GURABA İSLAM الإسلام الغرباء

Şeyhler ve Müridleri..

Etiketler:
sesli dinlemek için linke tiklayiniz: http://www.salafishare.com/15ZGKC929275/TK5K4AC.mp3
“Her müslüman tasavvuf ve tarikatlarla mücadele etmelidir”
Yüzyıllardır Türkiye'de bilhassa doğu vilayetlerinde "Şeyhlik ve Tarikatçılık" denilen asılsız ve esassız bir hu­rafenin hüküm sürdüğü herkesin malumudur.
İnsanları gerçek hedeflere ulaşmaktan alıkoyan menfi amillerin başında gelen kara cehalet, şeyhlik müessesinin de bu kadar uzun zaman ayakta durmasında başrolü oynamış ve oynamaktadır.
Şeyhler, kendilerine bağlı olan insanların iradelerine tam manasıyla hakim olmuşlardır. O kadar ki mürit her şe­ yi şeyhten bilir. Mesela birisi hastalandığı vakit doktora gideceği yerde hemen şeyhe koşar, hastalığının geçmesi için ya bir hayvan, ya birkaç kilo yağ, yahut bir miktar pa­ ra veya birkaç ölçek buğday götürür. Bazıları da bunlardan birini adar, Allah (c.c.) tarafından hastalığı geçerse onu şeyhe verir. Bir kısmı da adadığı hayvanı senelerce besler, bir sürü olduktan sonra şeyhe verir veya hepsini satar, bin­ lerce lira tutan parasını olduğu gibi şeyhe takdim eder. Mahsul zamanı gelince şeyh ve adamları, tahsil memurları gibi köyleri dolaşıp, herkesten gücünün yettiği veya şeyhin istediği kadar mahsul alırlar. Şeyhin evinde yapılacak bir iş varsa, hemen bir köyden gerektiği kadar adam toplanır ve gi­ dip o işi bitirirler. Bu iş, kadınların yapacağı bir işse o ka­dar kadın toplatılıp götürülür.
Sözün kısası şeyhlerin bütün ihtiyaçları halk ve bilhas­sa köylüler tarafından karşılanır. Kendileri kral, çocukları ise birer prens gibi bir işte çalışmaksızın saltanat sürerler.
Bütün bunlara sebep, müritlerin, şeyhi Allah'ın yegane temsilcisi ve vekili olarak telakki etmeleri ve buna mutlak suretle inanmalarıdır. Onlara göre şeyh, Kıyamet gününde istediğinin imanını dahi kurtarır, sevdiği adanılan alıp he­sap ve azaptan sıyırır; sevmediği kimseleri ise sahipsiz ve perişan bırakır. Hem bu inanış yalnız şeyhin yaşadığı zama­ na has olmayıp ölümünden sonra da devam eder. Bunun için; ölmüş bir şeyhin müritleri, bu defa da ruhundan medet bek­ lerler. Mezarına gittikleri zaman el bağlamak ve göz yum­maktan başka bir de mezarından bir miktar toprak alır, şifa (!) niyetiyle suda eritip içer, gerekirse arkadaşlarına da ik­ ram ederler. Hastalığı biraz ağır olanlar, şeyhin mezarına gö­ türülür, orada saatlerce bekletilirler. Maalesef bu zavallılar, ölmüş bir adamın değil, sağ bir kimsenin dahi bu işlerde te­ siri olamayacağını bilmiyor ve anlamıyorlar.
Şeyhliğe ve tarikatçılığa inananlar, bu işin dinin bir em­ ri olduğuna inanmaktadırlar. Bu yüzden halkın dini hislerin­ den faydalanmaktadırlar.
Bu itibarla bunlarla mücadele etmek, dinin kudsi gölge­ sinde kamufle ettikleri çirkin oyunlarını meydana çıkar­ mak, bu oyunların dinle hiçbir ilgisi olmadığını söylemek ve nihayet dini hislerinin istismarı neticesinde tuzaklarına düş­ müş saf ve masum insanları kurtarıp layık oldukları seviye­ ye çıkarmak, her müslüman alimin görevidir. Çünkü alim­ ler, dinin emirlerini doğru olarak halka söylemekle yüküm­ lüdürler. Hiçbir alim, doğruyu gizlemek ve onu yanlışla karıştırmak yetkisine haiz değildir. Bu hususta Cenabı Hak- k'ın şu enirine dikkat buyurulsun:
"Hakkı batıl ile karıştırmayın ve bilerek hakkı gizle­ meyin." (Bakara: 2/42)
Lakin bizdeki, tedavisi güç bir hastalık halini almış "ne­me lazımcılık" ve "Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın" zihniyetiyle işleri birbirimize bırakmamızın ruhumuza ver­diği üşengeçlik, bu hale gelmemize sebep olmuştur.
Alim diye geçinen ve çevrelerinde gerçekten de sevilip sayılan bazı kimseler de, şeyhlerin önünde eğilenlerin safın­ da yer alıyorlar. Esasen cahil halkı kitle halinde şeyhlerin ta­hakkümleri sahasına sürükleyen başlıca sebeplerden biri de budur. Zira cahiller, bunların alim olduklarını düşünerek ve gittikleri yolun doğru olduğuna hükmederek peşlerinden gidiyorlar. Bu sebeple suçun ağırını bunlar işlemiş oluyor­lar.
Bunların çoğu da şeyhlere inandıklarından değil, onların himaye ve sayelerinde birtakım maddi çıkarlar elde etmek veya halk arasında yaldızlı bir şöhret kazanmak için bu yo­lu seçiyorlar. Bu da, düpedüz iki yüzlülüktür.
Bununla beraber şeyhlik ve tarikatçılık hurafesine şiddet­ le muhalif olan ve bu yolda ellerinden geldiği kadar çalış­mış ve çalışmakta bulunan bir çok alim de mevcuttur. Bun­ların gerçeği görüp söylemekten çekinmeyişleri hakikaten memnuniyete şayandır. Lakin bunların mücadelesi, iletişim araçlarıyla olmadığı ve bulundukları çevrenin hududunu aşamadığı için, şeyh ve taraftarlarının kuru gürültüleri içe­ risinde boğulmaktadır. Bu suretle de her tarafa aksetmemek- te ve tabiatiyle beklenen faydayı sağlayamamaktadır.
Ne pahasına olursa olsun hakka inanmak, hakkı söylemek ve hakkı yükseltmeye çalışmak lazımdır.
Çalışmak bizden, muvaffakiyet Allah'tandır.
Tasavvuf ve tarikatların İslam'la ilgisinin olmadığı
Tasavvuf; dünya ve dünya işlerinden sıyrılıp inzivaya çe­ kilerek, ibadet ve riyazet yapmaktır. Tasavvufçuların şiarı olan "Bir lokma, bir hırka" sözü de bunun kuvvetli bir de­lilidir.
Şimdi bunun islami bir esasa dayanıp dayanmadığım inceleyelim:
Bir defa İslam'da başlı başına ruhani bir müessese yok­tur. Çünkü İslam; ibadetiyle, ruhiyatıyla, ilmiyle, ahlakıy­ la, emir ve icaplarıyla bütün olan bir dindir. Bunların biri di­ ğerinden ayrılamaz.
İslam'da Allah'tan (c.c.) sakınmak ve onun emirlerine ri­ ayet etmekle dünyayı bırakmak arasında hiçbir ilişki yoktur. Müslüman, hem Allah'tan sakınır, hem de dünyadan nasi­ bini alır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'ın sana verdiği ahiret evini ara, dünyadan da nasibini unutma ve Allah'ın sana iyilik ettiği gibi sen de (halka) iyilik et." (Kasas: 28/77)
İslam hem çalışmayı, hem de maddeperest olmamayı emretmiştir. Eğer dünyayı bırakmak, mal ve mülk sahibi ol­ maktan sakınmak gerekseydi, İslamiyetin zekat, sadaka, hac gibi malla yapılan ibadetler hakkında hiçbir emri bu­lunmaması gerekirdi.
Tasavvufçular, tasavvufun islami olduğunu iddia edi­yorlar. Bu iddialarına delil olarak da Peygamberimizin (s.a.v.) cahiliyet zamanında Hira mağarasına çekilip vakti­ ni inziva ve ibadetle geçirmesini, Peygamberliğinden son­ ra mal toplamayışını, eline geçen malı halka dağıtmasını, onun zamanında Ashabı Suffe denilen bir taifenin mescit av­lusunda ikamet edip bütün vakitlerini ibadet ve riyazetle ge­ çirmelerini zikrediyorlar.
Şimdi bunları inceleyelim:
Muhammed (s.a.v.). bir abid veya sofi sıfatıyla değil, hak­ kı bulmaya meraklı bir mütefekkir sıfatıyla ve halkı doğru yola sevketmek çarelerini bulmak için Hira mağarasına gi­ derdi.
Muhammed (s.a.v.) Peygamber olmadan önce çalışırdı. Bir ara ticaret yapmış ve bu vesileyle Yemen ve Suriye'ye gitmiştir. Ancak boş zamanlarını, Hira'ya gidip düşünmek­ le geçirmiştir.
Muhammed'in (s.a.v.) ibadet için Hira'ya gittiğini farzet- sek dahi onun bu hareketi, tasavvufun islami olduğuna de­ lil teşkil etmez. Çünkü kendisi o zaman peygamber değildi.
Ehl-i Suffe için yapılan yer, bir ibadet ve riyazet veya bir tembellik yuvası, yahut miskinler tekkesi değil; bilakis ilim, irfan ve kültür müessesesi idi, buradaki kişilerin de ihtiyaç­ larını temin maksadıyla odun taşıyıp sattıkları sabittir.
Şimdi dünyayı bırakmanın islami olduğunu iddia eden ta- savvufçulara sorarız:
İslamiyet, müslümanlann hür ve müstakil yaşamalarını ve başkasının boyunduruğu altına girmemelerini emreder. İşte Cenab-ı Hak bu hususta uyanık bulunmaları için müs- lümanlara şu emri veriyor:
"Onlara (düşmanlara) karşı elinizden geldiği kadar kuvvet hazırlayınız." (Enfal: 8/60)
Kuvvet de, silah ve diğer harp vasıtaları demektir. Bun­ları hazırlamak ise çalışmaya bağlıdır. Şu halde istediğiniz gibi hepimiz dünyadan el-etek çekip inzivalarda vakit geçir­ sek ve çalışmasak, bunları bize kim hazırlar ve canımızı, ma­ lımızı, namusumuzu, dinimizi kim muhafaza eder? Biz kö­şelerde teşbih çekmekle; hidrojen, atom ve füzelere ve hat­ ta en basit ve ilkel bir silaha dahi karşı çıkabilir miyiz?
İslam büyüklerine izafe edilen bir tasavvuf vardır. O da; onların ahlaki durumları, ibadetleri ve umumi gidişleri­ dir. Bu gidişleri İslam dininin emirlerine tıpatıp uygundur.

Bunun için onların o gidişlerine tasavvuf demek doğru de­ğildir. O gidişlerine gerçek İslam demek lazımdır. Zira her adamın veya her zümrenin hareketlerine ayrı bir isim veri­lirse, o zaman İslamiyet sayısız şube ve guruplara ayrılmış ve din birliği parçalanmış olur.
Tasavvufçuların bir kısmı, tasavvuf zincirinin Ebu Be­ kir'e vardığını iddia ediyorlar. Hakikatte ise bu iddialarının hiçbiri doğru değildir, tamamen uydurmadır.
Tasavvuf ve tarikat kitaplarından başka tasavvufun Ebu Bekir'den kaldığını yazan tek bir hadis veya tarih kitabı var mıdır? Ebu Bekir bu tasavvufu kendiliğinden mi çıkarmış­ tır? Buna imkan yoktur. Çünkü kendisi, dinden olmayan bir işi dine eklemeye yetkili değildi ve bunu o da pekala bilir­ di. O halde tasavvufu nereden getirdi? Peygamberden mi al­ dı? Buna dair tek bir delil var mıdır? Hadis kitaplarında böy­ le bir şeyden bahsediliyor mu? Sonra eğer bu dini bir emir ise, Peygamber niçin bu emri yalnız Ebu Bekir'e bildirdi de diğer sahabeleri bundan haberdar etmedi? Cenabı hakkın:
"Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirilen her şeyi tebliğ et. Eğer yapmazsan onun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun." (Maide: 5/67)
emri gereğince, Allah'tan gelen bütün emirleri herkese bil­ dirmiş olması icabetmez mi?
Tasavvufun Ebu Bekir'den geldiğini iddia edenler, O'nun Selman'ı kendine vekil tayin ettiğini söylüyorlar. Bu müna­ sebetle bir daha soralım:
Ebu Bekir niçin tasavvufu da, diğer din ve dünya işleriy­ le birlikte, Halife Ömer'e bırakmadı da, Selman'a verdi? Ömer (r.a.), Selman'dan daha bilgili ve daha selahiyetli ol­duğu ve bunun için de bütün müslümanların oyu ile seçilip kendisine bütün din ve dünya işleri tevdi edildiği halde; tasavvufun da kendisine değil, Selman'a bırakılmasının se­bebi ne idi?
Ebu Bekir'den sonra halife olan Ömer (r.a.) devrinde de böyle birşey yoktu. O da selefi gibi islamiyetten olmayan iş­ lerin din olarak revaç bulmasına meydan vermezdi. Onun za­ manında ilim müesseseleri, adli teşkilat, ordu merkezleri, vergi daireleri, memurların kontrolü için müfettişlikler gi­ bi müesseselerin açıldığı herkesçe bilindiği halde; bir de ta­ savvuf ve riyazet yuvasının veya tekkesinin kurulduğunu niçin görmüyoruz?
Ömer'den sonraki halife Hazreti Osman (r.a.) zamanın­ da da böyle bir şeye tesadüf edilmiyor.
Ali'nin (r.a.) de tasavvufla uğraştığı doğru değildir. Her­ hangi bir tasavvuf silsilesinin Ali 'ye vasıl olduğu sabit de­ ğildir. Bu silsileler Hasan Basri'de nihayet buluyor. Buna mukabil Hasan Basri'nin Ali'nin öğrencisi olduğu ve onun sohbetinden istifade ettiği söyleniyorsa da, Ehl-i Hadis bu­ nu da kabul etmiyor ve bu rivayetin sabit olmadığını söylü­ yorlar.
Buraya kadar verdiğimiz izahat, tasavvufun İslami bir müessese olmadığını göstermiş bulunuyor. Tasavvufun kay­ nağı Hindistan ve İran'dır.
Tarikatlar Rasulullah'dan (s.a.v.) 300 küsur yıl sonra kurulmuşlardır ki, o zaman mezhep imamları dahi çoktan ve­ fat etmişlerdi. Eğer dinde böyle bir şey olsaydı, Peygamber ve sahabelerden sonra dinimizin bütün emir ve hükümleri­ ni yazıp yayınlayan müçtehitlerin de tarikatlardan bahsetme­ leri icabetmez miydi? Halbuki hiçbir mezhep imamı tasav­ vuf veya tarikattan hiç söz etmemiştir.
Üçüncü asırda kurulmuş olan tarikatlar da bugün yoktur. Bugün mevcut olan tarikatların hepsi altıncı ve yedinci asırlarda kurulmuş olanlardır. Hepsi de İslam dininin men­ şei olan Mekke ve Medine şehirlerinden başka yerlerden çık­ mışlardır. Bunların hemen hepsinin İran tarafından gelmiş olmaları da ayrıca dikkati çekmektedir.
Tarikatçılık, Hicretin 5-6. asırlarında İran'da tekrar can­ lanan -daha doğrusu hortlayan- Mecusiliğin islami perdeye bürünmüş bir şekil ve devamıdır. Zaten -ileride belirtilece­ği gibi- tarikatlardaki mezar etrafında dolaşmak, mezardan yardım ve medet ummak, şeyhin rabıtasını yapmak, def ve kavallarla müzikli zikir yapmak... gibi usuller, hep bunu gös­ terirler. Belki de İran'ın müfrit milliyetçileri, İslamiyet'ten intikam almak için bu çareye baş vurmuşlardır. Zira İslami­yet onları mağlup etmiş, onlar da İslamiyeti akide cephesin­ den parçalamak istemişlerdi. İranlı kölenin Ömer'i şehit etmesi de intikam saikiyle değil miydi? Yahudi dönmesi İb- ni Sebe'nin müslümanları birbirine düşürmesi ve parçalama­ sı da intikam almak maksadıyla değil miydi?
Fakat esas dikkate değer nokta; Tarikatçı mutasavvıfla­ rın kendilerine yeni düzen vermeleri ve her tarikatın kendi­ ne mahsus bir nizamı bulunmasıdır. Eğer bunlar İslami ol­sa, onlarda yeni düzene mahal kalmazdı. Zira İslam birdir, bunun düzeni de Allah tarafından verilmiştir. Artık ona ye­ ni bir düzen verilmesine imkan yoktur. Her tarikatın kendi­ ne mahsus bir nizamı demek, dini ayrı ayrı şubelere bölmek demektir.
Bütün müslümanların dini nizamı İslam dinidir. Bu niza­ mın esası da Kur'an ve Sünnettir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Allah'a ortak koşanlardan olmayın. O kimselerden ki dinlerini parçalamışlar ve guruplar olmuşlar, her bir grup, yanındaki ile hoşnuttur." (Rum: 30/31)
Eskiden revaçta bulunan ve birkaç taraftan olan tari­ katlar, hakikaten yek diğerlerine nazaran başka başka şekil­ dedirler. Mesela birisinde ağzı kapayıp nefesi keserek zik­ retmek ve zikir esnasında yüzü perdeyle örtmek gerekirken, başka birinde de bunun tam aksine defler ve sazlarla, bağır­ ma ve çağırmalarla zikretmek lazımdır. Halbuki İslam'da şe kil değişikliği yoktur. Zira İslamiyet birdir. Bunu ayrı ayrı şekillere sokanlar hakkında Cenab-ı Allah Peygamberine hi­ taben şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz o kimseler ki dinlerini parçalamışlar ve gruplar olmuşlar, sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Onların işi Allah'a aittir." (En'am: 6/153)
Eğer İslam'da (tarikatçılık olsaydı, İslamiyetin yayılması ve en ufak bir hükmünün bilinmesi için durmadan ve yorul­ madan çalışan, bu uğurda en çetin mücadelelere ve en kor­kunç tehlikelere atılan, hayatına müteaddit suikastlar yapıl­ dığı halde yılmadan ve korkmadan hakkı tebliğ etmekten ge­ ri durmayan, hatta hakkı tebliğ için yerini, yurdunu bile seve seve bırakıp yabancı bir şehre giden ve nihayet dinin bütün emir ve hükümlerini tebliğ edip vazifesini bitirdikten sonra fani hayata veda eden büyük Peygamberimiz de bir ta­ rikat kuramaz mıydı? Hiç değilse kurulması için haber ver­mez miydi? Halbuki kurmak veya emir vermek şöyle dur­ sun, bu hususta en ufak bir işaret dahi mevcut değildir. Yoksa tarikatçıların akıllarınca, Peygamberimiz bunun fay­ dasını anlamamış mıydı ki, ondan asırlarca sonra dinimize yeni yeni hurafeler ilave etmeye kalkışıyorlar? Bunların:
"Bugün size dininizi tamamladım." (Maide: 5/3) mealindeki Allah'ın emrinden haberleri yok mu? Yoksa başkasının haberi olmadığını mı sanıyorlar da hurafelerini din diye cahillere kabul ettiriyorlar?


“Hidayet Allah'a aittir.”gerçeği
Tarikatçılara göre, takikatın büyüğü olan kimse, müridi­ nin manevi bir mürşidi, kalbi bir doktoru ve ruhi bir terbi -yecisidir.
Bir adamın manevi mürşid olması için kalp üzerinde te­ sir ve nüfuz sahibi olması ve kalben irşad edeceği kimsenin kalbine tesir yapabilmesi ve böyle bir yetkiye sahip olma­ sı gerektir.
Böyle bir yetki bir insana verilmiş olsaydı, bütün mürşid- lerin en büyüğü olması nedeniyle, herkesten önce Muhammed'e (s.a.v.) verilmiş olması gerekmez miydi? Eğer ken­ disine böyle bir yetki verilmiş olsaydı, bu dini yaymak için o kadar mücadele etmesine, eziyetlere katlanmasına, tehli­ kelere atılmasına ne lüzum vardı? Herkesin kalbi üzerine ma­ nevi bir tesir yapar, kalbini temizler ve imana getirirdi. Böylece Hicrete, harbe, mücadeleye hiç gerek kalmazdı.
Halbuki Rasulullah (s.a.v.) dini yaymak için her türlü mü­ cadeleye atılmış, dinini tebliğ suretiyle yaymıştır.
Demek oluyor ki, İslam'da manevi veya kalbi bir tesir de­ ğil, öğretmek ve Öğrenmek metodu ve prensibi vardır. Bil­ meyen, bilmediğini bilenden öğrenir, bilen de bildiğini bil­ meyene öğretir. Bunun içindir ki, İslam dininin esası olan Kur'an-ı Kerim, insana okumayı, öğrenmeyi, muhakeme etmeyi, varlıklardan ibret almayı emrediyor. Bütün bunlar da, insanın bilgi vasıtası olan akılla olur. Buna karşılık Kur'an'da insanı, başkasının manevi tesiriyle hakikati ka­ bul etmeye davet eden tek bir ayet yoktur. Hem Rasulullah'a kalp üzerine tesir yetkisi verilmiş olsaydı, Kur'an'a da gerek kalmazdı. Çünkü Rasulullah o zaman herkesin kalbi­ ne tesir eder, imana getirirdi.
Ebu Talip, Muhammed'in (s.a.v.) amcasıydı. Kendisini büyüttü ve Peygamber olduktan sonra da çok korudu. Onu öldürmek isteyenlere mani oldu. Peygamber (s.a.v.) onun bu iyilikleri ve amcalık bağı dolayısıyla müslüman olmasını çok arzu ediyordu. Fakat buna bir türlü muvaffak olamadı.
Eğer Rasulullah'a kalbe tesir yetkisi verilmiş olsaydı, her­ kesten önce bu tesiri amcasının kalbinde kullanırdı. Onda bile bulunmayan böyle bir kuvvetin başkasında olmasına im­ kan ve ihtimal tasavvur edilebilir mi?
Bu konuda okuyucuları biraz daha aydınlatmak için Kur'an'ı Kerim'den bazı ayetler zikretmeyi uygun gördük:
"Şüphesiz sen (Ey Muhammed!) sevdiğini hidayete erdiremezsin. Lakin Allah dilediğini hidayete erdirir."
(Kasas: 28/56)
"Allah kime hidayet etmişse, o hidayete ermiştir. Al­ lah kimi dalalete götürmüşse, sen (Ey Muhammed!) ona hiçbir irşad edici dost bulamayacaksın." (Kehf: 18/17)
"Peygamber üzerinde tebliğden başka bir şey yoktur."
(Maide: 5/99)
"Kim ki dönerse, biz seni (Ey Muhammed) üzerlerine muhafız olarak göndermemişiz." (Nisa: 4/80)
"Allah'a ve O'nun Peygamberine itaat ediniz. Eğer dönerseniz, biliniz ki Peygamberimiz üzerinde ancak açık tebliğ vardır." (Maide: 5/92)
"Allah kimi hidayete erdirirse işte doğru yolu bulan odur. Kimi de dalalete düşürürse, artık onlar için O'n- dan başka asla veliler (dost ve yardımcılar) bulamayacak­ sın." (İsra: 17/97)
"İnsanların çoğu, sen istesen de mümin olamazlar."
(Yusuf: 12/103)
"De ki: "Şüphesiz ben size bir zarar ya da yarar verme imkanına malik değilim." (Cin: 72/21)
"Artık sen hatırlat! Sen ancak bir hatırlatıcısın. Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin."
(Ğaşiye: 88/21-22)
"Siz, Allah'ın dalalete götürdüğünü hidayete mi ge­ tirmek istersiniz? Halbuki Allah'ın dalalete götürdüğü kimseye sen hiçbir yol bulamayacaksın." (Nisa: 4/88)
"(Ey Muhammed!) Eğer dönerlerse, biz seni üzerleri­ ne muhafız olarak göndermedik. Senin üzerinde tebliğ­ den başka bir şey yoktur." (Şura: 42/48)
İşte bu ayetlerin hepsi, Peygamberin ancak bir tebliğci ol­ duğunu, Allah'ın hidayet vermediği kimseyi hidayete geti­ remeyeceğini, Peygamberin bile, sevdiğini hidayete erdire­ meyeceğini ve Allah katında kimse için zarar veya fayda verme gücüne sahip olmadığım gayet açık bir ifadeyle be­ yan etmektedirler.
Tarikatçıların bir kısmı diyorlar ki: "Küfürden imana getirme yetkisi Peygamber dahil kimseye verilmemiş; ama müslüman olup ta kötü ahlaka sahip olanların kalbine tesir etme ve onları o kötü ahlaktan kurtarma yetkisi bazı kimse­ lere verilmiştir."
Biz de bu söze karşı şöyle deriz:
Osman ve Ali zamanlarındaki fitne ve karışıklıkları çı­ karanların çoğu müslümandı. Osman ve Ali (r.a.) niçin bu adamların kalplerine tesir edip yaptıkları bu kötü işlerin önüne geçmediler?
Hem şimdi görüyoruz ki, dünyanın her tarafında zulüm sürüyor, vicdan sahibi her insan bu işlere son derece üzülü­ yor. Fakat ne çare ki bunların önüne geçmek bir türlü müm­ kün olamıyor. Acaba kalplere tesir edip insanı bir nazarla ev­ liya yapabileceklerini iddia eden veya haklarında böyle bir iddiada bulunulan şeyhler nerededirler? Niçin bu adamların kalplerine de tesir edip onları ıslah edemiyorlar? Niçin hal­ kı bunların şerrinden kurtarmıyorlar?
Bir kısmı da şöyle diyor: "Şeyhin manevi tesirine maz har olabilmek için, İslamiyetin bütün emirlerini tatbik etmek ve kalbi de o tesirden istifade edebilecek kadar temizle mek lazımdır. Bu sebeple bu şartlara haiz olmayana şeyh te­ sir edemez."
Bu söze gülmemek mümkün değil. Biz de deriz ki: O halde kapatın şu tarikatlarınızı, bırakın şu şeyhlikleri­ nizi. Çünkü İslamiyetin bütün emirlerini tam yerine getiren ve kalbini de temizleyen adamın, şeyhin tesirine -Şeyh'te böyle bir tesir olsa bile- ne ihtiyacı kalır? Siz, maksadınızın halkı manen doğru yola getirmek olduğunu söylemiyor mu­ sunuz? İslamiyete tam riayetkar olan ve kalbini temizle­yen kimse zaten doğru yola gelmiştir. Artık bunu hangi doğru yola götürmek istiyorsunuz? Doğru yoldan sonra sa­ pık ve eğri yoldan başka bir yol var mıdır? İşte ayeti kerime: "Haktan sonra dalaletten başka ne var?"
(Yunus: 10/32)


Allah'tan başkasını yardıma çağırma sapıklığı
Bazı kimseler, bütün insanların Allah'ın kulu olduklarını, Allah katında hepsinin aynı seviyede olduğunu, Allah'ın on­ lara iyi ile kötüyü ayırdetmeleri için akıl ve kendilerini kontrol etmeleri için de vicdan verdiğini, her insanın bun­ lar vasıtası ile hareket edebileceğini, binaenaleyh Allah ile kullan arasında vasıta olan peygamberlerin getirdikleri din­ lerin lüzumsuz olduklarını söylüyor.
Buna mukabil tarikatçılar da, her insanın işlediği gü­ nahlardan tevbe edecek seviyede olmadığını, bu işleri ancak Allah'ın sevdiği kimselerin yapabileceklerini, salih kim­ selerin Allah ile kulları arasında vasıta olmaları gerektiği­ ni söylüyorlar. Bunların bir kısmı daha da ileri giderek bu işin daha ziyade itikada bağlı olduğunu, hakikatte bir şey va­sıta olmak kabiliyetine haiz değilse bile insanın onu öyle bil mesiyle vasıta olacağını ve insanı Allah'a kavuşturacağım iddia ediyorlar. Hatta bazı cahiller, "Bir taşa dahi itikad bağlasak bizi Allah'a kavuşturur" diyerek büsbütün sapıtı­ yorlar.
Bu iki fikir de hakikatten uzaktır. Birincisi uzaktır; zira insanın aklı hakikaten bilim vasıtasıdır, iyi ve kötüyü bir di­ ğerinden ayırabilir; fakat bu, ancak onun kendiliğinden kavrayabileceği şeyler ve işler için söz konusu olabilir. Al­ lah'ın zatını, sıfatlarını, onun insanlardan neler istediğini bil­ mek böyle değildir. Akıl bunları kendiliğinden bilemez, öğrenmesi lazımdır.
Allah (c.c.) bunları bize öğretmek için içimizden bir el­ çi tayin etmiş, o da bunları Allah'ın bildirdiği şekilde biz­ lere öğretmiştir. Bu emirlerin hepsine birden din, onları bi­ ze bildiren insana da peygamber denir. İşte Allah ile kul ara­ sındaki vasıta dindir. İnsan Allah'a kavuşmak ve onun rah­ metini kazanmak için dine uyar ve emirlerini tatbik eder. İn sanlara dini öğreten peygamber ise, sadece bir öğretmendir. Binaenaleyh o bile vasıta olamaz. Ancak bildirmek sıfatıyla rehber olur. Yani o bildirme konusunda elçisidir. Bildirdik­ ten sonra aradan çekilir, o zaman arada yalnız din kalır.
İkinci iddiaya gelince, bu da çok yanlıştır. Allah ile kul arasında tek vasıta din olunca başkasına ne lüzum kalır? Din, onu bilen ve tatbik eden kimseyi zaten Allah'a kavuşturur. Başkasının arada işi ne?
Tarikatçılar bu iddialarını ispat için şu ayeti güya delil gösteriyorlar:
"Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve O'na (yak­ laşmak için) vesile arayın," (Maide: 5/35)
Onlara göre bu ayetteki "vesile" den maksat güya şeyh­ ler imiş.
Ayetteki "vesile" kelimesinden kasıt; salih amellerdir. Tarikatçı olmayan tüm tefsir alimleri de bunu bu şekilde açıklamışlardır.
Tarikatçılar, vasıta hakkındaki iddialarını sözde ispat etmek için bir de akli (!) delil getirerek şöyle derler: Her in­ san Allah'ın rahmetine kavuşacak, tevbesi, duası ve diğer iyi işleri kabul olunacak, fakat derdini Allah'a arzedecek sevi­ yede olmadığı için, kendisine bunları temin edecek birisi la­zımdır. Şeyhlerde Allah'ın sevdiği (!) insanlar oldukları için bu işi yaparlar. Yani bir insanın yaptığı iyi işleri şeyhler Al­ lah'a kabul ettirir ve buna karşı verilecek mükafat da onlar vasıtasıyla insanlara ulaştırılır. Böylece insan, ancak onlar vasıtasıyla iyi olabilir.
Bu cehalete karşı insan nerede ise insanlığından utana­ cak. Allah -haşa- kral mı oldu ki, kulları ancak mabeyinci­ lerin vasıtasiyle kendisine dert ve isteklerini arz etsinler ve iyi işlerini kabul ettirsinler; o da saray erkanı vasıtasiy­ le onlara nimetlerini versin? Bu ne biçim iman, ne biçim akıl, ne biçim mantık!?
Biz bu iddiaları yine Allah'ın ayetleriyle cevaplandıra­ lım. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kullarım sana beni sorarlarsa, muhakkak ki Ben pek yakınım, çağırdığı zaman çağrısına icabet ederim."
(Bakara: 2/186)
"Rabbinizi yalvararak ve gizlice çağırın, şüphesiz O haddi aşanları sevmez. Ve yerde ıslahından sonra fesat çıkarmayın ve O'nu (Rabbinizi) korku ve ümit halinde ça­ ğırın. Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyilik edenlere yakın­ dır." (A'raf: 7/55-56)
"Rabbiniz dedi: "Beni çağırın ki size icabet edeyim."
(Mümin: 40/60)
İşte bu ayetlerin hepsi de insanı doğrudan doğruya Al­ lah'a dua etmeye çağırarak, Allah'ın rahmetinin iyilik eden­ lere yakın olduğunu söylüyor. Fakat hiç birisinde "Şeyhi­ niz vasıtasıyle çağırın" denmiyor. Bundan anlaşılıyor ki insan doğrudan doğruya Allah'a yalvarmalı, derdini O'na ar- zetmeli ve yardımı da sadece O'ndan istemelidir; zira bu iş­ lerde kendisine hiçbir kimse vasıta olamaz.
Dua ibadeti böyle olduğu gibi diğer tüm ibadet ve iyi iş­ lerin tamamı da böyledir. Bir insan bunları işlediğinde ka­ bul veya reddedecek olan Allah'tır. Bu hususta da bir çok ayetler vardır. Bazılarını zikredelim:
"Şüphesiz iman edip iyi işler yapanlara Firdevs cen­ netleri mesken olur. Orada ebedi olarak onlardan ayrıl­mak istemezler. (Kehf: 18/107-108)
"Şüphesiz iman edip iyi işler yapan kimseler altında nehirler akan cennetler vardır. O büyük kurtuluştur."
(Buruc: 85/11)
"İman edip iyi işler yapanlara, amellerine mukabil mesken olarak me'va cennetleri vardır." (Secde: 32/19)
"Şüphesiz iman edip iyi işler yapanlara, nimet cennet­ leri vardır." (Lokman: 31/8)
"Kim ki O'na (Allah'a) mümin ve iyi işler yapmış olarak gelirse, onlara en yüksek dereceler vardır." (Taha: 20/75)
"Erkek veya kadın her kim mümin olarak iyi işler ya­ parsa, işte onlar cennete girerler ve kendilerine hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler."
(Nisa: 4/124)
Görüldüğü gibi bu ayetlerin hepsi de, iman edip iyi işler yapanlara mükafatlar verileceğini açıkça beyan ettikleri halde, bu iyi işlerin bir Şeyh vasıtasiyle Allah'a arzedilme-si gerektiğine işaret dahi etmemişlerdir. Bundan da anlaşı­ lıyor ki; Cenab-ı Allah, iman edip iyi işler yapan kimsele­ rin bu iyiliklerini doğrudan doğruya kabul eder ve mükafat verir. Artık bir şeyhin veya hocanın veya başka herhangi bir insanın arada vasıta olması ihtimali hangi esasa dayanır ve nasıl olabilir bilmiyorum?
Hem İslam dininin en büyük hedeflerinden biri de mad- deperestliği yıkmak ve bütün insanları yalnız Allah'a ibadet etmeye sevketmek değil midir? Başka bir insan Allah ile kul arasında vasıta olursa, bu, maddeperestlik olmaz mı? Zira o kul artık Allah'ı değil, Allah'a işini ulaştırması ve kabul et­tirmesi için o vasıtayı çağırır.ve Allah'tan evvel ona yalva­ rır. Böylece Allah'tan önce o vasıta kendinin bir mabutu ha­ line gelir.
Maddeperestlik demek, yalnızca maddeye "Allah" de­ mek değil, maddeyi arada vasıta yapmak da demektir. Za­ ten putlara tapanların da hemen hepsi onlara "Allah" demez­ lerdi. Onları Allah ile kendi aralarında vasıta yaparlardı. On­ larla, insanları vasıta yapanlar arasında ne fark var? Onlar sadece cansız bir maddeyi vasıta edinmişler, bunlar da can­ lı ve belki de günahkar bir maddeyi vasıta ediniyorlar. Ne­ tice itibariyle ikisi de maddeperestliktir. Şu ayete dikkat edil­ sin. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"İyi bilinmelidir ki halis din Allah'ındır. Allah'ı bıra kıp O'ndan başka dostlar edinenler: 'Biz bunlara bizi Al­ lah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' derler. Muhakkak ki Allah aralarında ihtilafa düştükleri konularda hükmedecektir. Allah yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete erdirmez." (Zümer: 39/3)
İşte bu ayet de, Allah'a yaklaştırmaları için dost tutan­ lardan bahsediyor ki bu umumidir. İster tutulan dost cansız, ister canlı olsun, tutulmasındaki maksat bir olduktan sonra fark yoktur.
Şu halde Allah ile kul arasında Allah'a yaklaştırmak için canlı veya cansız bir maddeyi vasıta kılmak, İslami olmayan, eski cahiliye adetlerindendir. Bu hususta bir de hristiyanların adeti vardır. Hristiyanlarda ve bilhassa kato-liklerde ibadet her yerde olmaz. Yalnız kilisede ve papazın irşadı altında yapılır. Çünkü onlar, papazı Allah'ın vekili bi­ lirler, Allah namına ibadetleri kabul edebileceğine ve günah­ karları bağışlayabileceklerine inanırlar.
Bu gibi itikatlar hakikatte Allah'a ortak koşmak oldukları için, İslam dini tarafından yıkılmışlardır. İslam dini alimlere, öğretmekten başka hiçbir görev ve yetki vermemiştir. Bu­ nun için, bir müslüman ibadetinde tamamen serbesttir. İster­ se evinde namaz kılar, isterse tarlasında kılar, isterse dük­ kanında veya dairesinde kılar. Yalnız, şehir, kasaba ve köy­ deki halkın, bir araya gelip bir diğerini görmeleri, halleri­ni sormaları, dertlerini ve ihtiyaçlarını öğrenmeleri, arala­ rındaki dargınlıkları gidermeleri gibi bir çok ahlaki ve içti­ mai faydalar bakımından cemaatla namaz kılmaları daha ha­ yırlı ve daha sevaptır.
Günah işleyen bir kimse doğrudan doğruya Allah'a tevbe eder. Nasıl tevbe edileceğim bilmiyorsa alimlerden öğrenir; fa­ kat alim tevbesini kabul veya reddetmek veya Allah'a kabul ve­ ya reddettirmek yetkisine sahip değildir. Kur'an, müslümanla- n tevbeye davet ederken başkasını vasıta yapmaları gerek­tiğinden bahsetmemiştir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Samimi bir tevbeyle Allah'a tevbe ediniz." (Tanrım: 66/8)
"Ey müminler! Hep beraber Allah'a tevbe ediniz."
(Nur: 24/31)
Bu ve bunlar gibi bir çok ayetler insanları tevbeye ça­ ğırmakta; fakat bu tevbenin şeyh veya başkası vasıtasıyle ya­ pılmasından bahsetmemektedir. Şu halde İslam dininde tev­ be de doğrudan doğruya Allah'a yapılır ve hiç kimse arada vasıta olmaz.
Her müslüman diğer bir müslümanın dünya ve ahiret iş­ leri hususunda Allah'a dua edebilir. Bu da alimlere veya şeyhlere mahsus bir şey değildir. Kabul edip etmemek ise an­ cak Allah'a aittir. Bu hususta Cenab-ı Hak, peygamberine hitaben şöyle buyurur:
"Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gel­ seler, Allah'tan günahlarının affını isterler, Peygamber de günahlarının affını istese, Allah'ı tevbeyi kabul edi­ ci ve rahmet edici bulurlardı." (Nisa: 4/64)
Yani eğer Peygamber onlar için dua etseydi, Allah günah­ larını affederdi. Fakat başka bir ayette de münafıklardan şöy­ le bahsediyor:
"Onların günahlarının affını iste, veya isteme. Sen yet­ miş defa günlarının affını istesen yine Allah günahları­ nı affetmez." (Tevbe: 9/80)
Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki; Peygamber de dahil ol­ mak üzere, bütün müslümanlar başka müslümanlar için dua et­ mekte serbesttirler. Fakat mutlaka kabul olunacağını kimse ta­ ahhüt edemez. Bu Allah'a aittir. Allah isterse kabul, isterse de reddeder. Nitekim birinci ayette Peygamberin duasının kabul edi­ leceği ikincisinde ise reddedileceği sarahatle ifade edilmiştir.
Tarikatçılara göre herkes mutlaka şeyhin yanında tevbe etmek zorundadır. Bunun için tarikata girecek kimselere önce tevbe ettirirler. Sanki onlar Allah'ın vekili imişler gi­ bi bu harekette bulunurlar.
Tarikata giren bir kimsenin, hangi zikir veya duaları kaç defa okuyacağına da şeyh karar verir.



Müzikli zikir alemleri sapıklığı
Şeyhlik ve tarikatçılığın İslamiyete soktuğu çirkin adet­ lerden biri de bazı tarikat mensuplarının tertipledikleri zi­ kir alemleridir. Bunlar haftanın belirli bir günü, ekseriya cu­ ma akşamları şeyhin veya vekili olan sofinin -bazıları buna Müritlerin Çavuşu derler- evinde veya tekkesinde toplana­ rak bir halka halinde oturur ve gözlerim yumarlar. Sonra bu merasimi idare eden yardımcılarıyla birlikte şiir ve beyitler okurlar. Bu beyitler son derece mübalağalı ve baştan sona kadar şeyhlerin medhi hakkındadır. Mesela birisinde şöyle denmektedir:
"Benim şeyhim zamanın şeyhidir, yükselip göklere git­ ti, oradan ilaç kutusunu getirdi ve müritlerin kalplerini te­ davi etti. Şeyhim ebedi bir şeyhtir; o, dağdaki ayıyı da eh­ lileştirdi. Onu da kendisine itaatkar kıldı." Hepsi böyle saç­ ma sözlerden ibaret olan beyitler, çoğu zaman zikir esnasın­ da def ve dümbelek çalınarak okunur, böylece müzikli bir zikir alemi meydana gelir.
Bu beyitlerin okunmasına devam edildikçe, gözü kapa­ lı müritler de coşar ve sallanmaya başlarlar. Derken içlerin­den biri "Allah, Allah..." diyerek zıplamaya ve kendini yer­ den yere atmaya başlar. Onu takiben bütün müritler de bu ha­ reketi yaparlar. Ondan sonra herkes birbirine girer, ortalık bir savaş meydanına döner birtakım manasız sözler, uğultu­ lar, bağırmalar, çağırmalar meclisi çınlatıp durur. Kimisi yer­ de sürüklenir, kimisi arkadaşlarını tekmeler, kimisi ayakla­ rını yere vurur ve bu hal uzun zaman devam eder. Hepsi iyi­ce yorulduktan sonra, töreni idare eden adam kalkar, her bi­ rinin sırtını eliyle sıvazlar. Bu "Yeter" demektir. Bunun üzerine hepsi yerinde durur ve zikir bitmiş olur.
Bazı zikirlere kadınlar da iştirak eder, onlar da erkekler­ le beraber halkada oturur ve deflerle, dümbeleklerle söyle nen medhiyeler karşısında çoşkunluk göstererek yine erkek­ lerle beraber oynayıp zıplamaya ve yerlerde sürüklenmeye başlar ve erkeklerle birlikte birbirlerine karışırlar.
Tabii kalbinde iman, Allah korkusu ve insanlık duygu­su bulunan bir kimse buna asla zikir demez. Çünkü bu, ha­kikatte müzikli ve sazlı bir alemden başka bir şey değildir. Üstelik alemin de en ilkel ve en bayağı şeklidir. Kim bilir hangi insanlık, ahlak ve din düşmanı tarafından ne gibi bir kötü maksatla icad edilmiş bu rezalet? Sonra bu alemlere ka­ tılan zavallı cahil kadınlar da erkekler gibi bunu yapmakla sevap kazanacaklarını sanırlar. Tıpkı Afrika'daki bazı ka­ dınların, dini bir emirdir diye ve sevap kazanmak zanniyle dudaklarına tahtadan büyük halkalar takmaları gibi.
Evet, İslam dininde bazı zikir ve dualar vardır. Tevhid ke­ limesi, Estağfirullah, Elhamdülillah... gibi zikirleri oku­ mak sünnettir. Fakat bunları her müslüman kendi kendine okur, hatta riya olmaması için bunları açık okumak dahi ca­iz değildir. Kaldı ki İslamiyette, ruhu coşturacak ve insanın bayılmasına sebep olan zevkleri ihtiva edecek bir ayin de yoktur. Çünkü İslam dini duyguya değil, akıl ve şuura hitap eder. Bir müslümanın da gözlerini yumup sallanarak değil, göz­ lerini açıp şuurunu toplayarak dininin emirlerini dinlemesi la­ zımdır ki, ne olduğunu ve ne istendiğini anlayabilsin.
Tarikatlar, müslamanları parçalayıp, gruplara bölmekten başka bir şey değildir.İslamiyetin ilk çağında bütün müslü manlar, Allah'ın:
"Müminler ancak kardeştirler." (Hucurat: 49/10) emri etrafında toplanarak, Allah'ın:
"Dini doğrultun ve onda tefrika yapmayın."
(Şura: 42/13) emrine sadık kalarak, Allah'ın:
"Çekişmeyiniz ki gevşemeyesiniz ve kuvvetiniz gitme­ sin." (Enfal: 8/46)
emrine inanarak çalıştıkları, birlik ve beraberlik tesis ettikle­ ri ve aralarında hiçbir tefrika ve guruplaşmaya meydan verme­ dikleri için üstün basanlar sağlamışlardır. Fakat Peygamberi­ mizin kurduğu İslam kardeşliği yerine tarikat kardeşliğinin tesis edilmesi sonucunda İslam birliği parçalanmıştır.
Gerçi bundan önce de birçok ihtilaflar çıkmış, siyasi ha­ diseler cereyan etmiş, saltanat ihtirası yüzünden çıkan kav­ galar İslam alemini alt, üst etmişti. Ama ne de olsa İslam ço­ ğunluğu bütün bu olaylara rağmen dini birliğini muhafaz edi­ yor ve akidede tek vücut bulunuyordu.
Ayrı tarikattan olan iki şeyh, birbirini yenmek için aman­ sız bir propaganda mücadelesine girişiyor; her biri kendi ta­ rafının dindar, karşı tarafın dinsiz veya haksız olduğunu iddia ediyor. Bunun üzerine herbirine mensup olan halk kitlesi, karşı tarafa her türlü itham ve iftiraları reva görmekte asla te­ reddüt etmiyor. Birbirlerini tekfir edenler bile oluyor.
Tarikatçıların akıllarınca her müslümanın mutlaka bir şey­he mensup olması gerekiyor. Bu hususta kendilerine delil ge­ tirmek için bir de "Kimin şeyhi yoksa, onun şeyhi şeytandır" şeklinde saçma bir söze sarılıyor ve böylece tahakkümleri al­ tına girmek istemeyenleri dinsizlik ve imansızlıkla damgala­ yıp duruyorlar. Sanki onlar Allah'ın iman veznedarı imişler ve iman ile küfür kendi ellerinde imiş gibi kendilerine uyanlara iman verip, uymanlara da kafir deyip duruyorlar.
Sakın bu sözlerimizin mübalağa olduğu sanılmasın. Bu hususta şüphesi olanlar, lütfen şeyhlik ve tarikatçılığın ha­ kim bulunduğu bir yere, mesela doğu illerinden herhangi bi­rine gidip bilhassa köylerdeki durumu incelesinler. O zaman söylediklerimizin az bile olduğunu göreceklerdir.
Evet, doğuda durum hakikaten böyledir. Bir yanda tarikat­ ların muhteris şeyhleri, diğer yandan da bütün topraklan elle­ rinde bulunduran ağalar, doğuyu sömürüyor ve köylüye göz açtırmayarak onu kendi baskıları altında tutuyorlar.


Tasavvuf dininde şeyhi rabıta sapıklığı
İnsanlar put,-hayvan, güneş, yıldızlar gibi madenlere ta­ parlarken, Peygamberimiz bütün bu dondurucu akideleri yıkarak bütün insanları tek bir mabut olan Allah'a ibadet et­ meye davet etti. O'ndan başka hiçbir şeye tapınılamayaca- ğını bildirdi. Ne yazık ki, tarikatçılar bu esası da bozarak İs­ lam dinine putperestliği tekrar soktular. Ama bu putperest­lik, bildiğiniz cansız putlara tapmak değil, insanları putlaş- tırıp onlara tapmak şeklindedir. Yani bu, putperestliğin il­ kel bir şekli değil, modern bir tarzıdır. Bundan dolayı buna modern putperestlik demek daha münasip olur.
Bu modern putperestlik, tarikatlardaki rabıtadır. Şöyle ki:
Muayyen zamanlarda mürit, diz çökerek oturur, gözleri­ ni yumar, aklım ve kalbini herşeyden tahliye eder, şeyhini gözünün önüne ve hayaline getirerek yalnız ve yalnız onu dü­ şünür. O anda bütün ruhu, aklı, şuuru ve kalbiyle şeyhe bağlanır, o kadar ki, hayalinde ondan başka birşey yoktur. Bu hal, müridin şeyhe karşı olan sevgi ve bağlılığının dere­ cesi nisbetinde devam eder. Kimisi birkaç dakika, kimisi da­ ha fazla, kimisi bir saat, bazıları da saatlerce böyle kalırlar.
Tarikatçılar, bu işin şeyhle mürit arasında bir bağ ve müridin şeyhe bağlılığının bir ifadesi olduğunu ve müridin kalbini şeyhin manevi tasarruf ve tesirine amade bir duru­ ma getirdiğini iddia ile, bunun tarikatçılıkta en büyük ve fay­ dalı bir iş olduğunu söylerler. Bazıları buna o kadar önem verirler ki, yatarken dahi yönlerini şeyhlerinin, ölmüşse mezarının bulunduğu tarafa çevirirler veya yatağa girdikten sonra uyuyuncaya kadar şeyhi düşünürler.
Bazıları da, bunun iyi bir iş olduğunu sözde ispat için şöy­le derler: "Şeyhin kalbimiz ürzerindeki tesiri çoktur. Onu dü­ şündükçe günah işlemeye ve kötülük yapmaya cesaret ede­ meyiz. Bunun için bir bağlılık kuruyoruz."
Hani "özürü kabahatinden büyük" derler ya... İşte bu söz de o çeşittendir. Allah'tan korkmuyorlar da şeyhten korkuyorlar. Bu, Allah'a ortak koşmak değil midir?

Seyyidlik efsanesi
Tarikatçıların, ağaların ve şeyhlerin kendilerini kudsi birer varlık olarak tanıtmak için başvurdukları oyunlardan biri de seyyidlik, yani Muhammed'in (s.a.v.) neslinden ol­ ma iddiasıdır. Bunun da sebebi, halkın Muhammed'e (s.a.v.), evlatlarına ve diğer sahabe büyüklerine olan samimi bağlı­lıklarıdır.
Bir kısmı da bu teraneyi kabul ettiremeyeceklerini anla­ dıkları için seyyidlik değil, Sıddıki, Ömeri, Halidi vesair sa­habelerin neslinden geldiklerini söylüyorlar. Bunların en in­ saflıları ve en aza razı olanları da Arap olduklarını iddia edi­ yorlar.
Hem, peygamber neslinden olmak neye yarar? İnsan iyi olduktan sonra peygamber neslinden olmasa da iyidir. Kö­ tü olursa peygamber neslinden olması kendisine bir fayda sağlayamaz. Bu hususta Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:
"Allah yanında en makbul olanınız en fazla muttaki olanınızdır." (Hucurat: 49/13)
Seyyidlik, Sıddıkilik, Ömerilik ve diğer büyük sahabe­ lerin neslinden olmak iddiası tamamen uydurma ve hurafe­ dir. Hakikat şudur ki; eski zamanlarda padişahlar tarafından gönderilen büyük memurlar, halka daha fazla nüfuz edebil­ mek için, dini hisleri istismar etmişlerdir. Bunun için de en kolay yol peygamber veya diğer bir İslam büyüğünün soyun­ dan olma iddiası olmuştur. Bu suretle halk, onların emirle­rine muhalefet etmeyi günah ve dine aykırı saymış ve buna cesaret edemeyerek her türlü emirlerine itaat etmeyi dini bir vazife telakki etmiştir.

Şeyhlere verilen asılsız ünvanlar
Şeyhler halkı kandırıp kendilerine bağlamak için seyyid- lik iddiasında bulunmakla da yetinmeyip aynı zamanda kendilerine bazı göz kamaştırıcı unvanlar vermeyi de ihmal etmemişlerdir. Mesela bütün tarikatçılar tarafından bilinen ve bazı tarikat liderleri hakkında kullanılan Gavs, Kutup, Kutbulfert, Kutbialem gibi unvanlar bunlardandır.
Bu gibi unvanlar Peygamberimiz, ondan sonraki halife­ ler ve tabiin zamanında mevcut değildi. Sonradan tarikatçı­ lar tarafından ihdas edildiler. Ancak bunlar pek önemli de­ ğildir. Bunları gölgede bırakacak diğer bazı unvanlar daha vardır ki, asıl üzerinde durulması gereken bunlardır. Bazı şeyhler hakkında "Göklerin ve yerlerin nuru" unvanı kulla­nılmaktadır. Halbuki bu doğrudan doğruya Kur'an'a muha­ liftir. Zira Cenab-ı Hak Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur: 24/35)
Bundan başka bazı şeyhlere de "Has ve ammın şeyhi ve hakimi" ve "Mutlak mutasarrıf denilir ki, bu da kayıtsız şartsız tasarruf edici demektir. Buna göre o şeyh her şeyin hakimi olup istediği şekilde kainatta tasarruf edebilir. Hal­ buki bu da ancak Allah'a (c.c.) mahsustur. O'ndan başkasın­ da böyle bir kudret yoktur.

Şeyhler, Ağalar el ele
Eski idareciler halkı kendilerine madden ve manen ita­ atkar bir hale getirmek için temiz sülaleden olduklarım id­ dia etmişler, sonra bunların evlatları da aynı yolu takip et­ mişlerdir. Daha sonra ayrı ayrı kollara ayrılıp birer hanedan sülalesi olmuşlar; bir kısmı madden halka tasallut etmek için derebeyi ve ağa olmuş, bir kısmı da manen halkı baskı altı­ na almak için kendilerine ruhani bir unvan vermiş ve şeyh olmuşlardır. Böylece şeyhler, ağalar ve derebeyleri elele vererek halkı müşterek olarak hem maddi hem manevi yön­ den baskıları altına almışlardır.
Ağalarla derebeyleri gayri meşru olarak ve zorla mille­tin malına mülküne tasallut etmişler; bütün topraklan zap tederek halkı, cüz'i ücret karşılığında bu arazilerde çalıştır­ mışlar ve mahsulü tamamen kendilerine almışlardır. Köyler hep onların elindedir; hoşlanmadıkları kimseleri derhal köyden kovar, icabında ücretlerini dahi vermezler. Zavallı köylü her gittiği yerde ağanın ve derebeyinin emriyle çalı­ şır; o da kendisini beğenmediği takdirde köyünden atar. Köylü böylece ağalann iradesiyle yaşamaya ve köyden kö­ ye kovulmaya mahkumdur. Hatta bazan bir köylü, senede üç dört yer değiştirir.
İnsan haklarına indirilen bu ağır ve merhametsiz darbe, hür ve vicdanlı her insanın kalbinde derin yaralar açtığı halde, Peygamber vekili olduklarını iddia eden şeyhler ma-lesef bu olaylar karşısında tamamen bigane kalıp vicdanla­ rına tasallut ettikleri insanların bu feci durumlarına zerre ka­ dar olsun üzülmemişler ve üzülmüyorlar da. Hatta köylüle­ rin bu hal karşısında gösterecekleri herhangi bir tepkiyi de peşinen önlemek için, ağaların da kendileri gibi seyyid ve "sülalei tahire" den olduklarını(!), üstelik "Ululemr" ve hanedan olduklarını, binaenaleyh bunların sözlerine mu halef etmenin veya kendilerine karşı herhangi bir husumet­te bulunmanın, hem Allah'ın emrine aykırı düşeceğini, hem de cetleri olan peygamberin hatırım rencide edeceğini, bu­nun da sonunun ebedi bir hüsran olacağını söylüyorlar. Bu suretle köylülerin bu azapta kalmaları için ağa ve derebey lerine yardım ediyorlar. Buna mukabil ağalardan da derin saygı ve sayısız maddi yardım görüyorlar.
Gerçekten Allah'ın (c.c.) bütün kullarını kendilerinin kölesi olarak gören ve herkesi hakir, aşağı zanneden, halka "Beş paralık kürtler" diye hakaret eden ağalarla derebeyle­ ri, şeyhlerin önünde iki büklüm olup yerlere kapanıyorlar. Cüz'i bir para veya ufak bir arazi parçası yüzünden adam öl­ dürmekten dahi çekinmeyen ağalar ve derebeyleri, şeyhle­ re her türlü maddi yardımı yapıyorlar. Mahsul zamanı gelin­ ce babalarının ve dedelerinin halktan zorla aldıkları toprak­ tan gelen buğdaydan şeyh efendinin evine bir kaç yük gön­ derip porpagandasının ücretini veriyorlar. Buğday yetiştir­ meyen derebeyi ve ağalar da yerlerine göre koyun, yağ, bal vesair şeylerle şeyhi razı ediyorlar.
Demek oluyor ki şeyhler halkı hem kendilerine hem de ağalara bağlıyor, ağalar da şeyhlere maddi yardım yapı­ yorlar. Fakat bu dalavereli oyunun kurbanı olan, sefil veya perişan bırakılan halk oluyor.
Şeyhlerle ağalar halkın uyanmasını istemiyor, bilakis sürekli cahil kalması için ellerinden geleni yapıyorlar. Çün­ kü onlar kat'iyetle biliyorlar ki, halkın gözü açıldığı anda bu iğrenç saltanatları yıkılacaktır. Halk cehaletten kurtulduğu taktirde şeyhlere de ağalara da, derebeylerine de metelik ver­ meyecektir. Bunun için bunların en büyük arzusunu halkın cahil kalması oluşturuyor.
Bir yandan ağalarla derebeyleri çocuklarını okutmaları için köylülere imkan bırakmıyor, onları tehdit ediyor, diğer yandan da şeyhler, okula gidenin kafir olacağını, çocuğunu okula gönderenin dinden çıkacağım söyleyip duruyorlar.

Şeyhlerin İslamiyet'e sokdukları aforoz adeti
Hristiyanlıkta afaroz denilen bir adet vardır. Allah'ın (c.c.) vekili olduklarını iddia eden papazlar, kızdıkları ada­ mı afaroz eder; yani dinden atarlar. Böyle bir adam artık dün­ yada halkın, ahirette de Allah'ın (c.c.) gazabına uğramış de­ mektir. Onun kurtuluşu papazın affına bağlıdır. Hatta eski zamanlarda bazı papazlar kralları dahi afaroz etmişlerdir. Afaroz edilen kral derhal tahttan indirilir, herkesin nefreti­ ne uğrar, onun önünde el bağlayanlar, kendisini tel'in eder­ ler. Kralın bu halden kurtulması papazın affına bağlıdır. Affederse eski şevketini bulur, yoksa en adi bir mahluk gi­ bi, ölünceye kadar herkesin nefretine uğrar.
Tarikatçılıkta da "Tard (merdudiyet)" denilen bir çeşit ta­ rikattan atma usulü vardır. Şeyh herhangi bir sebeple bir mü-ridine kızdı mı onu tarikattan atar. Onlara göre tarikattan atı­lan adamın dini, imanı ve bütün mukaddesatı elinden gitmiş, yaptığı bütün iyilikleri de heba olmuştur. O artık dünyada da, ahirette de felaha ulaşamayacaktır. Zaten dünyada, şey­ hin müritleri tarafından daimi bir nefret ve tel'ine maruzdur. Ahirette de Cehennemi boylamak endişesine düşer zavallı. Onun da bu feci durum ve akıbetten kurtulması ancak ve an­ cak şeyhin affıyla mümkündür.
Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Her kim ki Allah onu hidayete getirmişse, onun için hiçbir dalalete götürücü yoktur." (Zümer: 39/37)
Yani iman etmek ve îslam dinine girmek bir ihsana na­sip olduktan sonra, onu hiçbir kimse dinden atamaz ve da­lalete sürükleyemez. Çünkü İslamiyette Allah'ın bir ortağı veya dininde tasarruf yetkisine haiz bir vekili yoktur. Ama şeyhler bu esası da bozarak, halkın tepesinde durmaya de­ vam edebilmek için böyle bir afarozu da İslam dinine sok­ maya cesaret etmişlerdir.

Adam öldürme ve gözleri kör etme hurafesi
Şeyhler halkı kendilerine bağlamak için afarozla da ye­ tinmemişler, ağızlarını kapatmak ve itirazlarına meydan vermemek için, kendilerini öldürmek ve gözlerini kör etmek­ le de tehdit etmişlerdir. Fakat bu öldürmek ve kör etmek bir silahla vurmak veya göze bir şey sokmakla değildir; böyle olsaydı kişi kendisini korumak için çare bulurdu. Onların de­ diği, manen öldürmek ve kör etmektir. Zaten şeyhlik iddia­sında bulunanlar, gözle görülecek bir hünerleri olmadığı ve ellerinden bir şey gelmediği için, hep maneviyat şampiyo­nu kesilmişler ve bu yolda faaliyet yaptıklarını halka anla­ tarak onları kandırmışlardır. Burada da kendilerine itiraz eden veya haklarında konuşan zatı manevi yoldan, kendisi­nin göremeyeceği bir şekilde öldüreceklerim veya kör ede­ ceklerini iddia ediyorlar.
Bunun içindir ki, müritlerin çoğu şeyhler hakkında hala bu kanaati beslemekte ve bunun tesiri altında kalarak onla­ ra en ufak bir itiraza bile cesaret edememektedirler. Şeyh­ lere itiraz eden birisi oldu mu, "Aman yapma, tevbe et; bak, şeyh gözünü kör eder" derler. Bu itikat müritler arasın­ da artık sabit bir fikir halini almıştır ki, hemen hepsi şu cümleyi ezberlemişlerdir: "Allah insanı tarikat büyüklerinin kahrından korusun."

Şeyhin kıyamete müridlerini Allah'tan gizleyeceği hurafesi
Şeyhler cahil halkı avlamak için onlara bazı parlak vaad- lerde de bulunmayı ihmal etmemişler. Bunların en büyüğü ve en güldürücüsü de şudur:
Kıyamet gününde şeyh müritlerini gizlice toplayıp, bir kutu içine koyar, kutuyu cebine atıp Sırat Köprüsü'nü geçer, sonra kutuyu açıp müritleri bırakır onlar da doğru Cennete giderlermiş!.. (Subhanallah)
Bir defa buna imkan var mı!?. Değil birkaç adamı, bir ki­ şiyi dahi kutunun içine sığdırmaya kimsenin gücü yetmez. Fakat bir an için bunu kabul edelim ve onlara soralım:
"Şeyh onları niçin kutunun içine koyup kaçıyor? Eğer bunlar azaba müstahak olmayan iyi kimseler ise kaçırıl­ malarına zaten lüzum yoktur. Peki, günahkar ve mücrim kim­ seler ise bunların günahı cezasız mı kalır? Şüphesiz ki gü­ nahkar yaptığı cürümlerin cezasını çekecektir. Çekmemesi söz konusu olursa onu ancak Allah affeder. Nitekim Cenabı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost bulabilir, ne de bir yardımcı." (Nisa: 4/123)
Şu halde bunun işlediği günahların cezasını kim çekecek­ tir? Bunu şeyhin veya başka birinin üzerine alacağını iddia edemezsiniz. Zira Allah (c.c.) buyuruyor ki:
"Şüphesiz hiçbir günahkar diğerinin günahını yük­ lenemez."
(En'am: 6/164, İsra: 17/15, Fatır: 35/18, Zümer: 39/7)
Yine Cenab-ı Hak bu hususta şöyle buyuruyor:
"O gün bir kısmınız diğer kısmınız için ne bir men­ faate sahipsiniz, ne de bir zarara." (Sebe: 34/42)
Görülüyor ki bu ayetler, böyle cahilane hurafeleri kökün den silip atmaktadır. Yine onlara soralım: "Şeyhin kaçıra­ cağı o adamları Allah gömeyecek mi? Buna evet diyemez­ siniz. Çünkü Cenab-ı Hak:
"Muhakkak O saklı olanı da, ondan daha gizliyi de bilir." (Ta-Ha: 20/7)
buyurmuştur. Buna göre şeyh bunları nasıl kaçırabilir?
Evet, Kıyamet gününde peygamberler ve salih kimseler şefaat edeceklerdir; fakat kimse, peygamberden başka muay­ yen bir şahsın şefaat edeceğini iddia edemez. Çünkü Cena­ bı Hak bu hususta şöyle buyuruyor:
"O'nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir?"
(Bakara: 2/255)
"Hiçbir şefaatçi yok; ancak O'nun izninden sonra."
(Yunus: 10/3)
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, şefaat vardır; ancak bu, Allah'ın kendilerine izin vereceği kimseler tarafından yapılır, bunları ise Allah bize bildirmemiştir. Bunun için biz şefaatin şu veya bu şahıs tarafından yapılacağını söyleyemeyiz. Al­ lah kime izin verirse o şefaat eder.
Tabii şefaat; adamları alıp kaçırmak demek değildir. Şe­faat, bir insanın günahlarının affı için Allah'a yalvarmaktır. Şeyh dediğiniz adam iyi bir insan olsa bile, onun kalkıp günahlarınızı Allah'a affettireceğini söyleyemezsiniz. Çün­ kü belki Allah şefaat için ona izin vermez. Şefaat hakkında böyle olunca kaçırmak iddiası nerede kalır?


İnsan insana kurban olur mu?
Şeyhlerin yukarıda zikredilen asılsız propagandalarının etkisi altında kalan müritler, şeyhi kutsal bir varlık, dünya ve ahirette kahraman bir kurtarıcı olarak bilirler. Bunun için de her şeylerini, hatta canlarını dahi feda edebilirler. Şeyhlere karşı onlarda aşağılık duygusu o kadar hakim ol­ muştur ki, kendilerini onlara nazaran adeta hayvan seviyesin­ de hissederler. Bu hissin tesiri altında kalmaları sebebiyle olacak ki, şeyhlere "Kurban" diye hitab ederler.
Evet bu bir hakikattir. Müritler şeyhlerle daima "Kurban" diye konuşurlar. Şeyhin gıyabında konuştukları ve ondan bahsettikleri zaman da "Kurban olayım" derler. Şeyhlerin ço­ cukları için de aynı söz söylenir. Çocuk büyük veya küçük olsun farketmez. Şeyhin oğlu veya torunu olduktan sonra mürit nazarında büyüklük küçüklük aynıdır ve hepsine "Kurban" demek lazımdır. Bunun içindir ki, bir şeyhin ye­ di veya on yaşındaki oğlu bir meclise girdiği zaman, yetmiş yaşındaki ihtiyarlar dahi önünden kalkar, elini öper ve ken­ disine "Kurban" derler.
İnsanlık için bir yüz karası değil de nedir bu? Allah'ın yarattığı iki insandan biri diğerine nasıl kurban olur? Bu­ radaki esas kusur yine şeyhlerdedir. Eğer onlar böyle söz­ lere müsade etmeselerdi tabii müritler de söyleyemezlerdi. Oysa şeyhler müritlerin "Kurban" demelerini zevkle dinler ve susarlar. Zaten onların maksatları da halkı bu şekilde mad­ den ve manen kendilerine bağlamaktadır.
İşte bunun için kusur birinci derecede onlarda, ikinci derecede de körü körüne veya menfaat için onlara bağlanan alim diye geçinen kimselerdedir. Böyleleri cahil halk arasın­da şeyhlere "Kurban" derlerse cahil halk bundan fazlasını da söyler. Zira o, alim olduğuna inandığı şahsın doğru yolda ol­ duğuna inandığı için ona uyar.

Şeyh'in başına ve mezarına yemin edilir mi ?
Şeyhlerin kendilerini, hayatta iken de, öldükten sonra da halkın nazarında nasıl mukaddes birer varlık haline getirdik­ lerini iyice anlamak için müritlerin, şeyhlerinin basma veya mezarına yemin ettiklerini hatırlamak ve düşünmek kafidir. Her şeyhin müridi onun başına, öldükten sonra da mezarı­na bazıları da ayağına yemin ederler. Hatta bir kısım cahil­ ler o kadar sapılmışlardır ki, Allah'a yemin edildiği zaman inanmazlar da, şeyhin başına yemin edildiğinde derhal inanırlar. Bu da gösteriyor ki; şeyhler kendilerini mürit- lere birer kutsal varlık olarak tanıtmışlar ve kabul ettirmiş­ lerdir. Bazıları da şeyhleri bu hususta müdafaa etmek için "Halk, şeyhin başına yemin ediyorsa, bunda şeyhin ne suçu var" derler. Bu söz hiçbir değer taşımaz. Çünkü şeyh bunu istemese, başına yemin etmemelerini söyler, müritler de derhal buna son verirler. Fakat kendisi ses çıkarmadığına göre, bunu istiyor demektir. O halde kusur yine kendisin- dedir. Peygamber vekili olduklarını söyleyerek cahil halkı kendilerine bağlarken, diğer yandan da peygamberin yasak ettiği işleri yapıyor ve yapılmasını istiyorlar. Artık Peygam­ berin yolunda olduklarını nasıl iddia edebilirler? Yalnız bu bile, onların İslam dinine muhalif işlerde bulunduklarını göstermeye kafi değil midir?

Şeyhler Tasavvufu çiğnemişlerdir.
Bugünkü şeyhlerin içinde yüzdükleri saltanatı tasavvuf esaslarına göre mütalaa edecek olursak, bağlı bulunduk­larını iddia ettikleri tasavvufu dahi çiğnemiş olduklarını görürüz. Zira tasavvufta dünyayı bırakmak ve yalnız ibadet ve riyazetle meşgul olmak vardır.
Bu görüş İslam'a uygun değildir. Fakat bunu bir an için doğru farzetsek bile, şeyhlerin bunu da ihlal ettiklerini görürüz. Çünkü şeyhler dünyayı bırakmak şöyle dursun, bilakis herkesten daha fazla dünyaya sarılmışlar; hem de gay­ rı meşru bir şekilde mal toplamayı, halkın sırtında saltanat sürmeyi kendilerine adet edinmişlerdir. Şu halde şeyhler bu hareketleriyle, mensubu oldukları tasavvufu da ayakları al­ tına alıp çiğnemişlerdir. İslamiyette dünyadan el çekmek ol­ madığı halde bunu icad eden kendileri, sonra bunu çiğ­ neyip halkın mallarını toplayan yine kendileri. Kendilerine soralım: "İslamiyette çalışmak, tasavvufta da dünyayı bırak­ mak lazımdır. Sîzler ne çalışıyor, ne de dünyayı bırakıyor­ sunuz. Acaba bu hareketiniz hangisine uyuyor?"

Şeyhzadelerin saltanatı
Şeyhlerin halktan aldıkları mal ve paralarla yalnız ken­dileri değil, bütün evlatları saltanat sürerler. Şeyhlere mal­ larını ve paralarım veren köylülerin çocukları sefalet içerisin­de büyürken, büyüdükten sonra da binbir azap ve ıztırap için­de hayatla boğuşurken, şeyhin oğlu doğduğu günden itibaren prens gibi, en kıymetsizi ipek yataklar olan envai çeşit deb debeler içinde büyütülür. Daha yavru olduğu zamandan itibaren eli müritlerin ağzında, öpen öpenedir. Büyüdükçe kendisine karşı hürmet de büyür. Gençlik çağma geldiği za­ man büyük şehirlerde, bir petrol kralının oğlunu gölgede bırakacak şekilde para dökerek hayatın tadını çıkarır. Onun için para en kolay bulunan şeydir. Çünkü koca bir kitlenin manevi hakiminin oğludur. Bunun için müritler mütemadi­ yen verirler. Hatta kendi ihtiyaçlarını dahi bırakıp verirler. Bu itibarla şehzade para sıkıntısı nedir bilmez.
Bunların alem ve sefahatleri müritlerin dikkatini çekmez. Müritler bunların yaptıkları her işin kendileri için helal olduğunu sanırlar. Onlara mal veya para vermekle de sevap ve Allah'ın rızasını kazanacaklarını sanırlar. Zavallılar, ha­la daha Allah'ın rızasının, bu adamların rızasında olduğunu sanıyorlar. İşte bu yanlış anlayıştır ki köylüyü, kayıtsız şartsız şeyhin zincirine bağlamıştır. O kadar ki, yüz yıl ön­ ce de ölen şeyhlerin oğullan, torunları, torunlarının torun­ları bugün onun sayesinde halkın sırtından geçinmekteler. Yani bir şeyhin neslinden olduktan sonra, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, müritler nazarında kutsal bir varlık sayılırlar.
Bundan da şu sonuç çıkar: Müridin akıl ve vicdanı her taraftan tesir altına alınmış, o kadar sinsi bir şekilde alda­ tılmış ki, şeyhzadelerin sefahatlerine dahi inanmıyor. Göz­ leriyle görse bile inanmaya cesaret edemiyor, mutlaka bir hikmete hamlediyor.

Şeyhlerin ve ağaların siyasi nüfuzları
Türkiye demokrasi ve çok partili hayat devrine girdikten sonra bütün şeyhler ya fiilen bir partiye girmeye veya biri­ ni perde arkasından desteklemeye başladılar. Şeyh halk üzerinde kayıtsız-şartsız nüfuz tesis ettiğinden ve her hareketi büyük hikmet, basiret ve keramete hamledildiğin- den, bu husustaki hareketi de mutlaka böyle kabul edilir. Bunun için şeyhin girdiği veya desteklediği partiye, ister iyi, ister kötü olsun, adamları becerikli veya beceriksiz olsun, sırf şeyh bu partiye girdiği veya onu desteklediği için oy verir. Şeyh ya bizzat veya adamları vasıtasiyle bu partiye oy ver­ melerini emretmiştir. Artık bu emre muhalefet etmek kimin aklına gelir? Müritler, -o partileri beğenmeyenler bile- şey­ hin emri üzerine kendi vicdanlarının istediğine değil, şey­ hin istediği partiye oy verirler.
Bu alanda şeyhler kadar ağalar ve derebeyleri de nüfuz sahibidirler. Zira onlar da halkı, kendi partilerine oy ver­ medikleri taktirde köyden çıkarmakla tehdit ederler. Zaval­ lı köylünün başını sokacak yeri olmadığından, dışarıda iş­ siz kalmak korkusuyla ister-istemez vicdanını ağaya ve derebeyine esir eder. Bu itibarla şeyhlerle ağaların siyasi nüfuzları arasında pek fark yoktur. Yalnız tehdit usulleri ay­ rıdır. Şeyh, halkı manen zarara sokmakla tehdit ederken ağa ve derebeyi de maddi zarara sokmakla korkutur.

Ebu Muaz
0 yorum:

Yorum Gönder


GURABA YAYINEVİ..

GURABA YAYINEVİ..
Selefin fehmi ile ehli sünnetin eşsiz kitaplarını bulabileceğiniz yayınevi..

Bu Blogda Ara

Popüler Yayınlar

Guraba Resim..

Guraba Resim..

Guraba - Ayet

Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır.Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddir.Allah'dan daha çok ahdini kim yerine getirebilir ki?O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin.En büyük kurtuluş işte budur! (Tevbe/111)

Guraba - Hadis

Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle anlatır;

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: '' Allah, iki kişiye güler.Bunlardan biri diğerini öldürür ve ikiside cennete girer.Biri, Allah yolunda savaşarak şehit olur sonra Allah katilinin tevbesini kabul eder de müslüman olur ve Allah yolunda çarpışarak o da şehit düşer.''(Buhârî, cihad 2826-Muslim, imare 1890-Nesâî, cihad 3165-İbn Mâce, mukaddime 191-Ahmed, müsned 7282)