan ve iftira olduğu açıktır. Çünkü Allah’ın kâfir kılmadığı bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek tıpkı Allah’ın helal kıldığını, haram kılmaya benzer. Zira bir kimsenin kâfir olup olmadığına dair hüküm vermek tıpkı bir şeyin haram olup olmadığına dair hüküm vermekte olduğu gibi yalnızca Allah’ın hakkıdır.

2- İkinci sakıncaya gelince, bu müslüman bir kimseyi zıt bir vasıf ile nitelendirmektir. Böyle bir kimse bu vasıftan uzak olduğu halde onun hakkında kâfirdir denilir. Bu şekilde başkasını niteleyen kimseye bu küfür niteliğinin dönüp onu bulması daha uygundur. Çünkü Müslim’in, Sahih’inde yer alan rivayete göre Abdullah b. Ömer -Allah ikisinden de razı olsun- Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu zikretmektedir: “Kişi kardeşini tekfir edecek olursa, o ikisinden birisini gelip bulur.” Bir rivayette de şöyle denilmektedir: “Eğer dediği gibi ise mesele yok. Aksi takdirde ona döner.” Yine Müslim’de Ebu Zerr radıyallahu anh.’dan gelen rivayete göre Peygamber sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse birisini kâfir diye çağırır yahut ona Allah’ın düşmanı diyecek olur da böyle olmazsa mutlaka o sözü gelip onu bulur.” Yani o söz ona döner.

İbn Ömer’in rivayet ettiği hadisteki “eğer dediği gibi ise” ifadesi yüce Allah’ın hükmünde böyle ise demektir. Yine Ebu Zerr’in rivayet ettiği hadiste “böyle değilse” yüce Allah’ın hükmünde böyle değilse demektir.

Bu ikinci sakınca yani eğer hakkında kâfir dediği şahıs bundan uzak ise küfür vasfının diyene geri dönmesi gerçekten büyük bir mahzurdur ve kişiyi böyle bir tehlikeye düşmekle karşı karşıya bırakır. Çünkü çoğunlukla görülen şudur: Bir müslümanı kâfirlikle nitelendirmekte elini çabuk tutan bir kimse amelini beğenen başkasını küçümseyen bir kimsedir. Bunun sonucunda bu şahıs amelinin boşa çıkması sonucunu verebilecek şekilde amelini beğenmek ve yüce Allah’ın cehennem ateşinden azab görmeyi gerektiren kibri bir arada kendisinde toplamış bir kimsedir. Nitekim Ahmed ve Ebu Davud’un zikrettikleri bir hadiste belirtildiğine göre Ebu Hureyre radıyallahu anh. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu zikretmektedir:

“Yüce Allah buyurdu ki kibriya (büyüklük ve azamet) benim ridamdır, azamet izarımdır. Bunların herhangi birisinde kim benimle çekişirse, ben de onu cehennem ateşine atarım.”[9]

Tekfir’e Mani Olan Şeyler

O halde bir kimsenin küfrüne hüküm vermeden önce şu iki husus üzerinde dikkatle durulması gerekmektedir:

1- Yüce Allah’a karşı yalan iftirada bulunmamak için o işin küfre götürücü olduğuna kitab ve sünnetin delaleti var mı?

2- O hükmün muayyen kişi hakkındaki tekfir şartlarının tam olup, tekfire engel hususların da hiçbir şekilde bulunmayacak şekilde muayyen kişi hakkında uyup uymadığına bakmak.

En önemli şartlardan birisi de o kişinin kâfir olmasını gerektiren muhalefetini (aykırı davranışını) bilen birisi olmasıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (en-Nisa, 4/115)

Görüldüğü gibi burada cehennem ateşiyle cezalandırılması için rasûle karşı ayrılıkçı tavır takınmanın o kimse için hidayetin apaçık ve besbelli oluşundan sonra şartına bağlanmıştır.

Ancak yaptığı muhalif hareketin sonucu olarak küfür yahut bir başka şey mi gerektiğini bilmesi şart mıdır yoksa bunun neyi gerektiğini bilmese dahi sadece aykırı hareket ettiğini bilmesi yeterli midir?

Cevab ikincisidir, yani onun muhalif (aykırı) hareket ettiğini bilmesi bu muhalefetin gerektirdiği hükmü vermek için yeterlidir. Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi vesellem ramazan günü oruçlu iken cimada bulunan kimseye keffaretin gerekliliğine hükmetmiştir. Böyle bir kimse keffaret gerektiğini bilmemekle birlikte oruca muhalif hareket ettiğini bilen bir kimsedir. Diğer taraftan zinanın haram olduğunu bilen muhsan bir kimse zina ettiği takdirde zinasının gerektirdiği cezayı bilmeyen bir kişi olsa dahi recm edilir. Halbuki bilmiş olsaydı belki de zina etmeyebilirdi.

Kişinin kâfir olduğuna hükmetmenin engellerinden birisi de küfrü gerektiren hususu işlemeğe zorlanmasıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlanan kimseler müstesna olmak üzere kim imandan sonra Allah’ı tanımaz ve küfre göğüs açarsa, işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azab da vardır.” (en-Nahl, 16/106)

Kişinin aşırı sevinç, keder, kızgınlık, korku ya da buna benzer herhangi bir sebeb dolayısıyla ne söylediğini bilmeyecek kadar düşünce ve maksadının tamamıyla ortadan kalkması hali de tekfir hükmünü vermenin engellerindendir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

”Hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (el-Ahzab, 33/5)

Müslim’in, Sahih’inde (s. 2104’de) Enes b. Malik radıyallahu anh.’dan Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Allah’ın kulunun tevbesi dolayısıyla kulu tevbe edip kendisine dönüşünden ötürü sevinci bir çölde devesi üzerinde bulunan sonra da yiyeceği, içeceği üzerinde iken devesini elinden kaçırıp, ondan ümit kestiğinden ötürü bir ağaca varıp, gölgesinde bineğinden ümit kesmiş haliyle yatıp uzanmışken ansızın devesini yanıbaşında gören ve yularından tutarak aşırı sevincinden hata ve yanlışlıkla: Allah’ım sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim diyen ve (sevincinden ne dediğini bilemeyecek hale gelen) kimsenin sevincinden daha çok sevinir.”

Küfre götürdüğü kabul edilen hususda kişinin hak üzere olduğunu zannedecek şekilde tevilde bulunması şeklinde bir şüphe olması da küfrüne hükmetmenin engellerindendir. Çünkü böyle bir kişi kasti olarak günah işlememekte, muhalefette bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kişi yüce Allah’ın:”Hata etmenizden dolayı size bir günah yoktur ama kalblerinizin kastettiği müstesnadır.” (el-Ahzab, 33/5) buyruğundaki kastın kapsamına girmez. Çünkü böyle bir kimsenin bu kanaati ortaya koyduğu gayretinin bir sonucudur. O bakımdan bu şahıs yüce Allah’ın:”Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” (el-Bakara, 2/286) buyruğunun kapsamına girer.

el-Muğni (VIII, 131)’de (İbn Kudâme) şöyle demektedir: “Eğer günahsız kimselerin öldürülmesini, şüphe ve tevil sözkonusu olmaksızın mallarının alınmasını helal kabul ederse, yine aynı durumdadır. -Yani kâfir olur.- Şâyet hariciler gibi bir tevilleri olursa, fukahanın çoğunluğunun -onlar müslümanların kanlarını ve mallarını helal kabul etseler dahi- kâfir olduklarına hüküm vermediklerini daha önceden zikretmiş bulunuyoruz. Onlar yaptıkları bu işleriyle yüce Allah’a yakınlık kazandıklarını dahi kabul ederler... -Devamla der ki-: Haricilerin ashabdan ve onlardan sonrakilerden pek çok kimseyi tekfir ettikleri, kanlarını, mallarını helal bildikleri ve onları öldürmekle Allah’a yakınlaşacaklarına inandıkları şeklindeki görüşleri bilinen bir husustur. Bununla birlikte fukaha -tevilleri sebebiyle- onların kâfir olduklarına hüküm vermemiştir. Aynı şekilde bu türden bir tevil ile bir haramı helal kabul eden herkes de böylece değerlendirilir.”

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, İbn Kasım tarafından derlenen fetvalarında (XIII, 30) şöyle demektedir: “Haricilerin ortaya koydukları bid’atin tek sebebi Kur’ân-ı Kerim’i yanlış anlamalarıdır. Onlar Kur’ân’a ters düşmek maksadını gütmemişlerdir, fakat Kur’ân-ı Kerim’den delalet etmediği sonuçlar çıkartmışlar ve böylelikle onlar Kur’ân’ın günahkarları tekfir etmeyi gerektirdiğini sanmışlardır.”

Yine aynı cilt, sahife 210’da da şunları söylemektedir: “Hariciler Kur’ân-ı Kerim’in kendisine uyulmasını emrettiği sünnete muhalefet ettiler. Dost edinilmelerini emretmiş olduğu müminleri tekfir ettiler... Kur’ân-ı Kerim’in müteşabih buyruklarına uymaya ve onu anlamını bilmedikleri, ilimde derinlikleri olmadan, sünnete uymadan, Kur’ân’ı iyice anlayan müslüman cemaate de başvurmadan bilgisizce Kur’ân’ın bu müteşabihlerini tevil etmeye koyuldular.”

Yine sözü geçen fetvalarında (XXVIII, 518) şunları söylemektedir: “Haricilerin yerileceğine ve sapık olduklarına ittifakla görüş belirten imamlar onların kâfir kabul edilip, edilmeyecekleri hususunda meşhur iki farklı görüş ortaya atmışlardır.” Fakat (VII, 217’de) de şunları belirtmektedir: Ashab-ı kiram arasında Ali b. Talib olsun, başkası olsun onları tekfir eden bir kimse olmamıştır. Aksine onlar hakkında haddi aşan, zalimlik yapan müslümanlar hakkında verdikleri hüküm neyse o hükmü vermişlerdir. Nitekim bir başka yerde onlardan gelmiş olan -zikrettiğimiz- rivayetlerde de bu husus belirtilmiştir.

XXVIII, 518’de de şöyle demektedir: “Şüphesiz ki bu Ahmed ve daha başka diğer imamlarda açıkça zikredilen ifadedir.” III, 282’de de şunları söylemektedir: “Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in kendileriyle savaşılmasını emrettiği dinden uzaklaşan hariciler ile müminlerin emiri raşid halifelerden birisi olan Ali b. Ebi Talib savaşmıştır. Ashab-ı Kiramın, tabiînin ve onlardan sonraki din alimlerinin hepsi onlarla savaşılacağı üzerinde ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte Ali b. Ebi Talib, Sad b. Ebi Vakkas ve ashab-ı kiramdan diğerleri onların kâfir olduklarını söylememişlerdir. Aksine müslümanlarla savaşmalarına rağmen onları müslüman olarak değerlendirmişlerdir ve haram olan kanı döküp, müslümanların mallarına haksızca baskınlar düzenleyinceye kadar onlarla savaşmamışlardır. Onlarla savaşmalarına sebeb ise zulüm ve saldırganlıklarını önlemek içindi, kâfir olduklarından dolayı değildi. Bundan dolayı onların kadınları, çocukları esir alınmaz, malları ganimet alınmaz. Nas ve icma ile sapıklıkları sabit olmuş, Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem onlarla savaşmayı emretmiş olmakla birlikte bunlar kâfir olmadıklarına göre kendilerinden daha bilgin kimselerin dahi yanlışlığa düştükleri birtakım meselelerde hakkı kestiremeyen farklı kesimler (mezhebler ve görüş sahibleri)nin durumu nasıl olacak? Elbetteki bu kesimlerden birisinin diğerini tekfir etmesi, kanını, malını helal kabul etmesi helal değildir. İsterse bunlarda bid’at olduğu muhakkak olarak bilinen bir taraf bulunsun. Hele o kesimi tekfir eden taifenin kendisi de bid’atçi olursa, bazan bu tekfircilerin bid’ati daha ağır dahi olabilir. Çoğunlukla görülen durum şu ki bunlar hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususun gerçek mahiyetini bilmeyen cahillerdir... Müslüman savaşmakta yahut kâfir olarak kabul etmekte tevil kullanmakta ise bundan dolayı da tekfir edilmez.” Daha sonra aynı cildin 288. sahifesinde şunları söylemektedir:

“Allah ve Rasûlünün hitabının hükmü tebliğden önce kulların hakkında sabit olup olmayacağı hususunda ilim adamlarının -gerek İmam Ahmed’in mezhebinde, gerekse başkalarının kanaatine göre- üç farklı görüşü vardır... Sahih olan ise Kur’ân-ı Kerim’in şu buyruklarının delalet ettiği husustur:

”Biz bir rasûl göndermedikçe de azab ediciler değiliz.” (el-İsra, 17/15)

”Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın.” (en-Nisa, 4/165)

Buhari ve Müslim’de Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:

“Allah’tan daha çok (başkasını) mazur görmeyi seven hiçbir kimse yoktur. İşte bundan dolayı o rasûlleri müjdeleyiciler ve korkutucular olmak üzere göndermiştir.”[10]

Hulasa cahil küfür olan söz ya da yaptığı işlerden dolayı mazurdur. Nitekim fasıklık olduğunu bildiği söz yahut fiillerinde de mazur olacağı gibi. Bunun böyle olması da kitab, sünnet, kıyas ve ilim ehlinin görüşlerinden anlaşılmaktadır.

Kişi bazan o sözü kendisini yüce Allah’a yakınlaştıracağı zannı ile de söyleyebilir. Nitekim müşrikler de böyle zannediyorlardı. Özellikle bu hususta yüce Allah’ın bizlere nakletmiş olduğu -salih kimseler olmalarına, bilgili kişiler olmalarına rağmen- kavmi ona gelerek: “Onların nasıl ilahları varsa sen de bize böyle bir ilah yap.” (el-A’raf, 7/138) dediklerini biliyoruz. İşte o vakit senin (böyle bir tehlikeden) korkun büyür ve bu ve benzeri hallerden seni kurtaracak şeyleri bilmeye arzun artar.

Müellif iki husustan sakındırdı. Bunlardan birisi insanın kendisi adına bu (sapık) kimselerin tevhidin anlamı hakkındaki yanlış zanlarına kapılmak korkusudur. Onların anlayışına göre tevhid yaratıcı, rızık verici ve idare edicinin sadece Allah olduğunu kabul etmekten ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Bu husustan sakındırdıktan sonra insana düşen görevin her zaman için (böyle bir tehlikeden) korkmak olduğunu açıklamaktadır. Sonra da Musa aleyhisselam’a:”Onların nasıl ilahları varsa, sen de bize öyle bir ilah yap.” diyen Musa’nın kavminin halini sözkonusu etmektedir. Musa onlara şöyle demişti: ”Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz. Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (hal) yok olmaya mahkumdur ve yapmakta oldukları da batıldır.” (el-A’raf, 7/138-139)

Böylelikle onların Musa aleyhisselam’dan gördükleri kavmin bir tanrıları olduğu gibi kendilerine de bir tanrı yapmasını istemelerinin cahillikten ileri geldiğini açıklamaktadır. Bu durum ise insanın kendisi adına sapıklıklarda ve cahilce anlayışlarda kaybolmaktan korkması sonucunu getiriyor. Çünkü bir kimse “la ilâhe illallah” lafzının ondan başka yaratıcı, rızık verici ve idare edici olmadığını zannedecek olursa, işte müellifin söylediği ve sakındırdığı durum ortaya çıkar. Tevhide dair söz söyleyen kelamcıların çoğunun içine düştüğü bu hal gerçekleşir. Çünkü onlar “la ilâhe illallah”ın anlamı Allah’tan başka yaratıcı ve yaratmaya kadir kimse yoktur demişlerdir ve bu büyük sözü müslümanlardan hiçbir kimsenin anlamadığı batıl bir şekilde açıklamışlardır. Hatta müslüman olmayanlar dahi Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’ın peygamber olarak aralarında gönderildiği müşrikler dahi bu kelimenin anlamının söz edilen kelamcıların bildiklerinden daha fazla bildiklerini görüyoruz.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

[8] Buhari, Savm, Babu hel yekulu inni saimun iza şeteme; Müslim, Sıyam, Babu fadli’s-sıyam.

[9] İmam Ahmed, el-Müsned, II, 376; Ebu Davud, Libas, Bab-u ma cae fi’l-kibr, İbn Mace, Zühd, Babu’l-beraeti mine’l-kibr.

[10] Buhari, Tevhid, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in: “Allah’tan daha gayretli (kıskanç) bir şahıs yoktur” buyruğu; Müslim, Lian.

ŞÜPHELERİ YOKEDEN TEVHİD GERÇEĞİ / İbn ‘Useymîn - Guraba Yayınları

0 yorum:

Yorum Gönder


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)